"Tohum saç bitmezse toprak utansın
Hedefe varmayan mızrak utansın
Hey gidi küheylan koşmana bak sen
Çatlarsan doğuran kısrak utansın"
Mayıs ayının benim sanat yaşamımda önemli bir yeri vardır zira 1983 Mayıs ayında Üstad Necip Fazıl'ın vefatını duymuş, ardından Çile ile tanışmış ve ilk İslami duyarlılıkta şiirlerimi onun vesilesiyle kaleme almıştım. 1983'ten itibaren Necip Fazıl'ın eserleri ve sanatı üzerine yazılan her şeyi okumaya çalıştım.
Özelikle Çile'yi ezberlercesine okuduğumu, henüz on beş an altı yaşlarında olmama rağmen varoluş sancısıyla hafakanlar geçirdiğimi ve marazi bir halet-i ruhiyeye kapıldığımı söylersem yanlış olmaz sanırım. Bugün o dönemde yazdığım şiirlere baktığımda birçoğunun ölüm, yalnızlık, hafakan ve bunalım çevresinde dönüp durduğunu görüyorum.
Üstadın metafizik ürpertisi bir yanıyla ruhuma varoluş kaygısı taşırken, diğer yanıyla İslami söylem ve tasavvuf ile tanıştırıyordu. Üstad varoluş sancısını İslam tasavvufu ile yatıştırırken diğer yandan bu sancıyı konu edinen eserlere imza atıyordu. Üstad Necip Fazıl'ın eserlerini okuyup da onunla bütünleşmeyen yazar çok azdır. Örneğin 'Bir Adam Yaratmak'ta ölüm hayat üzerine kafa yoran ve 'kurtarın beni düşünmekten' diyen oyun kahramanı Hüsrev ile özdeşleşmiştim adeta. İnsan gençliğinde okuduğu eserlerle daha çok bütünleşiyor sanki. İnsanı merkeze alan Üstad, bu oyununda kafaları kurcalayan sorunları sanatın diliyle ortaya koyuyordu...
Aslında varoluş felsefesi veya metafizik ürperti toplum olarak bizde yaşanması mümkün olmayan, ancak derin felsefi metinler okuyarak kafa patlatanlarda görülmesi gereken bir olgudur. Batı'nın özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası varoluş sancısı yaşaması kaçınılmazdı. Hatta İmparatorluğun çözülme döneminde yaşamış, Cumhuriyetin ilk dönem kuşağı içinde yer alan Necip Fazıl vb. sanatçı ve dehalar için de bu geçerli olabilirdi ama daha sonraki kuşaklar için varoluş sancısı batıdan emaneten alınmış fikirler gibidir. Acısını çekip, bedelini ödemediğiniz fikirler ve felsefelerin sancısı ve edebiyatı olmaz.
Bu yüzden Cemil Meriç; 'üzerimize giydirilmiş deli gömlekleri' diye tarif eder Batıdan emanet aldığımız fikir ve düşünceleri. Ortaokul sıralarında elime geçirdiğim Çile kitabıyla adeta büyülenmiştim. Ondan sonra da onun ruh dünyasına girmenin verdiği zevkle birçok kitabını okudum. Üstadın her doğum ve ölüm yıl dönümlerinde gazetelerde hakkında boy boy yazılar yayınlanıyordu o dönemlerde. Ama kimse onun asıl büyüklüğünün sanatından öte, yaşadığı metafizik trajedi, inandığı davaya teslimiyet ve samimiyet saklı olduğunu göremiyordu.
Bugün kendimizi en rahat ifade edebildiğimiz bir süreçte, onun gösterdiği samimiyeti acaba kaç kişi gösterebilir?
Gerektiğinde inancı için kendini feda eden Üstad'ın en büyük meziyeti işte burada yatmaktadır. Aslında Üstad çağının adamıydı, çağının imkân ve sıkıntılarının farkında biri olarak meydana çıkmış ve en yüksek sesle inandığı davasını haykırmakla kalmamış, yeni ufuklar açmıştı.
Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman
Görürler nasılmış, neymiş kahraman
Yer ve gök su vermem dediği zaman
Sular her tarlayı arkımız bizim
Çeyrek asrı aşkın bir zamandır aramızdan ayrılan Üstad Necip Fazıl'ın metafizik ürpertiyle yazdığı şiirleri haricinde, 'Büyük Doğu' fikrinin kahramanı olarak eylem ve aksiyon adamlığı yönünün ağırlığını kimse taşıyamamıştır. Onun bıraktığı boşluğu henüz kimse dolduramamıştır, bugünün şartlarında doldurmalarına da imkân yoktur.
Türk edebiyatının bu marazi ruhlu, hafakanlı, metafizik şairi aynı zamanda "yiğit ve kararlı" keskin kalemiyle adeta bir şövalye, bir kahraman gibi hareket etmiştir. Medyanın birinci güç olduğu, köşe başını tutmuş ürkek ve satılık kalemlerin "halka rağmen halk adına" bir takım işlere giriştiği günümüzde sukutun bağrına gömülen aydınları görünce, Üstad'ın o tavizsiz ve kırılmayan kaleminin eksikliğini daha bir hissediyoruz. Tek Parti iktidarının baskısı altında Büyük Doğu'yu çıkardığı, hapislerde yatıp sürgünlere gönderildiği ve para
"Tohum saç bitmezse toprak utansın
Hedefe varmayan mızrak utansın
Hey gidi küheylan koşmana bak sen
Çatlarsan doğuran kısrak utansın"
Mayıs ayının benim sanat yaşamımda önemli bir yeri vardır zira 1983 Mayıs ayında Üstad Necip Fazıl'ın vefatını duymuş, ardından Çile ile tanışmış ve ilk İslami duyarlılıkta şiirlerimi onun vesilesiyle kaleme almıştım. 1983'ten itibaren Necip Fazıl'ın eserleri ve sanatı üzerine yazılan her şeyi okumaya çalıştım.
Özelikle Çile'yi ezberlercesine okuduğumu, henüz on beş an altı yaşlarında olmama rağmen varoluş sancısıyla hafakanlar geçirdiğimi ve marazi bir halet-i ruhiyeye kapıldığımı söylersem yanlış olmaz sanırım. Bugün o dönemde yazdığım şiirlere baktığımda birçoğunun ölüm, yalnızlık, hafakan ve bunalım çevresinde dönüp durduğunu görüyorum.
Üstadın metafizik ürpertisi bir yanıyla ruhuma varoluş kaygısı taşırken, diğer yanıyla İslami söylem ve tasavvuf ile tanıştırıyordu. Üstad varoluş sancısını İslam tasavvufu ile yatıştırırken diğer yandan bu sancıyı konu edinen eserlere imza atıyordu. Üstad Necip Fazıl'ın eserlerini okuyup da onunla bütünleşmeyen yazar çok azdır. Örneğin 'Bir Adam Yaratmak'ta ölüm hayat üzerine kafa yoran ve 'kurtarın beni düşünmekten' diyen oyun kahramanı Hüsrev ile özdeşleşmiştim adeta. İnsan gençliğinde okuduğu eserlerle daha çok bütünleşiyor sanki. İnsanı merkeze alan Üstad, bu oyununda kafaları kurcalayan sorunları sanatın diliyle ortaya koyuyordu...
Aslında varoluş felsefesi veya metafizik ürperti toplum olarak bizde yaşanması mümkün olmayan, ancak derin felsefi metinler okuyarak kafa patlatanlarda görülmesi gereken bir olgudur. Batı'nın özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası varoluş sancısı yaşaması kaçınılmazdı. Hatta İmparatorluğun çözülme döneminde yaşamış, Cumhuriyetin ilk dönem kuşağı içinde yer alan Necip Fazıl vb. sanatçı ve dehalar için de bu geçerli olabilirdi ama daha sonraki kuşaklar için varoluş sancısı batıdan emaneten alınmış fikirler gibidir. Acısını çekip, bedelini ödemediğiniz fikirler ve felsefelerin sancısı ve edebiyatı olmaz.
Bu yüzden Cemil Meriç; 'üzerimize giydirilmiş deli gömlekleri' diye tarif eder Batıdan emanet aldığımız fikir ve düşünceleri. Ortaokul sıralarında elime geçirdiğim Çile kitabıyla adeta büyülenmiştim. Ondan sonra da onun ruh dünyasına girmenin verdiği zevkle birçok kitabını okudum. Üstadın her doğum ve ölüm yıl dönümlerinde gazetelerde hakkında boy boy yazılar yayınlanıyordu o dönemlerde. Ama kimse onun asıl büyüklüğünün sanatından öte, yaşadığı metafizik trajedi, inandığı davaya teslimiyet ve samimiyet saklı olduğunu göremiyordu.
Bugün kendimizi en rahat ifade edebildiğimiz bir süreçte, onun gösterdiği samimiyeti acaba kaç kişi gösterebilir?
Gerektiğinde inancı için kendini feda eden Üstad'ın en büyük meziyeti işte burada yatmaktadır. Aslında Üstad çağının adamıydı, çağının imkân ve sıkıntılarının farkında biri olarak meydana çıkmış ve en yüksek sesle inandığı davasını haykırmakla kalmamış, yeni ufuklar açmıştı.
Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman
Görürler nasılmış, neymiş kahraman
Yer ve gök su vermem dediği zaman
Sular her tarlayı arkımız bizim
Çeyrek asrı aşkın bir zamandır aramızdan ayrılan Üstad Necip Fazıl'ın metafizik ürpertiyle yazdığı şiirleri haricinde, 'Büyük Doğu' fikrinin kahramanı olarak eylem ve aksiyon adamlığı yönünün ağırlığını kimse taşıyamamıştır. Onun bıraktığı boşluğu henüz kimse dolduramamıştır, bugünün şartlarında doldurmalarına da imkân yoktur.
Türk edebiyatının bu marazi ruhlu, hafakanlı, metafizik şairi aynı zamanda "yiğit ve kararlı" keskin kalemiyle adeta bir şövalye, bir kahraman gibi hareket etmiştir. Medyanın birinci güç olduğu, köşe başını tutmuş ürkek ve satılık kalemlerin "halka rağmen halk adına" bir takım işlere giriştiği günümüzde sukutun bağrına gömülen aydınları görünce, Üstad'ın o tavizsiz ve kırılmayan kaleminin eksikliğini daha bir hissediyoruz. Tek Parti iktidarının baskısı altında Büyük Doğu'yu çıkardığı, hapislerde yatıp sürgünlere gönderildiği ve para
"Tohum saç bitmezse toprak utansın
Hedefe varmayan mızrak utansın
Hey gidi küheylan koşmana bak sen
Çatlarsan doğuran kısrak utansın"
Mayıs ayının benim sanat yaşamımda önemli bir yeri vardır zira 1983 Mayıs ayında Üstad Necip Fazıl'ın vefatını duymuş, ardından Çile ile tanışmış ve ilk İslami duyarlılıkta şiirlerimi onun vesilesiyle kaleme almıştım. 1983'ten itibaren Necip Fazıl'ın eserleri ve sanatı üzerine yazılan her şeyi okumaya çalıştım.
Özelikle Çile'yi ezberlercesine okuduğumu, henüz on beş an altı yaşlarında olmama rağmen varoluş sancısıyla hafakanlar geçirdiğimi ve marazi bir halet-i ruhiyeye kapıldığımı söylersem yanlış olmaz sanırım. Bugün o dönemde yazdığım şiirlere baktığımda birçoğunun ölüm, yalnızlık, hafakan ve bunalım çevresinde dönüp durduğunu görüyorum.
Üstadın metafizik ürpertisi bir yanıyla ruhuma varoluş kaygısı taşırken, diğer yanıyla İslami söylem ve tasavvuf ile tanıştırıyordu. Üstad varoluş sancısını İslam tasavvufu ile yatıştırırken diğer yandan bu sancıyı konu edinen eserlere imza atıyordu. Üstad Necip Fazıl'ın eserlerini okuyup da onunla bütünleşmeyen yazar çok azdır. Örneğin 'Bir Adam Yaratmak'ta ölüm hayat üzerine kafa yoran ve 'kurtarın beni düşünmekten' diyen oyun kahramanı Hüsrev ile özdeşleşmiştim adeta. İnsan gençliğinde okuduğu eserlerle daha çok bütünleşiyor sanki. İnsanı merkeze alan Üstad, bu oyununda kafaları kurcalayan sorunları sanatın diliyle ortaya koyuyordu...
Aslında varoluş felsefesi veya metafizik ürperti toplum olarak bizde yaşanması mümkün olmayan, ancak derin felsefi metinler okuyarak kafa patlatanlarda görülmesi gereken bir olgudur. Batı'nın özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası varoluş sancısı yaşaması kaçınılmazdı. Hatta İmparatorluğun çözülme döneminde yaşamış, Cumhuriyetin ilk dönem kuşağı içinde yer alan Necip Fazıl vb. sanatçı ve dehalar için de bu geçerli olabilirdi ama daha sonraki kuşaklar için varoluş sancısı batıdan emaneten alınmış fikirler gibidir. Acısını çekip, bedelini ödemediğiniz fikirler ve felsefelerin sancısı ve edebiyatı olmaz.
Bu yüzden Cemil Meriç; 'üzerimize giydirilmiş deli gömlekleri' diye tarif eder Batıdan emanet aldığımız fikir ve düşünceleri. Ortaokul sıralarında elime geçirdiğim Çile kitabıyla adeta büyülenmiştim. Ondan sonra da onun ruh dünyasına girmenin verdiği zevkle birçok kitabını okudum. Üstadın her doğum ve ölüm yıl dönümlerinde gazetelerde hakkında boy boy yazılar yayınlanıyordu o dönemlerde. Ama kimse onun asıl büyüklüğünün sanatından öte, yaşadığı metafizik trajedi, inandığı davaya teslimiyet ve samimiyet saklı olduğunu göremiyordu.
Bugün kendimizi en rahat ifade edebildiğimiz bir süreçte, onun gösterdiği samimiyeti acaba kaç kişi gösterebilir?
Gerektiğinde inancı için kendini feda eden Üstad'ın en büyük meziyeti işte burada yatmaktadır. Aslında Üstad çağının adamıydı, çağının imkân ve sıkıntılarının farkında biri olarak meydana çıkmış ve en yüksek sesle inandığı davasını haykırmakla kalmamış, yeni ufuklar açmıştı.
Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman
Görürler nasılmış, neymiş kahraman
Yer ve gök su vermem dediği zaman
Sular her tarlayı arkımız bizim
Çeyrek asrı aşkın bir zamandır aramızdan ayrılan Üstad Necip Fazıl'ın metafizik ürpertiyle yazdığı şiirleri haricinde, 'Büyük Doğu' fikrinin kahramanı olarak eylem ve aksiyon adamlığı yönünün ağırlığını kimse taşıyamamıştır. Onun bıraktığı boşluğu henüz kimse dolduramamıştır, bugünün şartlarında doldurmalarına da imkân yoktur.
Türk edebiyatının bu marazi ruhlu, hafakanlı, metafizik şairi aynı zamanda "yiğit ve kararlı" keskin kalemiyle adeta bir şövalye, bir kahraman gibi hareket etmiştir. Medyanın birinci güç olduğu, köşe başını tutmuş ürkek ve satılık kalemlerin "halka rağmen halk adına" bir takım işlere giriştiği günümüzde sukutun bağrına gömülen aydınları görünce, Üstad'ın o tavizsiz ve kırılmayan kaleminin eksikliğini daha bir hissediyoruz. Tek Parti iktidarının baskısı altında Büyük Doğu'yu çıkardığı, hapislerde yatıp sürgünlere gönderildiği ve para