Você está na página 1de 29

ATATÜRK VE SINIF

Aydemir Güler - Ekim 2001 - Gelenek 68. Sayı

“Atatürk Birinci Dünya Savaşı’nı kazanan Müttefiklerin artık birlik olmadıklarını, barışta istediklerini
alamayan Fransa’nın ve hele İtalya’nın İngiltere’ye küskün olduğunu, halklarının yorgun ve savaştan
bıkmış bulunduklarını, Anadolu ihtilaline karşı bir seferberlik yapamayacaklarını, öte taraftan bu
memleketlerde güçlü bir sol kaynaşma bulunduğunu gayet iyi hesapladıktan sonra Emperyalist blok
ile Sovyet atılımının arasındaki mücadelenin esas mücadele olduğunu ve Türkiye’nin bundan
yararlanması gerektiğini hesaplamaktadır” (1) . [İLERİ Rasih Nuri]

Sevgili Rasih Nuri İleri ağabey 1999 seçimlerinde SİP’in milletvekili adayı ve üyesi olduktan kısa süre
sonra “Atatürk ve Komünizm” çalışması hakkında bir değerlendirme yazısını benim yazmamın yerinde
olacağını ifade etmişti. Sanıyorum, önemsediği bir çalışmaya ilişkin, ne yönde olursa olsun, dolaylı
olarak bir biçimde de olsa “parti görüşü”nün ortaya çıkmasını istiyordu.

“Atatürk ve Komünizm”e yazarının verdiği değeri biliyorum. Mayıs 1999 tarihli beşinci baskının arka
kapağı için güncellenen yaşam öyküsüne son cümle olarak “SİP (Sosyalist İktidar Partisi) üyesi”
ibaresini yetiştirmekten aldığı keyifi hissettiğimi not etmek istiyorum. Rasih Nuri ağabeyin keyfini en
az onun kadar hissettiğimizi de...

Rasih ağabey eleştiri yazısının kaderini bana birkaç kez sordu. O hatırlattıkça ben de verdiğim sözü
tekrarladım. Gelenek’in kemalizm konulu bir sayısının hazırlanması, Rasih Nuri İleri’nin bu dileğini
yerine getirmem için de vesile oldu. Bu denklik umarım iki yıllık gecikmeyi affettirir.

Başlarken bir not düşmeliyim. “Eleştiri” sözcüğü gündelik dilde “karşıya almayı”, “muhalefet etmeyi”
barındırıyor. Bu yazının böyle bir vurgu ile okunmamasını rica ederim. İleri yoldaşın çalışmasının son
derece değerli, emek ürünü bir yapıt olduğunu düşünüyorum. Devam eden sayfaların İleri’nin
söylediklerine karşı yazıldığı düşünülmemelidir. Ben belirli bir bütünlük kaygısı da gözeterek konuyla
ilgili bir ek ürün vermeyi denedim. Rasih ağabeyin görüşleri içerisinde katılmadıklarımı da zaten açıkça
ve elden geldiğince gerekçelendirmeye uğraşarak yazdım...

Öznel faktör - bireysel faktör


Sıkıcı bir başlangıç yapacağım. Rasih Nuri İleri’nin bir tarihsel döneme ilişkin yaptığı yorumu ve somut
kitap çalışmasını önce nasıl algıladığımı anlatmam gerekiyor.

Tarihin akışında nesnel faktör ile öznel faktör arasındaki ilişki araştırmacıyı her zaman cezbeder. Tarihi
kuru ve maddi neden sonuç ilişkilerinin üst üste yığdığı sonuçlardan ibaret sayan yaklaşım maddeci
olmasına maddeci, ama hiç de marksist değil. Bu kaba materyalizm doğal olarak öznel faktörü de
maddi nedenlerin egemenliği altına sokuyor. Pek klasik ama doğru bir marksist rezerv gerekiyor: Son
tahlilde...

İrade, iradeden bağımsız ve bu anlamda kaçınılmaz bir düzlemin belirleyiciliğine tam boy teslim
edildiğinde, aslında materyalizm açısından da bir sorun doğuyor. İnsan faktörünün elinden bir şey
gelmiyor ise, aslında toplumlar bir alınyazısının avucuna düşmüş olmazlar mı? Kaba materyalizm
insan iradesini ezdikçe bir ilahi belirlenime doğru da yelken açacaktır.

Peki bu ezilmemesi gereken öznel faktör, ya da insan faktörü nedir?

Bu açıdan marksizmi ayırt eden anahtar kavram sınıf olmalıdır. İrade sübjektivist tarih yazımında
kişilere, liderlere, devlet adamlarına, mucitlere atfedilir. Hal böyle olunca, bu bireylerin tarihin dönüm
noktalarına imza atacak erki nereden edindikleri, sıradan insanlardan nasıl farklılaştıkları yanıtlanması
gereken bir soru olarak orta yerde kalıverir. Marksizm ise tam bu noktada kişileri belirli sınıfların
üyesi, temsilcisi olarak tanıtır. Tarihte rol oynayan irade ve gücün kaynağı toplum dışı, dolayısıyla
tanrısal değildir.

Marksizmi ayırt eden bir diğer nokta öznel/iradi faktörü kendisinden bağımsız bir nesnel/maddi yapı
üzerinde çalışan heykeltraş olarak ele almamasıdır. Nesnelliğin bir parçası olan özne, nesnelliğin
değişim dinamiğinin en önemli unsuru, başka öznelerle birlikte bir tarihsel mücadelenin hem konusu
hem yapıcısıdır. Özneler, sıra kendilerine geldiğinde mamul bir maddeyi, önlerinde ve kendilerinden
bağımsız bulmayacaklardır. Özne ile nesne olsa olsa meselenin tasvir ve tarifi için birbirlerinden ayırt
edilebilir. Gerçek hayatta bu iki unsur birlikte akmaya devam edeceklerdir.

Marksist tarihçilik özne ve irade dendiğinde bağımsız bireyleri kahramanlar olarak değil, sınıf
belirlenimi ve temsiliyeti içerisinde incelemek durumundadır. Ancak bu analitik yöntemden yasaklar
çıkarsanmamalıdır. Pekala marksistler bir dizi belirlenimin bilincinde olarak, ama en somut ve özel
haliyle kişileri de ele alabilirler. Kişiler etrafında yazılan her tarih çalışmasının marksizm dışına itilmesi
durumunda biyografi türünün sosyalizm öncesine hapsedilmesi gerekirdi! Neden öyle olsun ki?
Neden insan aklını, kültürünü ve marksist literatürü çeşit çeşit zenginlikten mahrum edelim?
Ancak bireylerin rolünün sınıfsal belirlenim ile kuşatıldığını atlamamak kaydıyla... Tarihi
kahramanların eseri olarak düşünenler, bu kuşatmayı bir trajedi olarak algılayacaklardır; ya da kadir-i
mutlak olamayan bireyin kahramanlıktan çıktığına üzüleceklerdir. Oysa özgürlük zorunluluğun
bilincidir. Bilincine varılan zorunlulukları değiştirmek de siyasetin, yani örgütlü öznel faktörün sanatı.
İnsan iradesi, bilincine vararak değiştirme yeteneğine kavuştuğu zorunluluğu değiştirebildiği ölçüde
özgürdür.

Sınıfsal belirlenim içerisinde şekillenen bir kolektif faktör olarak öznel faktör. Bu kolektif faktörün de
oluşumuna katılan bireyin rolü... Bu ikisinin iki ayrı düzlem olduğunun altını en baştan çizmek
isterim... Rasih Nuri İleri’nin çalışması ile bütün bu söylediklerimin bağını kuracağım, merak etmeyin.

İleri, bir marksist olarak nesne-özne diyalektiğini bilmekte ve uygulamaktadır. İleri, özel olarak
Mustafa Kemal Atatürk’ün rolünün, Kurtuluş Savaşı sürecindeki fonksiyon ve eyleminin sınırları
üzerinde durmayı seçmiştir. Ancak İle-ri’nin çalışmasında bana kalırsa öznel faktör ile bireyin rolü
bağıntısına ilişkin yer yer bir metodolojik sorun su yüzüne çıkmaktadır.

Mustafa Kemal’in de parçası -ve hiç kuşkusuz en önemli parçası olduğu- bir öznel faktör yatar,
Kurtuluş Savaşı’nın ve Türk burjuva devriminin bağrında. Bu faktörün Kemal Paşa’ya indirgenmesi ise
imkansızdır. Mustafa Kemal’in birey olarak rolü ve devrim sürecindeki öznel faktörün oluşumuna
yaptığı kişisel katkı ile sürecin öznel faktörünün tam anlamıyla denk gelmeleri mümkün olabilir mi?

Anlaşılmak için örnek vereyim: Laik bir rejim kurabilmek için önder kadronun düpedüz ateist olması
gerekir. Tarihin öznel faktörünün niteliğinin laik olması, mutlaka bir ileri çekenin varlığına bağlıdır. Bu
örnek kemalist hareketi de bağlıyor. Kişi olarak, Mustafa Kemal’in ateist olduğundan hiç kuşkum yok.
Ancak bu veri, Türk burjuva devriminin din kurumu ile ilişkilerini anlatmadığı gibi, devrim sürecindeki
öznel faktörü de tanımlamaktan uzak kalıyor. Tersine Türk burjuva devrimi dinsel ideolojiyle dönem
dönem ittifak arayışında olmuş, aydınlanmacılığı yarı yolda bırakmış ve nihai çareyi uzlaşmada
bulmuştur. Bu dengeciliğin başka burjuva devrimleriyle arasındaki mesafe ayrı bir tartışmadır; ancak
sömürücü bir sınıf olarak burjuvazinin dini eski düzenle birlikte tasfiye etmek yerine kendi
cephaneliğine katmayı tercih etmesi Türkiye’nin istisnası değil genel kuraldır. Yine Türkiye
örneğindeki uzlaşmacı dengenin bütünüyle önderliğin zaafına bağlanması yerine, islamın gerek bir
yönetenler rejimi olarak, gerekse burjuva toplumunun gelişmemişliği koşullarında toplumun
hücrelerine nüfuz etme yeteneği açısından sunduğu avantajların üzerinde durulması mutlaka yerinde
olacaktır. Bu tartışmalar başka zaman başka yerde yapılmak üzere dursun, ben burada şunun altını
çizeceğim: Öznel faktör din konusunda yarı-aydınlanmacı ve uzlaşmacı iken, önder kişi ateisttir. Bu
ikilik sürecin ayrıntılarda kavranması ve hissedilmesi için derin bir araştırma ve düşünme alanı
açmaktadır. Ancak bu ikilik uzlaşmaz bir çelişki anlamına gelmeyecektir.
İleri’nin çalışmasındaki sorun kanımca bu iki düzlemin yer yer birbirinin içine girmesidir ve Mustafa
Kemal Paşa’nın izole edilmiş bireyselliği ile sınıfsal belirlenimi arasındaki çizgi belirsizleşebilmektedir.
Önderin bireyselliği, ancak ve ancak sınıfsal belirlenimin devrede olduğu bir öznel faktör aracılığıyla
maddi hayat üzerinde etkide bulunur. Önderin bireyselliğinin doğrudan etkimesi kahraman-merkezli
bir tarih anlayışına yakınlaşacaktır. Kitapta da Kemal Paşa’nın bireyselliği sık sık maddi akış ile karşı
karşıya gelmektedir. Bir örnek:

“Atatürk ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demiştir. Türk olana dememiştir. Çünkü çağdaş Devlet, feodalizmi
burjuva devrimleri ile aşmış olan Ulusal Devlettir, bu hiçbir ülkede Etnik Devlet demek değildir. En
azından yüzyıl gecikme ile Türkiye bu bağlamda bir Ulusal Devlet halinde oluşmuştur. Bugün Türkiye
Cumhuriyeti’nde ‘Türk’ demek, etnik kökeni ne olursa olsun, Türk, Kürt, Tatar, Laz, Zaza, Çerkez,
Boşnak, Abaza, Arnavut hatta Ermeni hangi kökenden gelirse gelsin, bunların hangi karışımından
oluşursa oluşsun, sünni, alevi, musevi, hıristiyan, dinsiz hangi inanca bağlı bulunursa bulunsun, Bizim
olan bu vatanın Vatandaşı, öz sahibi olmak demektir. Türk Ulusculuğu bu karışımın ismi, sembolüdür.

Türk kültürü ise Urartu, Sümer, Medya, Hitit, Pers, Makedon, Lidya, Frigya, Elenistik, Roma (ki Rum bu
anlama gelir), Ermeni, Bizans, Selçuk, Türk, Kürt, Hıristiyan, İslam, Alevi, Bektaşi, Süryani, Yezidi,
Mevlevi, Ahi, Şeyh Bedrettin Komünizmi, Nakşibendi ve Anadolu’da yeşermiş nice kültürlerin
sentezinden başka birşey değildir, bunların tümünü içermektedir” (2) . [İLERİ Rasih Nuri]

Diplomasiyi ve siyaseti iyi bildiği kesin olan Mustafa Kemal’in dilinde kuşkusuz rastlantıya yer yok.
Atatürk Türk kimliği ile ilgili olarak etnik bir veriye değil, irade beyanına vurgu yapar. Gerçekten de
“diyene” sözcüğü bu modern ulus kavrayışını yansıtmaktadır. Atatürk’ün ismini alan hareketin ve
akımın Anadolu’da Osmanlı’nın mirasını yeniden biçimlendirecek bir ulus ve ulus-devlet oluşturmayı
hedeflediği açıktır. Osmanlı deneyimi bir dizi nedenle etnik ve dinsel bir kültür zenginliğini içermiş ya
da, aynı anlama gelmek üzere birarada tutmayı başarmıştır... Buraya kadarı tamam ve Rasih Nuri İleri
ile anlaşıyoruz.

İleri’nin değinmediği, ancak reddedeceğini hiç zannetmediğim bir unsur, her ulusçu ideoloji gibi
Atatürk’ün aforizmasında da diğer ulusal kimliklerin açık ya da dolaylı biçimde aşağılandıklarıdır. Bir
kimliğin verdiği mutluluğun altının çizilmesi, olsa olsa diğer kimliklerin benzeri bir gurura kaynaklık
edemeyecek olmalarına işaret eder.

Dahası, milliyetçilik burjuvazinin tarihsel rolüyle doğrudan bağlantılıdır ve bir sömürü sistemi olan
kapitalizmin üzerinde yükseldiği farklı etnisiteleri ve tarihsel kültürleri eşitlikçi bir temelde sentezleme
şansı olmadığı da bilinmelidir. Kemalist hareket asimilasyona esasen ihtiyaç duymayan ve çok-
kültürlülüğün yaşamasından zarar görmeyen Osmanlı sisteminin mirasçısı ve kurtuluşçu bir akım
olarak, eşitlikçi eğilimleri elbette barındırmıştır. Ancak kemalist hareket Rasih Nuri İleri’nin de defaten
belirttiği üzere kapitalist yolu şöyle ya da böyle benimsemiştir. Kapitalist yol genel kural olarak
eşitlikçiliği dıştalar. Dolayısıyla farklı kültürlerin eşit ve özgür bir sentezleşmesinin, bu anlamda
Darwinist bir modelin değil de, baskıcı unsurların gündeme gelmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
tarihsel gelişimi boyunca giderek egemen hale gelmelerinin şaşırtıcı bir yanı olmayacaktır. Burjuva
karaktere sahip olan kemalizm bu gelişimin nüvelerini içinde barındırmakla kalmamış, ilk
egzersizlerini de bizzat ve hoyratça sergilemiştir. Anadolu hıristiyanlarının tasfiyesi, Kürt isyanlarına
karşı tutum ve daha sonraların Türkçü tarih ve dil teorilerinin başka ne anlamı olabilir? Türkiye
kapitalizminin siyasal üstyapısı olarak Cumhuriyet’in ulus başlığında baskıcı bir rota tutturması,
kemalizmin inkarı ile değil, kaçınılmaz evrimi ile gerçekleşmiştir.

Kemalist akımın kapsamındaki varyantların ve kemalizmin değişik dönemlerdeki sözcülerinin bu


açıdan heterojen bir yapı arzetmelerinde de olağandışı bir durum yoktur. Ancak “hangisi daha
kemalist” sorusuna yanıt aramanın ne kadar anlam ve yarar taşıdığı doğrusu çok kuşkuludur. Bana
kalırsa, kurtuluşçuluğun işaret ettiği eşitlikçi-özgürlükçü değerler ile sermaye düzeninin işaret ettiği
eşitsizlik ve baskıcılık arasında kopuştan ziyade süreklilik bulunmaktadır. Bu sürekliliği tarihe empoze
eden ise eşitlikçi-özgürlükçü değerler ile eşitsizlik-baskıcılığın paylaştıkları kapitalizm paydasıdır.

Kuşkusuz olan şudur ki, uluslaşma sürecinin kendine özgü tarihsel arka planındaki çok-kültürlülüğe
vurgu yapan bir sol-kemalist kanal varlığını aşağı yukarı tamamen güçlü bir sosyalist akıma borçlu
olacaktır. Sosyalizm ne denli etkin olursa kemalist kulvarın sol uçlarını kendisine, “Anadolu
uygarlıkları” mirasına doğru çekecektir. Yoksa, kemalist kulvarın türkçü renklere, burjuva
milliyetçiliğine, şovenizme doğru açılmasının önü alınamaz. Yani kemalizmin kendi öz sermayesinde
bu yönelimlere karşı güvenceler aramak boşunadır. Yukarıdaki “süreklilik” temasının önemi kanımca
tam da bu noktadadır ve komünist hareketin davranışlarına ilişkin bazı verilere buradan hareketle
ulaşmak mümkün olacaktır.

Mustafa Kemal’in birey olarak ırkçı olmaması ile (ayrıca Atatürk’ün etnik Türk ırkçılığına yönelmesi
kendi Rumelili köklerini inkar olurdu!) Türk burjuva devriminin öznellik unsurunun baskıcı ögeler
içeren bir milliyetçiliğe salınım göstermesi birbirini dıştalamaz. Tarih ise Kemal Paşa’yı bireysel
ayrıntılarında değil, parçası olduğu devrimin genel karakteristiklerinde okumakta asla haksız
olmayacaktır.

Nitekim Kemal Paşa’nın Türk olanı değil, kendisine Türk diyenleri işaret eden sloganının modernliği ve
ırkçılıktan uzaklığı, bu sözün Kürt, Rum ve Ermeni yerleşimlerinde iğrendirici bir şovenizm
malzemesine dönüşmesini engellememiştir. Mustafa Kemal’in mirasçıları ya da onun sözlerini
sloganlaştıranlar, adeta karşısına “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazılmadık tek bir kilise, tek bir hıristiyan
okulu bırakmamaya and içmişlerdir. Kürt kimliğini inkar ve Kürtleri yoketme siyasetinin de ana sloganı
budur. Bu tabloda bir “öznel” faktör vardır. Bu öznel faktör düpedüz kafatasçıları, modern
milliyetçileri ve kozmopolit liberalleri içermektedir. Aralarındaki farklar önemsiz olduğu için değil sınıf
aidiyetleri ortak olduğu için...
Bir gelenek: Siyaset tekeli

Türkiye burjuva siyasetinin “tekelci” karakterinin oluşmasına en büyük katkıyı yapan kişinin Mustafa
Kemal olduğunu düşünmek için çok nedenimiz var. Kurtuluş Savaşı büyük ölçüde bu tekelcilik
sayesinde kazanılıyor. 1920-21 kavşağında Ankara “kurtuluşçu platform” üzerinde hegemonyasını
tesis etmekle kalmıyor, reel ve potansiyel her tür rakibini tasfiye ediyor. Mümkünse fizik olarak...

Bu başarıldığı ölçüde Türk ulusal kurtuluş hareketi, bütün dünyaya Anadolu’da bir devlet olarak
varlığını sürdüreceğini kabul ettirmiş de oluyor. Emperyalizm Osmanlı ülkesini toptan
sömürgeleştirme ve vekaletini alma projesini tadil ederek, İmparatorluk topraklarında bir Türkiye
ülkesini kabul etmek zorunda kalıyor. Kuşkusuz siyaset tekelinin kurulmamış olması halinde
emperyalizm paylaşım projelerinde maksimum çıkar elde etme arayışını sürdürür, bu anlamda
Sevres’in yol göstericiliğine sadık kalırdı. Oysa 1920-21 kavşağından sonra, Anadolu’ya sürülmüş
Yunan ordusu emperyalist ağabeyleri tarafından sahipsiz ve desteksiz bırakılıverdi.

Özetle Türk burjuva devriminin ve ulusal kurtuluş savaşı önderliğinin “siyaset tekeli” ilkesinde mutlak
anlamda gerçekçi ve politik bir anlam bulunmaktadır. Hareket sapkınca siyasal baskı meraklısı olduğu
için, demokrasi düşmanlığını kutsal kitap saydığından değil, bir ulusal devlet kuruluşuna ulaşmanın
tek yöntemi olarak siyaseti çok sokaklı karakterden uzaklaştırmayı ve kendi dar patikasında
tekleştirmeyi seçmiştir. Rasih Nuri İleri’ye göre bu da “gerçekçiliğin” bir yönüdür.

“Mustafa Kemal Paşa her şeyden çok kendi inisiyatif ve kontrolü dışında oluşabilecek ve Milli
Hareketin birliğini parçalayabilecek hareketlerden korkmaktadır. Hatta bu hareketler kendi eğilimi ile
aynı doğrultuda olsa bile” (3) . [İLERİ Rasih Nuri]

Bu nokta, konuyu Mustafa Suphi’lere bağlayacak. Aynı yöne, Sovyetlerle işbirliği ve ulusal kurtuluşa
yüzünü dönen komünist ve halkçı hareketlerin tasfiyesinde Ankara’nın ilke bellediği tekelci siyaset
belirleyici olmuştur. Özgün bir mücadeleyi kazanmanın tek yolunun bu olduğu açıktır. Ankara’nın
öteki rakiplerinin de siyasette tekel kurma ilkesini benimsemiş olmaları gerekirdi. Mustafa Kemal ve
arkadaşları tam da bunu varsaymışlardır. Anadolu’da faaliyet gösteren bütün siyasetçilerin, siyasal
içerikten bağımsız olarak kendisini ve ötekileri yoketmeyi amaçladığı yaklaşımı neredeyse paranoya
düzeyine çıkmıştır. Sonuç olarak Kurtuluş Savaşı’nda bütün siyasal ittifaklar geçici ve sahtedir.

Burada kemalistlerin -islamcılar, Kürtler vd bir yana- en azından komünistler konusunda haklı
olmadıklarını ekleyebiliriz. Komünistlerin işbirliğinde samimi olmadıklarına ilişkin tek bir veri
görülmüyor. Komünistler dürüstçe ulusal kurtuluş çorbasına tuzlarını katmak istiyorlar. Elbette
kendilerine özgü perspektif ve idealleri ile... Ancak dürüstlüğün komünistleri belli ölçülerde saf
durumuna düşürdüğünü not etmek gerekiyor.

Doğu Orduları Kumandanı Kazım Karabekir Paşa 3.8.1336 (1920) tarihinde emrindeki kumandanlara
şu mesajı geçiyor:

“Bakü’de Türk Komünist Partisi’nin memleketimizin içinde Millet Meclisinin haberi olmadan ufak
rütbelilerle veya halk ile teşkilat yaparak icraata kalkışması felaket olur. Bütün gücümüzün sarfıyla her
şeyin Millet Meclisince yukarıdan aşağıya yapılmasını sağlamak görevimizdir. Eğer komünizm kabul
edilmek gerekiyorsa bunu ancak Millet Meclisi kabul edebilir. Bunu Bakü’ye de bildirdim ve başka
türlü yapmalarına meydan ve-rilmiyeceğini anlattım. Onlar kabul ve Ankara’ya adam gönderdiler” (4)
. [KARABEKİR Kazım]

“Komünizm gerekiyorsa onu da biz yaparız”. Söylenen budur. Ama bunun samimi olduğuna nasıl
inanılabilir? Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 1920 yılında uluslararası konjonktür gereği ciddi ciddi
Bolşevizm ilan edip etmemeyi tartıştıkları bilinmektedir. Ama bu dönemki tartışmalar kadar bilinmesi
gereken, önderlik kadrosunun samimi bir sosyalizm eğiliminde değil, tersine köklü biçimde sosyalizme
karşıt rezervlere sahip olduğudur.

Bu iki açıyı da İleri’nin kitabından örnekleyeceğim. Sonra yazarın aynı konudaki tutumuna geleceğim.

Ankara Bolşevik olmayı tartışıyor:

Rıza Nur anlatıyor İleri aktarıyor

“Derken bir gün Vekiller Heyeti toplandı. Mustafa Kemal söze başlayıp şunları söyledi:

‘Arkadaşlar! Biliyorsunuz çok zamandır komünizm teşkilatı ile uğraşıyorum, her şeyini yaptık.
Mükemmel bir kuvvet olarak Yeşil Orduyu kurduk. Bu memleket ancak Bolşeviklikle kurtulur. Artık
zamanı gelmiştir. Kararınızı verin: Türkiye’nin Bolşevik ve komünist olduğunu dünyaya resmen ilan
edeceğim’ dedi.
Yeşil Ordu dediği Ethem’in kuvvetleri. Hiç ses yok... Bir müddet sonra Fevzi (Çakmak)’a reyini sordu. O
‘Muvafık’ dedi. Süratle başkalarına soruyor. Kimse bir şey demiyor. ‘Demek karar verildi’ dedi.

Derhal ‘Hayır verilmedi; beni dinleyin’ dedim (...)

Arkamdan Refet (Bele) (Dahiliye Vekili) ayağa kalktı. Şiddetle: ‘Rıza Nur’u tasdik ediyorum. Sözleri
doğrudur. Türkiyeyi Bolşevik yapamazsınız’ dedi. Bunun üzerine Mustafa Kemal ‘kalsın!’ dedi” (5) .
[NUR Rıza]

İleri, toplantı tarihinin Kasım-Aralık 1920 arasında olması gerektiğini not ediyor. Rıza Nur’un kendisini
“memleketi komünizmden kurtaran adam” olarak takdim ettiği ve bir megalomaninin etkisinde
yazıldığı sırıtan bu pasajın tamamını almadım. Atladığım yerde Türkiye’nin sınıf ve din konuları
itibariyle komünizmle kan uyuşmazlığı göstereceği ve bolşevik Türkiye’ye emperyalistlerin daha
şiddetle saldıracakları gibi argümanlar bulunuyor. Nakledenin gerici ve megaloman olması, olayın
üzerine kuşku düşmesi için yeterli değildir. Kemal’in Bakanlar Kurulu’nda bir komünizme geçiş
tartışması yaşanması makuldur ve elbette son derece çarpıcıdır.

Ankara Bolşevizme rezerv koyuyor

“Açıklamamdan anlaşılmıştır ki, KAYITSIZ ŞARTSIZ RUS TABİİYETİ DEMEK OLAN DAHİLDEKİ
KOMÜNİZM TEŞKİLATI amaç olarak tamamen bizim aleyhimizedir. Gizli komünizm teşkilatını her
surette durdurmak ve uzaklaştırmak zorundayız. (...) KENDİ ARZULARINI KOLAYLIKLA DESTEKLETMEK
İSTEYEN BİR TAKIM KİMSELER HİLELİ BİR TARZDA KOMÜNİZM VE BENZERİ TEŞKİLATINA TARAFTAR
OLDUĞUMU DAİMA YAYIYORLAR FAKAT YANLIŞTIR. Durum arzettiğim gibi Doğu ve Batı ile belirli bir
sonuca varmadan devrimlerden kaçınmak ve bu münasebetle Mustafa Suphi Yoldaşa da yazdığım gibi
NE YAPILACAK İSE HÜKÜMET VASITASIYLA YAPMAKTIR. ... Tabiatıyla komünizm ve Bolşevizme açık
olarak aleyhtarlığı uygun görmem” (6) . [ATATÜRK Mustafa Kemal]

Bu, Ali Fuat Paşa’ya yazılan 16 Eylül 1920 tarihli bir mektuptur ve dikkat edilirse Kemal Paşa “açıktan
anti-komünistlik yapılmaması” gerektiğinin altını çizmektedir. Tersi, yani açıktan komünistlik
yapılması olasılığı zaten konu dışıdır!

Ve bir siyasal yöntem olarak Ankara komünizmle ilişkisinde düpedüz takiyyecidir!


Eylül ortasından Kasım ya da Aralık’a kadar geçen sürede “açıktan anti-komünistlik yapılmasın”
talimatından “bolşevikliğimizi ilan edelim” çizgisine kaymak için nasıl bir neden bulunabilir? Bana
kalırsa böyle bir neden yok ve Kemal Paşa’nın bolşeviklik ilanı önerisinin samimi sayılması için de
neden yok. Öyleyse şu söylenmelidir: Siyasal önderlik, kendi ideolojik kimliğine ilişkin bilgi,
deklarasyon veya rivayetleri gündelik taktik konusu olarak kavramaktadır. Kimliğini taktik konusu
olarak kullanmak! Pragmatizm ve makyavelizmin doruk noktası bu olsa gerek!

Dönüyorum. Rasih Nuri İleri sosyalizme geçişin, en azından denenmesinin hafife alınamayacak bir
olasılık olduğunu yazar.

“Kemal Paşa öyle bir zorunluluk duysaydı bu rejimi (komünizm) de kurardı ancak KENDİSİ KURARDI,
bütün çelişki buradan gelmektedir. Paşa Lenin’in öngördüğü, proletarya devrimini hiçbir zaman kabul
edemezdi, devrim olacaksa, onu yukarıdan, kendi kadrosu ile gerçekleştirecekti. Türk proletaryasının
o dönemde bilinçli ve örgütlü bir sınıf olarak var olmaması da zaten başka bir olanak vermemekteydi.

(...)

Komünizme doğru kayışın nedeni Sevr antlaşması ile milletçe yaşantımıza son verilmesi ve dönemde
komünizmin bütün Avrupa’ya yayılmak istidadında bulunmasındandır.

İnönü ve Sakarya’da ordularımız yenilseydi Mustafa Kemal Paşa’nın bu yolu seçmesi zorunlu olabilirdi
kaldı ki, Enver Paşa pusuda beklemekteydi” (7) . [İLERİ Rasih Nuri]

Benzeri bir olasılık reel sosyalizm çağında, özellikle sömürgeciliğin çözüldüğü ve ulusal kurtuluş
savaşlarının doruğa yükseldiği İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yer yer gerçeklik haline gelmiştir.
Sosyalizmin kuruluşunun bir sınai altyapıya ve işçi sınıfı önderliğine dayandığı klasik modelin yerine
sosyalizmin bir sanayileşme, bir kalkınma modeli ve bağımsızlık yolu olarak hayat bulduğu pratikler
yaşanmıştır. İşçi sınıfının çok zayıf olduğu ya da hiç olmadığı koşullarda söz konusu Üçüncü Dünya
toplumlarının iç dinamiklerinin böylesi bir devrimci atılım ve deneme için yeterli olmayacağı açık. İç
dinamiklerden kalan boşluğu kuşkusuz Sovyetler Birliği’nin uzattığı yardım ve dayanışma eli, sosyalist
ülkeler topluluğunun emperyalist saldırganlığı frenleyen karşı ağırlığı, sosyalist sanayilerin birikimi vb.
kapatmıştır. Rasih Nuri İleri’nin işaret ettiği olasılık Türk Devriminin bu akımın erken hatta ilk örneğini
oluşturabileceğine denk düşmektedir.

Daha sonraları pratik bir gerçeklik haline gelen bir olgunun, Türkiye kurtuluş savaşı sırasındaki teorik
olasılığını kökten reddetmek mümkün değildir. Anadolu’da siyasal otoritesini tesis eden Ankara
hükümeti, emperyalistlerden uzlaşma sinyallerini almamış olsaydı, bir dizi jeopolitik veri ve
değerlendirmede hafif farklılaşmalar söz konusu olsaydı ve emperyalizm Anadolu’nun
sömürgeleştirilmesi stratejisinde “yola devam” dese idi, Ankara için nasıl bir çare kalabilirdi ki?
Kuşkusuz böyle bir sömürgeci basınç ulusal kurtuluş saflarını tırpanlar, işbirlikçiler çoğalırdı. Ancak
pek muhtemel ki, Kemal Paşa’nın içinde ve başında bulunacağı bir kadro ileriye doğru sıçramak
durumunda olurdu.

Ancak bu sıçramanın iç dinamikleri, 1945 sonrasının uluslararası dalgasına oranla yalnızca çok daha
zayıf olmakla kalmazdı. Osmanlı-Türk ülkesinin iç dinamikleri sosyalizm karşısında nötr kalmaz, esasen
karşı bir güç anlamına gelirdi.

Bir yandan toplumun küçük köylü yapısı ile sermaye birikiminin bir büyük burjuvazi şekillendirecek
ölçüde gelişmiş ve merkezileşmiş olmaması “nötr” kalma olasılığını destekleyecektir. Öte yandan
devlet ve siyasal iktidar gelenekleri ihmal edilemeyecek önemdedir. Türkiye ulusal kurtuluş
hareketinde bürokrasinin tutucu ve merkezi bir rol üstlenmesi ile sosyalizme geçiş birbirini dıştalar.
Bürokrasiyi böylesi bir mevkiden geri tutacak olan tek dinamik ise içeriden, ya bir emekçi ve sol
kaynaktan, ya da karşı-devrimci kamptan gelebilirdi... Bu tablonun çıkışı yok. Tarih içinde
spekülasyona devam etmenin de bir sınırı olmalı!

Bana kalırsa ve spekülasyonu kısa kesmek adına, şöyle toparlayabilirim: Türk ulusal kurtuluş sürecinin
önünde teorik olarak bir sosyalizm olasılığı olmuştur. Ancak bu önemsenecek bir olasılık değildir. Asıl
ikilem “savaşın ve bağımsızlığın kaybedilmesi ve sömürgeleşme” ile “sosyalist komşu ile iyi ilişkiler
içerisinde ve emperyalistleri bu iyi ilişkileri derinleştirmekle tehdit ederek dar bir patikadan arabayı
geçirmek” arasındadır. Kemalist önderlik ikincinin altından kalkmayı başarmıştır. Mustafa Kemal’in ve
eyleminin değeri buradadır, sosyalizm olasılıklarında değil.

Yeri gelmişken “Atatürk ve Komünizm” çalışmasının açıklığa kavuşturduğu en kritik noktanın,


dolayısıyla kitabı değerli kılan odak temanın, kemalist hareketin uluslararası dengeleri gözeten
incelikli “kurtuluş” stratejisini deşifre etmesi olduğunu vurgulamak isterim.

Komünist katliamı: Katil kim?

“Atatürk ve Komünizm”de Suphilerin ölümünden hangi odağın sorumlu tutulması gerektiği üzerinde
uzun uzadıya duruluyor. Bu tartışmaya geçmeden, yukarıda söz ettiğimiz tekelci siyaset ve komünist-
olmayan siyasal öz konusuyla bağlantılı ekler yapmak istiyorum.
Yine Kemal Paşa’nın Ali Fuat Paşa’ya yazdığı mektuba döneceğiz. Ali Fuat Paşa Moskova’ya elçi olarak
gideceği için bu yazışma çok önemli:

“Bolşevikler aynı zamanda memleketimizde Bolşevik teşkilatı kurmak için olağanüstü faaliyete
başlamışlardır. Bakü’ye gönderdikleri Mustafa Suphi ve arkadaşları vasıtasıyla Türkiye Komünist Genel
Merkezini meydana getirdiler. Tamamen Bolşevik fikirlerine kazanılan saf ve saf olmayan kişileri
sahilin her noktasına çıkardıkları gibi, içeride de Eskişehir ve Ankara’ya kadar göndermişlerdir.
Amaçları memlekette bir sosyal devrim yapmaktır. Bu halde memleket doğrudan doğruya Üçüncü
Enternasyonal’e yani Rusya’ya bağlı olacağından Bolşevikler hiçbir taahhüt ve yardıma lüzum
kalmaksızın bizi kendilerinden ayrılmış bir hale getirmiş ve Batılılarla politik pazarlıklarında daha güçlü
durum elde etmiş olacaklardır” (8) . [ATATÜRK Mustafa Kemal]

Bu analizin samimi olabileceğine inanabilir miyiz? Konumuz “inanmak” ile, yani Mustafa Kemal ya da
başkalarına dair önsel veya öznel yargılarımızla ilgili değil. Kemal Paşa’nın kendisinin yukarıdaki
pasajda yansıttığı tasarıma inanıyor olması imkansızdır! Böyle bir tasarım “Kurtuluş Savaşı Stratejisi”
ile taban tabana çelişik olurdu. Mustafa Kemal Anadolu’da iktidarda tutunmanın yolunun
emperyalizm ile sosyalist Rusya arasındaki çatlakta yürümekten geçtiğini bilmektedir. Moskova ise
Anadolu’da bir sosyalist iktidarın zafer kazanması halinde emperyalistlerin şiddetli bir karşı saldırıya
geçebileceklerini... Üstelik birinin bildiğini diğeri de bilmektedir... Şu “sahillere çıkartılan”
komünistler, 12 Eylül Cuntacılarının Fatsa civarından başlayacak Sovyet çıkartması hikayelerini
hatırlatmıyor mu! Evet tam da şu: Mustafa Kemal’in yaptığı, açıkça kendi hegemonyasını kurmak için
komünizm korkusu yaymaktır. Bu korkutma çalışmasında da dur durak tanımamakta, kendi
temsilcisini bile dolduruşa getirmektedir!

Yukarıda komünistlerin taban çalışması yapmalarına karşı gösterilen aşırı hassasiyeti örneklemiştik.
Ankara’nın doğrudan denetiminde olmayan her faaliyet tehdit sayılmaktaydı. İyi de Kemal Paşa, ne
niyetle Suphi’yi veya yetkili bir temsilcisini Ankara’ya davet etmektedir? Herhalde “çalışmalarınızı
durdurun” demek için değil! Peki iktidar tekelcisi Mustafa Kemal’in Sovyet yanlısı komünist partiyi
hükümete ortak etmeyi düşünme olasılığı var mı? (Bazı sol-liberallerin, öldürülmedikleri durumda
Ankara’ya bakan olmuş Mustafa Suphi ve Ethem Nejat resimleri çizdikleri, bu yolla komünistleri
iyiden iyiye renksiz ve önemsiz göstermek istedikleri bilinmektedir. Halk İştirakiyun Fırkası’ndan Tokat
Mebusu Nazım’ın Meclis tarafından seçildiği bakanlıktan Mustafa Kemal’in baskısıyla nasıl indirildiğini
bilmelerine karşılık, böylesi temelsiz spekülasyonlar uydurulabilmiştir) Ankara’nın Suphi’ye gönderdiği
davet daha başından bir pusu muydu, bilemeyiz. Ama bir olasılık da budur... Her neyse; elimizde bir
görüşme isteği vardır yalnızca.

Ankara bir temsilci ister, Suphiler heyet çıkartır. Ankara taban çalışmasını yasaklar, Suphilerin her
iddialı siyasetin yapacağı gibi, bu konuyu ancak bir dereceye kadar dikkate almış olabilecekleri tahmin
edilebilir. Ve Suphiler işbirliği için, üstelik yanlarında ciddi bir para ile yolculuğa çıkmışlarken bir
tezgahın içine düşerler. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının yolculukları Trabzon’dan sınırdışı edilmek
üzere bindirildikleri teknede son bulur. Rasih Nuri İleri bu konuda faturayı Enver Paşa’ya
çıkartmaktadır.

Ama ilk olarak marşa basan Ankara, yani Mustafa Kemal ile Kazım Karabekir paşalardır:

“Teşkilatınızın sadece B.M.M. Başkanlığı ile irtibat kurma ve muhafaza eylemesi gerekir. Türkiye
dahilinde uygulanacak her türlü örgüt ve devrimler ancak bu kanal aracılığı ile yapılabilir. B.M.M.’ne
tam yetkiye sahip BİR temsilci göndermenizi ... rica ederim” (9) . [ATATÜRK Mustafa Kemal]

TKP’nin örgütsel çalışmalarının Ankara için tehdit oluşturacak boyutlarda olduğuna inanmak imkansız.
Yani Ankara’nın bu mektuplaşmaların hemen akabinde bir provokasyona girişmesini siyasal bir
trajedi, bir tür kaçınılmazlık sayamayız. Herhalde TKP’nin “bir”den fazla sayıda kişiyle gelmesinden
“gelmeleri mutlaka engellenmelidir” diye bir sonuç çıkartılamaz. Görünen odur ki, TKP önderliği
topluca Ankara’ya varsaydı, siyasal ve örgütsel meşruiyetleri doğal olarak genişleyecek ve açık ve
etkili bir çalışma içine girmelerinin önü alınamayacaktı. Üstelik Ankara’nın göbeğinde komünistlerin
tasfiye edilmesine, Sovyetler ile ilişkilerin de izin vermeyeceği açıktı. Son olarak Ankara ve Anadolu’da
değilse de, komünistlerin bir de İstanbul ayağı vardı... Bu tablo siyaset tekelcisi Ankara’nın hoşuna
elbette gitmez. Ama biz neyin kimin hoşuna gitmiş olacağı ile ilgilenmiyoruz. Şimdilik “katil kim”
sorusuna gelmedik. Ankara’nın ikrar ettiği “tertip” için ortada meşru bir gerekçe bulunmadığının altını
çiziyorum.

“Mustafa Kemal Paşa: ‘Efendiler vaktiyle Baku’ya Mustafa Suphi reisliğinde bir heyetin memlekete
gelmek isteğinde bulunduklarından, bunların bir komünist partiye bağlı olduklarından bizi haberdar
etmişlerdi. Bu Mustafa Suphi’nin ahlakı hakkında bilgi sahibi olan bir çok arkadaşımız var. Sayın
Erzurum ahalisi bunu en yakından tanıyanlardır. Halbuki Mustafa Suphi son zamanlarda
memleketimize gelmek üzere bulunuyordu. Bunlardan bir kısmı sahil yoluyla gönderilmişler, kendisi
de Kars üzerinden gelmek istiyordu. Bunu haber alan Erzurumlular böyle bir adamın memleket
dahiline girmesinden son derece heyecanlanmışlar ve memlekete sokulmaması için girişimde
bulunmuşlardır. Bu adam memlekete girerse parçalarız...’

Bir Mebus: ‘Aynı isabet olmuş Paşa Haziretleri’

Mustafa Kemal Paşa: ‘Bendenize gizli olarak başvurmuş idi ve diyordu ki (memlekete girmesi-RN)
ahalinin tezahüratı karşısında mümkün değildir. Kendisi daha sonra hudut dışına çıkarılmak üzere
mahfuzen hudut haricine (gönderilmesi). Benim mütaleamı sordu... Geldiği sanılan bir adamın
memleket dahilinde serbest bırakılması... Erzurum’da uygulanması tasavvur olunan (planı-RN) uygun
buldum ve kendilerine yazdım. Bu telgraf da ondan sonra geliyor” (10) .
Bu nasıl iş? Önce yoldaş denip davet edilen Suphi’nin, sonra bir tertibe uğratılması ve sınırdışı
edilmesine karar veriliyor. Tertibi Kemal ve Karabekir Paşalar yapıyor. Komünist heyetin yolu üzerinde
provokasyonlar düzenleniyor.

Bir; ortada bir “tertip” var. Yani “davetin nedeni” konusunda bir noktaya varmış bulunuyoruz. Sürecin
-kanıt olmamakla birlikte muhtemelen- başından itibaren Ankara, komünistleri en azından kovmak
için davet etmektedir!

İki; kemalistler Komünist Parti’nin önünün mutlaka kesilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Hiçbir şekilde
ittifak, işbirliği düşünmüyorlar. Bu konuda kuşkuya yer olmaması gerekiyor.

Üç; komünistlerin halkın tepkisini almaları nedeniyle, neredeyse can güvenlikleri için sınırdışı
edilmeleri biçimindeki tertibin bu kadarı bile örtük provokasyonlara dayandırılıyor. Komünist
hareketin kitleler nezdinde zaaf içinde olduğunu düşünmek mümkün değildir. Tam tersi doğrudur.

Dört; TKP önderliğinin hangi karar süreçlerinin ürünü olarak öldürülmüş olduğunun açıklık
kazanmaması son derece doğal, hatta kaçınılmazdır. Hafiyelik mesleğinin sınırı vardır. Ancak hafiyelik
bulgularının önemi de sınırlıdır!

Katillerin başındaki Yahya Kaptan’ın Enver Paşa’nın örgütünden olduğu sabit. Enver Paşa’nın Suphi ile
sorunu derin. Sovyetlerin mühürünü Enver’in elinden alan Suphi ekibidir. 10 Eylül TKF’sini önceleyen
TKF’den Envercileri tasfiye eden de Suphi ekibidir. Kafkaslarda Sovyet şemsiyesi altında siyasal kariyer
örmeye çalışan Enver Paşa’nın varlık nedenini TKP ortadan kaldırmıştır. Enver’in yerin yarılıp Suphi’yi
yutmasını dilemek için yeterli nedeni bulunmaktadır.

Peki Ankara? Kemalistlerin aynı dilekte bulunmak için fazlasıyla nedenleri olduğunu kendileri ifade
etmekte ve Rasih Nuri nakletmektedir...

Sınırdışı edilmek üzere Trabzon’dan motora bindirilen Suphi, Nejat ve yoldaşlarının peşinden Teşkilat-
ı Mahsusa’nın Yahya Kaptan’ı yetişmiş ve komünist hareketimizin maruz kaldığı ilk katliam
gerçekleşmiştir. Ama siyasi karar mekanizması neresidir? İleri’ye göre Enver:
“Ankara Hükümeti Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Sovyetlerin karşısında küçük düşürmeyi, ve Bakü’ye
geri yollamayı planlamıştır. Ancak Trabzon’a varmadan önce durum değişmiştir. Şehre hakim olan
‘Trabzon Müdafai Hukuk Cemiyeti’ başkanı Barutçuzade Hacı Ahmet efendi ve arkadaşları adamları
olan Kayıkçılar Kahyası Yahya Kaptan’a cinayet emrini vermiştir.

... Sonuçta Sovyet tepkisi olmadığına göre, Ankara Hükümüti kârlı çıkmıştır diyenler vardır, ancak
cinayetin bu yönde oluştuğu hakkında belge yoktur, aksine Enver Paşa’nın bu cinayetin arkasında
olduğu kesin gibidir” (11) . [İLERİ Rasih Nuri]

İleri’ye göre Enver’in gizli örgütlenmesi böyle bir katliamı yapacak kadar güçlüdür. Özellikle Trabzon
yöresinde... Bu değerlendirme doğru olabilir ancak tertip katliamla da bitmemiştir:

“Yahya Kaptan (Enver Paşa’nın yurda dönüş girişimi ile ilgili olarak) Sivas’ta mahkeme karşısında
hesap verince temize çıkar, ancak ‘sıkıştırsalardı hepsini söylerdim’ der. Topal Osman onu vurdurur.
Konuyu incelemekle görevli Milletvekili Ali Şükrü Bey’i Topal Osman öldürür, yakalanması gerekince o
da öldürülür ve mesele kapanır” (12) . [İLERİ Rasih Nuri]

Enver’in örgütü bu kadar güçlü müdür? Bu birinci soru. İkincisi, Enver’in örgütü komünist öldürme
ayıbını örtmek hangi saikle bu kadar zahmete girmiş olabilir? Benim bildiğim kadarıyla, ancak
meşruiyet ve hukuksallık arayan devletler pisliklerini görünmez kılmak için bu kadar uğraşır. Yenik
muhaliflerin ise uğraşmaya mecalleri kalmamıştır zaten.

Enver’in Suphi ile husumetinin hem eski, hem derin hem de yakın zamanda Moskova’nın mühürünü
alma yarışında tazelenmiş olduğu açıktır. Enver’in de kuşkusuz Anadolu devrimi kazanına yeni ve
güçlü bir öznenin girmesine tahammülü yoktu. Ancak Kemal kadar kuşkucusu var mıdır? Kemal kadar
gerçekçisi var mıdır? Siyaseten komünist önderliğin silinmesinden yarar bulan açıktır ki, Ankara
olmuştur. Ankara’nın memnuniyeti bir yorum değil; Mustafa Kemal kendisi dile getirmektedir. Aslında
kemalistler komünistlerle ilişki kesme ve siyasal tasfiye kararını önceden almışlardır.

“Hiçbir durumda merkezi dışarıda bulunan bir örgütle işbirliği edemeyiz” (13) . [ATATÜRK Mustafa
Kemal]

Kemal Paşa 22 Ocak tarihli TBMM konuşmasında iç siyasette komünizm ile dostluk dönemini resmen
ve alenen kapatır (14) . Bu konuşmada hem köprü atma hem de Mustafa Suphilere karşı bir tertip
yapılacağı beyanı vardır. Belli ki Kemal Paşa ve arkadaşları Suphilerin Ankara’ya gelmeleri halinde
(yani davete icabet etmeleri halinde!) ne yapılacağını uzun uzadıya tartışmış bulunuyor:
“Her halde bir kaynaşma olabilir, bir inkılap girişimi olabilir. Bu nedenle Hükümet tedbir düşünmek
zorundadır.

Efendiler iki türlü tedbir olabilirdi. Birincisi: Doğrudan doğruya Komünizm diyenin kafasını kırmak,
diğeri, Rusya’dan gelen her adamı derhal denizden gelmişse vapurdan çıkarmamak, karadan gelmiş
ise hududun dışına defetmek gibi köklü, şiddetli, kırıcı önlem kullanmak” (15) . [ATATÜRK Mustafa
Kemal]

Mustafa Kemal Sovyetlerle ilişkilerin hassasiyeti nedeniyle böyle şeyler yapılamayacağını


söylemektedir. Bu arada Karabekir’in tertibi iş başındadır!

Kemal Paşa’ya göre sola karşı şiddet sakıncalı olduğu için geriye tek yol kalır:

“... fikir cereyanına karşı fikir cereyanı vermek fikre fikirle karşılık vermektir...” (16)

Şimdi sanmayın ki, kemalistler teori, ideoloji veya kültürden, bu alanlarda marksizmle boy
ölçüşmekten söz ediyorlar. Bakın arkasından çıka çıka ne çıkıyor:

“İşte bu düşüncenin ürünü olmak üzere Ankara’da Komünist Partisi adında bir parti kuruldu...” (17)

Bu Meclis konuşmasında sorular üzerine Mustafa Kemal’in yalana başvurduğunu Rasih Nuri
saptamakta ve yazmaktadır. Konu bu “dost” komünistlere para yardımı yapılıp yapılmadığı.
Yapılmıştır, ama bizzat Kemal Paşa tarafından yadsınır (18) .

Enverlerin Suphilere karşı kini vardır. Enver’in Suphi’ye vurarak kazanabileceği bir “Sovyet temsilciliği”
ise artık söz konusu olamaz. Hoş; Enver Paşa, Moskova’yı ikna edip “mühürü” eline alsa bile, artık bu
mührün “geçmeyeceğini” Ankara ilan etmektedir.

Kemalistler Suphilerden ürkmektedir: Siyasette rakip istemiyorlar ve kendi paylarına elbette bu


yaklaşımları meşru. Ama yalnızca kendi paylarına! Kemalistlerin komünistlere vurarak kazanmayı
umacakları Anadolu’da siyasal hegemonyadır. Bir olasılık olarak bile, eğer Rus komünistlerinin
Türkiye’den daha fazla beklentileri varsa o da kırılmış olacak. Batı ise Ankara’nın komünizme
yatmadığını somut olarak anlamış olacak!

Mustafa Kemal’in Suphilerin katlinden bir hafta önce 22 Ocak 1921’de Meclis kürsüsünden dışarıdan
gelecek komünistlere ne muamele yapılması gerektiği konusunda söyledikleri ilgi çekici. Ancak Kemal
Paşa bu konuşmada söylediğini yapmamıştır! Şiddetli ve kırıcı önlemlere başvurmanın sakıncalarını
ifade etmiş, ama konuşmasında yapılamaz saydığı (ve “kafasını kırmak” tabiri ile birlikte telaffuz
ettiği) “hududun dışına defetmek” seçeneğini Karabekir ile birlikte organize ettiğini zaten sonradan
kendisi kabul etmiştir; Karabekir’in yazışma ve talimatları da bellidir. İyi de, biz Mustafa Kemal’in
hangi sözüne inanacağız? Yapmayacağım dediğini bir hafta içinde yapan Kemal’in yalnızca “sınırdışı
etme tertibine” imza verdiği yolundaki beyanlarını neye dayanarak geçerli sayacağız? Herhalde
içimizden Kemal Paşa’ya inanmak geldiği için...

Ama bu tartışmayı kendi payıma bir yerde kesmeliyim. Geriye birkaç nokta daha kaldı. Okuyucuyu
TKP önderliğinin katledilmesine ilişkin bir tartışmada yarı yolda bırakamam elbette. Ancak artık kendi
sonuçlarımı yazmanın sırası geldi:

Konumuz bir polisiye vaka değil, bir siyasi mücadeledir.

Suphilerin ölümünden gerek Enverciler gerekse kemalistlerin memnuniyet duymak için nedenleri
vardır.

Enver’inki intikam, Mustafa Kemal’inki iktidardır.

Bu satırların yazarı asla kendine tarihçi, hatta tarih araştırmacısı sıfatını takmamaktadır. Ben iyi bir
tarih okuru ve marksist siyasetçi, bir komünist olma çabasındayım. Tarih araştırmacısı olsa idim,
somut olarak Mustafa Suphi’nin ölümüne giden karar mekanizmasını deşifre etmekle ilgilenebilirdim.
Ben somut mekanizma üzerinden değil, siyasal yarar mekanizmalarının soyutluğu düzeyinde akıl
yürütmeyi seçiyorum.

Bu durumda Suphilerin yok edilmesinden ve TKP’nin İstanbul’daki Şefik Hüsnü grubuna rücu
etmesinden öncelikle çıkarı olan tarafın, Ankara hükümeti ve kemalist önderlik olduğunu görüyorum.
Doğal olarak vur emrini kimin nasıl verdiğini bilemem; ama Rasih Nuri İleri’nin faturayı Enver Paşa’ya
göndermesinden, anlatmaya çalıştığım siyasal kurgum nedeniyle tatmin olamıyorum. Bu akıl
yürütmede siyaset düzleminin ise soyut ama yeterli olduğu kanısındayım. Siz Ankara hükümetinin ve
siyaset ustası Atatürk’ün yasa ve hukuk dışı yöntemlere başvurduklarında ortada delil bırakacaklarını
düşünebiliyor musunuz?

Rasih Nuri’nin akıl yürütmesi ise benim için başka sıkıntılar da barındırıyor:

*Enver ile Suphi çelişkisinden çıkmış bir kıyımın siyasal olmaktan ziyade nefrete dayalı bir anlamı
olabileceğine yukarıda değindim.

Enver’in adamlarından Küçük Talat’ın hırçın bir mektubu var. Rasih Nuri bu mektubu “atfı cürüm”
sayıyor ve özel bir önem veriyor. Ama dedim ya, Mustafa Kemal’in konuşmalarından yola çıkıp belirli
bir akıl yürütme ile ilerlersek “suçun ikrarı” bile çıkabiliyor.

Karabekir’in Erzurum Valisi Hamit Bey’e verdiği talimat da İleri tarafından samimi sayılıyor:

“Buna göre Mustafa Suphi ve arkadaşlarının sınır dışına çıkarılmasında aşağıdaki BİR TERTİBİN İCRASI
uygun görülmektedir... Bir komünist olan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının memleketten ihracı
vesilesiyle dış komünist alemde hayal kırıklığına ve eleştiriye neden olunmaması için de ihraç
teşebbüsünden sonra Mustafa Suphi ve arkadaşlarının halk gözünde ŞAHSEN SANIK HALİNE
SOKULMALARINA ve memlekette sükun ve birliğin muhafazası gereğine dayanarak halkın isteklerine
boyun eğmek zorunluğundan söz eden resmi bildirinin yayınlanıp ilanı yerinde bir tedbir olacağını
arzeylerim” (19) . [KARABEKİR Kazım]

Niçin Kemal Paşa cephesine iyi niyet ve dürüstlük atfediyoruz? Neden Karabekir’in katliam
organizasyonunun üzerini örtmek için ortaya daha düşük şiddet belgeleri serpiştirmiş olabileceğini
düşünmüyoruz?

*Kemal Paşa’nın 25 Ocak tarihli telgrafı ise yine samimi sayılıyor. Telgrafın yerine katliamın ertesi
günü ulaştığı ve dolayısıyla Kemal Paşa’nın “elinden bir şey gelmeyeceğini” yazıyor Rasih Nuri... Bu
telgrafta Mustafa Kemal komünistlerin yolculuğu hakkında bilgi istiyor. Aynı Mustafa Kemal’in telgrafı
çektirmeden üç gün önce komünistleri en azından siyaseten tasfiyeye karar verdiğini ve bunu ilan
ettiğini, fiziki bir tasfiyeyi ise aklından geçirmiş olduğunu “itiraf ettiğini” biliyoruz!

*Karabekir’in aylar sonra (Haziran 1921) yazdıklarında da bir suç ikrarı okuyabilmek mümkündür:
“K.Karabekir 5 Mayıs 1921 günlü yazısıyla BMM Başkanlığına ve Fevzi Paşa’ya ‘Tamamen Bolşevik ve
Komünist esaslarını kapsayan seksenbeş maddelik Program’ın ismine (Halk Şuralar Fırkası) ismi
verilerek Anadolu’ya girmeğe başlamıştır. Bu Programı Moskova’da Enver, Berdi ve Naim Cevat
bastırdılar. İşbu Program Anadolu’ya girmeğe başlamıştır. Trabzon’da Küçük Talat, Ankara’da Nail
vesaire bu gibi kişilerin bu işlere kanal olduğu sanılır... Enver şahsını yükseltenlere karşı çok zayıftır ve
çabuk aldanır. Bolşevikler Mustafa Suphi ve emsali ile yapamadığı Anadolu Kızıl Devrimini Enver Paşa
ve arkadaşları vasıtasıyla yaptırmağa çalışacaklar ve doğal olarak sonra eğemenliği kendi ellerine
alarak devrim yapanları imha edeceklerdir. Nitekim Ermenistan’da olay aynen olmuştur’ demektedir,
ve Parti Programını Ankara’ya göndermektedir. Karabekir’in başka bir yazısında ilginç bir tümce
geçmektedir: ‘Bu Programın en elim maddelerinin bazıları şunlardır: Erkek ile kadın arasında hiç bir
fark kabul etmiyerek bir çalışma tarzı kurmak...” (20)

“Mustafa Suphi ve emsali ile yapamadığı ...” ifadesi adeta bir ikrardır. Ayrıca bu ifadeler komünistlere
karşı şiddetli bir nefreti de dışa vurmaktadır. Dikkat edilirse bu nefret tamamen siyasi ve ideolojik.
Rasih Nuri’den naklettiğim son tümce bunu söylüyor!

Kemalist kadro ve sağcılık-solculuk

Rasih Nuri İleri, 1921 yılının başlarında bir sağa kayış saptıyor. Tam bu günlerde TKP’ye, Ethem’in Yeşil
Ordu’suna karşı tasfiye gerçekleştiriliyor. Aynı günlerde imdada İnönü Zaferi yetişiyor. Hatırlanacaktır
Yalçın Küçük’ün “Türkiye Üzerine Tezler”indeki geliştirdiği yorum Birinci İnönü Zaferi diye
adlandırılacak bir olgunun bulunmadığı, Ankara hükümetinin ihtiyacı olduğu bir aşamada bir “zafer”
imal ettiği kurguladığı yolundadır... Velhasıl 1920 yılı ile 1921 Mustafa Kemal önderliğinin pozisyonları
gerçekten soldan sağa bir gidişatı ifade eder. Buraya kadarı tamam olmakla birlikte, Kurtuluş Savaşı
önderliğinin 1920’de ne kadar solda olduğu konusuna netlik kazandırılmalıdır.

“Bolşeviklik ilanı ile ilgili anayasa taslağı elimizde yoksa da, 1921 Ocak ayında, yani BİRİNCİ İNÖNÜ
ZAFERİ’NDEN ON GÜN SONRA KABUL EDİLEN Anayasa’nın oluşması çok ilginçtir ve bu oluşum soldan
sağa kayışın ilk emarelerini vermektedir” (21) . [İLERİ Rasih Nuri]

Mustafa Kemal’i izliyoruz:

“BMM Başkanlığına,
Vekiller Heyeti’nin politik, sosyal, idari, askeri görüşlerini derleyen ve idari teşkilat kararlarını
kapsayan programı BMM’ne sunuyorum. İşbu esaslara dayanarak hazırlanması gereken kanun
tasarılarının dahi sunulmak üzere olduğu arzedilir” (22) . [ATATÜRK Mustafa Kemal]

Metin eski düzenle barışık başlar:

“1. TBMM milli hududu içinde hayat ve bağımsızlık sağlamak ve hilafet ve saltanat makamını
kurtarmak andıyla kurulmuştur” (23) .

Bu birinci maddeden sonra bağımsızlıkçı, anti-emperyalist bir ilericilik ile devam edilir. Altıncı madde
“egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” demektedir. Beşinci madde ise eski düzen konusuna şiddetle
geri döner:

“5. Hilafet ve saltanat makamının kurtarılmasında başarı hasıl olduktan sonra Padişah ve Halifeyi
Müslimin esas kanunlar dairesinde muhterem ve mübeccel mevkiini ahzeder” (24) .

Kısa yoldan gidip buradan bir saltanat restorasyonu programı çıkartmak haksızlık olacaktır. Artık
egemenlik eski egemenlerden alınmıştır, çünkü. Dolayısıyla saltanat ve hilafet fonksiyondan
arındırılmış ve simgesel bir mevkiye yerleştirilmiş olmaktadır. Bu uygulamanın “gerçekçi” olduğu
düşünülebilir. Kurtuluş hareketinin henüz içi dışı bir davranabilecek kadar güçlü olmadığı kabul
edilebilir. Ama mazeretimiz buysa, adı dengecilikten başka bir şey olmayacaktır ve bana kalırsa bu
dengeciliğin ilkeli bir solculuk olduğunu söylemek de imkansızdır. Tekrar ediyorum ve altını çiziyorum,
bu metnin Mustafa Kemal tarafından sunulduğu tarih 18 Eylül 1920’dir. Hareketin en solcu sayıldığı
günler!

Rasih Nuri İleri bu süreci aktardıktan sonra son gelinen noktayı özetliyor:

“Tasarı değiştirilmiş şekliyle 18 Kasım 1920 günü Meclise gelecektir, ve de ilkeleri ‘Büyük Millet
Meclisi Beyannamesi’ olarak kabul edilip tarihe malolacaktır. Burada iki zıt fikir çatışmaktadır, biri
mesleki temsil fikri ki, komisyon bunu 4. Maddeye eklemiştir, diğeri Tunalı Hilmi Beyin getirdiği Şura
fikri, Meclis sonraları ikisini de reddecektir. Anayasa kanunlaştığı zaman artık İnönü Savaşı kazanılmış,
Ethem Beyin Kuvayi Seyyaresi ile de ilişkileri olan Mustafa Kemal Paşa’nın tasarladığı ‘Bolşevik’ idare
tarihe karışmıştır” (25) . [İLERİ Rasih Nuri]
Bu tablodan Mustafa Kemal Paşa’nın bolşevik idare tasarımı gerçekten çıkabilir. Buna bir itirazım yok.
Ancak bu tasarım olsa olsa Kemal Paşa’nın beyninin kıvrımlarında samimiyet kazanmış olabilir. En
baştaki kavramları hatırlarsak, Kurtuluş Savaşı önderliğinin kolektif öznelliğinde bu yaklaşımın bir
ağırlığı olduğunu düşündürtecek tek unsur, Kemal Paşa’nın gerçek görüşlerini mi ortaya attığı, yoksa
zaman zaman yaptığı gibi çevresindekileri teste mi tabi tuttuğu belirsiz kalan ve yukarıda Rıza Nur’un
anlatımıyla (Rasih Nuri’den) aktarılan temaslardan ibarettir. Yeri gelmişken söylemeden geçmeyelim,
Mustafa Kemal’in Çerkez Ethem’i (resmi) TKP’ye davet edip tüzük ve programı hakkında görüş istediği
ve üstelik kendisinin de kurucu olduğu yolundaki mektubunu Rasih Nuri İleri şöyle yorumlar:

“... Mustafa Kemal Paşa’nın ‘ben’ girdim demeleri şaşırtıcıdır. Ayrıca ‘şube kurmak’ hakkındaki kısım
da, eğer niyet yoklaması değilse, Mustafa Kemal Paşa’nın sonraki görüşleri ile taban tabana aykırıdır,
kanımıza göre amaç Ethem Bey’in bu yoldaki faaliyetlerini kontrol altına almaktır” (26) [İLERİ Rasih
Nuri]

Bu yorum oldukça mantıklı görünüyor.

Sonrasında ise Ankara komünistlik konusunda, düzenin geleceğine örnek teşkil edecek olan
hassasiyeti geliştirmekte kusur etmez. Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) lideri saltanatın
kaldırılması vesilesiyle Meclis’e bir kutlama mesajı gönderir. Mesaj devrimci bir “ümit” ile sona
ermektedir:

“... yakın bir gelecekte işçi ve çiftçilerimizi hakiki kurtuluşa eriştirecek tek çare olan müşterek üretim
ve mülkiyete dayanan sosyal devriminin olacağını kuvvetlice ümit ettiğimizi arz ile Millet vekillerini
tebrik ederiz” (27) . [HÜSNÜ Şefik]

Meclis İkinci Başkanı cevap yazarken pek titizdir:

“... Milli Egemenliğin tebrikinden dolayı teşekkür olunur efendim” (28) . [(ADIVAR) Adnan]

Adnan Bey “hakiki kurtuluş” temennisine teşekkür etmediğini diplomatik ama çok açık ifade ediyor.
Bu bilincin Kurtuluş Savaşı önderliğinde sonradan geliştiğini düşünmek kanımca doğru olmayacaktır.
Ancak önderlik Türkiye’nin bağımsız ve burjuva bir devlet olarak varlığını Rusya’nın sosyalizmine
borçlu olduğunun her daim bilincinde olmuş ve bu dengeyi tam anlamıyla “gerçekçi” biçimde
gözetmiş, stratejisini bu imkanın üzerine bina etmiştir.
Mustafa Kemal mi? Önderliğin yapısını bazı açılardan ileri çeken kişiliğin onda bulunduğu, bu anlamda
Kemal Paşa’nın önderliğin ortalamasından ileride konumlandığı düşünülebilir. Önderlik yapısı
üzerinde, yani devrimin “sübjektif faktörü” üzerindeki en güçlü kişisel belirleyenin yine Mustafa
Kemal Paşa olduğunu unutmadığımız taktirde bir sakıncası kesinlikle olmayacaktır...

Yarım devrim ve net tercih

“Ne yazıktır ki Cumhuriyet hükümetleri Kürt beylerin rejim ve Anayasa dışı sosyal güçlerini
kırmadansa, köklü bir toprak reformu yapmadansa, o bölgeyi az gelişmiş halinde bırakmak,
geliştirmemek sakat ve kolay yolunu tutmuşlardır, aşiret sosyal düzenini yok edememişlerdir” (29) .
[İLERİ Rasih Nuri]

“Mustafa Kemal Paşa İstiklal Savaşımızda ve daha sonra köklü bir toprak reformunu yapacak olanağı
ve gücü kendinde bulabilseydi bugün Doğu ve Güney Doğu Anadolu’nun sosyo-politik durumu, Kürt
sorunu temelden değişik olurdu. Türk demokrasisi rayına oturabilirdi” (30) .[İLERİ Rasih Nuri]

Kişi olarak bir liderin rolü ile bir toplumsal dinamiğin içerdiği öznel faktörün rolü arasındaki farklılığı
baştan beri anlatmaya çalışıyorum. Sanırım İleri’nin tarih yorumunda bana “sorunlu” gelen boyutu
sergileyebilmişimdir. Yukarıdaki son alıntılar için ise şunu söylemek isterim: Cumhuriyet
hükümetlerinin ve köklü bir toprak reformunu yapacak olanağı ve gücü “buldurmayan” güçlerin
hesabına yazılan fatura Mustafa Kemal’i de kapsamına alır. Çünkü Kemal Paşa sözü edilen güçlerin bir
parças,ı önderi, onları kişisel hegemonyası altına alan kişi ve çoğunun somut, tamamının tarihsel
temsilcisidir. Öyle ki feodalite söz konusu olduğunda, kemalist önderlik bu sınıfa rağmen iş görmemiş,
tam da İleri’nin övdüğü “gerçekçiliğini” bir kez daha sergilemiş ve gücünü biraz da bu sınıfa
dayandırmıştır!

Mustafa Kemal’i bu koşulların dışına çekip analiz etmeye çalışmanın bir sınırı vardır. İleri’ye göre bu
sınırı aşabilseydik, yeni Kemal fotoğrafı çok daha ilerici ve devrimci olacaktır.

Yıllar ilerledikçe Mustafa Kemal’in pozisyonu çok açık hale gelir. 1 Kasım 1937 tarihli TBMM 5. dönem
3. toplanma yılının açılış konuşmasından yine “Atatürk ve Komünizm” aktarıyor:

“Milli ekonomimizin temeli ziraattır. Ziraat rejimini kurmalıyız: a) Topraksız çiftçi kalmamalı; b) Toprak
bölünmemeli; c) Büyük çiftliklerin genişliği bölgeye göre sınırlanmalı...
Zorunluluk olmadıkça piyasaya karışılmaz” (31) .[ATATÜRK Mustafa Kemal]

Bu özel mülkiyetçilik konunun özüdür. Demokratik devrim sürecinin yarım kaldığı saptaması elbette
doğrudur. Ancak düğümü çözecek olan kişiler değildir. Bu düğümü hareketin sınıfsal karakteri ve
tercihleri ortaya çıkarmıştır. Bu kısır döngüyü İleri de vurgular:

“Kaldı ki, ‘etraf’ Ankara’da arsa spekülasyonlarına daldıkça, ve devlet eliyle zenginleştikçe, böyle bir
yolu (sosyal inkılap) seçmesi olanakları da giderek azalmaktaydı. Kendileri (yani Mustafa Kemal-yn.)
de iki yönden bu zenginleşmeyi desteklemekteydiler:

1- Güç kazanmak, kendisine bağlı bir zümre yaratmak.

2- Ekonomimize hakim olan yabancı sermayenin ve gayrımüslim işadamlarının ekonomik ve politik


gücünü kırmak” (32) . [İLERİ Rasih Nuri]

Bu yaklaşım Şefik Hüsnü’ye dayanıyor. Rasih Nuri’nin kitabının başında TKP Genel Sekreterinden
yaptığı alıntıyı biz de okuyalım:

“İktidardan yararlanarak bir kısım küçük ve orta sermayenin sahipleri cürretli işlerle büyük güce sahip
olur, artık ekonomik baskı istemezler. Zorunlu olarak yabancı sermaye ile işbirliği ederler. Hükümete
baskıda bulunurlar. Halk fırkası bu iniş üzerindedir. Bu küçük burjuva fırkasına mensup nüfuzlu
üyelerin sermayeleri arttığı oranda devrimciliği azalacaktır” (33) . [HÜSNÜ Şefik]

Türkiye devriminin köklü bir burjuva demokratik devrim olarak tarihe yazılamamasının nedeni çok
yalındır: Bu bir burjuva devrimidir. Her burjuva devrimi gibi, ama hele burjuvazinin “devrimci
barutunu” tükettiği bir çağda, sermayenin evrensel bir eğilim olarak tutuculaştığı, gericileştiği
emperyalizm çağında başka türlüsü mümkün değildir.

Bu tutuculuk kemalist önderlik özelinde dengecilik veya (aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere)
gerçekçilik şeklinde tezahür ediyor. Türkiye burjuva devrimi sınıf mücadelesinden ölesiye korkuyor.
Tarihin karşı konulmaz akışında kendisinden geride kalanlara, feodaliteye, saltanata, hilafete bu
nedenle dönem dönem uzlaşmacı, genel olarak titrek yaklaşıyor. Kendisinden ileriye uzananlar
karşısında ise sahip olduğu maddi avantajı fazlasıyla, pervasızca kullanıyor.
“Atatürk Sovyet elçisi Aralof’la konuşurken karşı güçlerin yokluğunu, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz birer
çatışma haline gelmediğini, asker kadrosunun devrimciliğini olumlu faktörler olarak göstermektedir.
Bunlar savaşın kolay kazanılması için olumlu nedenlerdi, ancak sosyalist bir devrimi engelleyen yine
bu aynı nedenlerdir” (34) . [İLERİ Rasih Nuri]

“Dünyada yeni uygulanmaya başlayacak olan bir rejimin Türkiye’deki şartlara göre değerlendirilmesi
ve bu yönde yepyeni teorik sorunları çözmek ve hele öyle bir harekete uygun bir örgüt kurabilmek
Türkiye’nin asker-sivil aydın kadrosunun başarabileceği bir iş değildi. ‘Mesleki temsil’ ve ‘şura’ seçim
şekilleri için meclis’te yapılan iyi niyetli tartışmalar, sonunda kurulabilecek Bolşeviklik taklitçiliğinin,
Batı taklitçiliği gibi sırf yüzeyde kalacağının açık bir delilidir.

Mustafa Kemal Paşa’nın ‘Bolşevikliği’ bu şekilde dahi kabul etmesini engelleyen iki önemli neden
daha bulunmaktadır. (Rasih Nuri ikinci neden olarak daha aşağıda M.Kemal’in Rus devriminin Rus
milliyetçiliğine dönüşmesi olasılığından duyduğu endişeyi belirtiyor -yn.) Bir tanesi Mustafa Kemal
Paşa’nın ‘yukarıdan devrim’ şartı ile sosyalist devrimin örgütlenmiş bir halk hareketi ve ayaklanması
karakteri arasındaki çelişkidir. Mustafa Kemal Paşa, İstiklal Savaşı süresince bir sınıf mücadelesinin
savaş gücümüzü azaltacağını ve hele Kürt Beylerini İngilizler’in kucağına düşürerek Misakı Milli’yi
temelinden böleceği kanısındaydı.

Aynı zamanda böyle bir sınıf savaşının T.B.M.M. kontrolünden, kendi kontrolünden kolayca
çıkabileceğini görmekteydi” (35) . [İLERİ Rasih Nuri]

Bu tabloya ekleyecek bir şey yok. İleri ise, bir adım daha atıyor ve iç dinamikleri açısından zayıf olan
Türkiye’nin dış dinamiklerin çekme veya itmesiyle bir sosyalizm şansı olabileceğini not ediyor:

“1919-1922 Türk Sosyal devrimi Türk komünizmini kurma olanaklarını Sakarya kıyılarında, Ankara’da
değil Berlin’de, Varşova’da, Vistül kıyılarında kaybetmiştir” (36) . [İLERİ Rasih Nuri]

Benim notum ise iç dinamiklerin bu kadar da zayıf olmadığı yolunda olacak. Sözünü ettiğimiz sosyal
zaafiyeti, Osmanlı-Türk tarihinde siyasal alan ve devlet gelenekleri kapatmıştır. Bana kalırsa Türkiye
(burjuva) kurtuluş sürecinin sosyalizme dönüşmesinin tek şansının Ekim Devrimi’nin uluslararası
yaygınlaşması ve dünya devrimine dönüşmesi olduğu açıktır.

Ancak birincisi; bu dönüşümün iç gerilimsiz olabileceği akla bile getirilmemelidir. Yani kemalist
önderliğin kendisinin transforme olmasının karşısında Osmanlı-Türk tarihindeki siyasal gelenekler, hiç
hafife alınmaması gereken ve Türkiye Cumhuriyeti’nden çok daha öncelere uzanan “milli burjuvazi
yaratma” programları ve batıcılık diye kodlanan kapitalizm tarafgirliği yeterli engelleri oluştururdu.
Dolayısıyla uluslararası konjonktürün önünü açtığı devrimci ve sosyalist yönelimli bir önderlik,
mutlaka çok zorlu süreçlerden geçerek oluşabilirdi. Bunu ihmal etmek, sosyalist devrimde örgütlü
öznenin rolünü, Lenin’in eserinin odak temasını hafife almak olur.

Kendi haline kaldığında Türk sürecinin kapitalizm yolunda ilerleyeceği ise bir o kadar açıktır. Özetle
dünya devrimi Türkiye’nin iç dinamizmi açısından arızi bir durumdur. Hal böyle olunca Kurtuluş Savaşı
dönemi için sosyalizm olasılığının teorik olarak geçerli, pratik boyut itibariyle ise zayıf saydığımı tekrar
edeceğim. Türkiye’nin iç dinamiği vardı ve bu dinamik yüzünü kapitalizme dönmüştü.

Rasih Nuri’nin çalışmasına bir de bu açıdan bakmak istiyorum.

Atatürk Lenin’e yazıyor:

“Kapitalizm Türkiye’de Rusya’da olduğundan daha zayıftır. Fakat hemen bütün işletmelerdeki
sermayenin yabancılar tarafından yatırılmış olması yüzünden durum karmaşıktır” (37) . [ATATÜRK
Mustafa Kemal]

Yani Mustafa Kemal diyor ki, Türkiye’de burjuvazi yok...

Atatürk Aralof’a anlatıyor:

“Sizin Rusya’da mücadeleci, emektar bir işçi sınıfı var. Ona dayanmak mümkündür ve dayanmalıdır.
Bizde işçi sınıfı yoktur, köylülüğe göre ağırlığı çok azdır. Sizde endüstri gelişmiştir, bizde yok gibidir.
Fabrikalarımız parmakla sayılacak kadar azdır, demektedir. Bir yerde de 20.000 işçimiz olduğunu
söylemektedir” (38) .

Yani Mustafa Kemal diyor ki Türkiye’de proletarya da yok...

Bu noktada Osmanlı ilerlemeciliğinin yüz yıldır Batı kapitalizmine öykündüğünü, bu geçmişin bir sınai
sermaye birikimi değilse de, bir burjuva devrimciliği/reformculuğu ürettiğini biliyoruz; ama şimdi
bunu tartışmayalım ve özetle ülkemizde geçen yüzyılın başlarında ne burjuvazi ne de proletarya
olmadığını kabul edelim.
Eeee, durum yine eşit olmuyor ki!

Kemalistlerin sosyalizme yönelmek için dayanacakları bir devrimci sınıfın bulunmadığında anlaşıyoruz.
Burada akan sular duruyor ve Mustafa Kemal’in bile elinden daha fazlası gelmiyor! Ama kapitalizme
yönelmek için dayanacakları bir sermaye sınıfının bulunmaması sorun olmuyor. Burjuvazisiz
kapitalizm yoluna girilebiliyor. Mustafa Kemal önderliği bu engele takılıp kalmıyor. İster-seniz
yukarıdaki iki Kemal Paşa alıntısına birer devam yazabiliriz:

... hemen bütün işletmelerdeki sermayenin yabancılar tarafından yatırılmış olması yüzünden durum
karmaşıktır... Türk milleti bu maniaları aşacak kudrete sahiptir. En kısa zamanda bir yerli sermaye
sahipleri sınıfı yaratacak ve kapitalizm yolunda ilerleyeceğiz!

... Bizde işçi sınıfı yoktur, köylülüğe göre ağırlığı çok azdır... Fabrikalarımız parmakla sayılacak kadar
azdır... Bu durumda gerçekçi olmalıyız. Türk milleti sosyalizm için olgunlaşmış olmaktan çok uzaktır.

Rasih Nuri ile aramızda kimi nüanslar olduğunu sanıyorum. Bu ayrım kendisini şu ifadede dışa
vuruyor:

“... Ancak şunu söyleyebiliriz ki, Mustafa Kemal Paşa hiç olmazsa iki defa bu dönemecin eşiğine
ayağını atmayı düşünmüştür: Biri I.İnönü Savaşından hemen önce, diğeri ise Sakarya
sıralarında...” (39) [İLERİ Rasih Nuri]

Sözü edilen eşik sola, sosyalizme, bolşevizme yönelmektir. Doğrusu bana inandırıcı gelmiyor.
Bırakalım bu iki tarihsel momenti, Atatürk’ün hayatının tamamı kapitalizm tercihinin belirleyiciliği
altında geçmiştir. Kaldı ki, Mustafa Kemal’in ekonomi siyaseti yaklaşımlarına ilişkin aktarımları İleri
şöyle yorumluyor:

“... devletçilik kuralını, 1919’da Amasya’da kuracaklarını söyledikleri ‘devlet sosyalizmini’ yerine
oturttuktan sonra ‘sınıflar üstü olmasını istedikleri’ bir idarede ‘sermayeye her türlü kolaylığı
sağlamak’ olsa olsa devletçi-liği bile genç ve muhteris müteşebbislerin yemliği haline getirmekten
başka sonuç veremezdi” (40) . [İLERİ Rasih Nuri]
Bu çizgi kemalizmi sınıfsal tercihleri itibariyle Osmanlı yenilenme hareketleri geleneğine
bağlamaktadır. İleri ise, Kemal Paşa’nın eyleminin sonuçlarını yeteri netlikte ifade etmiş bulunuyor.
Bu konuda bir alıntı daha:

“Ben öyle bir fırka teşkilini tasavvur ediyorum ki, (mil) bu fırka milletin bütün sünufunun (sınıflar)
refah ve saadetini temine matuf bir programa malik olsun. Milletimizin şeraiti (koşulları) buna
müsaittir” (41) . [ATATÜRK Mustafa Kemal]

“Bu çerçeve içerisinde varılacak noktayı saptamak pek güç değildir, hangi sınıfların bu durumdan
yararlanacağı, hangi zümrelerin karlı çıkacağını kestirmek pek de güç değildir. ...

1923 İzmir İktisat Kongresi’ni incelemek, dünya krizinden sonra ise Devletçiliğe dönüşü incelemek
konumuzun dışına düşecektir. Sınıflar üstünde kalkınma deneyleri, zenginleşiniz, arsa spekülasyonları
ile milyarları vurunuz demektir, baskı azalınca dış emperyalizme yeşil ışık yakmak demektir” (42) .
[İLERİ Rasih Nuri]

Yine İleri “tercih” tartışmasını sağlıklı bir formülasyonla bağlıyor:

“... yol seçme eninde sonunda sınıf önderliği verisine dayanmaktadır. Kişisel arzuya değil” (43) .
[İLERİ Rasih Nuri]

Türkiye Kurtuluş Savaşı’nın önderliği bir sınıf önderliğidir. Her zaman her yerde olduğu gibi. Ama
siyaset hayata geçirilmek için sınıfların olgunluk sınavını vermelerini bekleyemeyecek kadar
acelecidir. Önderlik de öyle. Dolayısıyla sınıfların oluşumları açısından gecikme yaşanan örneklerde,
önderliğin sınıf tabanı hakkında yalnızca sosyolojik verilere dayanarak sonuca varmak imkansızdır.
Önderliğin sınıf yönü bir o kadar önem kazanabilmektedir.

Bu yazıda gerek metodolojik gerekse kimi başlıklardaki somut analizlere ilişkin eleştirel notlar düşmüş
bulunuyorum. Bu eleştirilerin hiçbir boyutunun kitabın bugünün genç komünistleri açısından taşıdığı
önemi azaltmayacağını ise vurgulamalıyım.

Rasih Nuri İleri’ye “Atatürk ve Komünizm”de sergilediği belgeler için, o kavşak yıllarının anlaşılmasına
yaptığı katkı için, Kurtuluş Savaşı’nın önder kadrolarının muhakeme tarzını izleyebilmek için ve daha
birçok nedenle teşekkür borçluyuz. Ama tüm bunların önüne ben bir diğer gerekçeyi koymaktan
yanayım. Bugünün genç komünistlerinin, komünizmin, yaşadığımız topraklarda başka siyasal akımlara
göre tali kalmaya mahkum olmadığına tarihten de tanıklık bulmaları önemlidir.

Sosyalizm yakın gelecekte yükselmeye, kitlelerle buluşmaya ve siyasal iktidara adaylık koymaya
hazırlanıyor. Yakın gelecekte mümkün görünenin, çok uzak olmayan bir geçmişte somut olarak
yaşanmış olması bir inanç, güven, coşku kaynağıdır.

İleri yoldaşa bize böyle bir kaynak hediye ettiği için de teşekkür borçluyuz.

Dipnotlar

1) İLERİ Rasih Nuri, ATATÜRK ve KOMÜNİZM Kurtuluş Savaşı Stratejisi, Genişletilmiş 5.Baskı Scala
yay., İstanbul, Mayıs 1999, s.51.

2) İLERİ Rasih Nuri, a.g.e., s.17.

3) a.g.e., s.90.

4) a.g.e., s.156.

5) a.g.e., s.205-206.

6) a.g.e., s.187.

7) a.g.e., s.29.

8) a.g.e., s.185.

9) a.g.e., s.253.

10) a.g.e., s.264-265.

11) a.g.e., s.255.

12) a.g.e., s.40.

13) a.g.e., s.284.

14) a.g.e., s.278-285.

15) a.g.e., s.279-280.


16) a.g.e., s.280.

17) a.g.e., s.281.

18) a.g.e., s.285.

19) a.g.e., s.259.

20) a.g.e., s.290-291.

21) a.g.e., s.219.

22) a.g.e., s.219.

23) a.g.e., s.219.

24) a.g.e., s.220.

25) a.g.e., s.224.

26) a.g.e., s.204 -dipnot’tan.

27) a.g.e., s.373-374.

28) a.g.e., s.374.

29) a.g.e., s.69.

30) a.g.e., s.338 -dipnot’tan.

31) a.g.e., s.403.

32) a.g.e., s.25-26.

33) a.g.e., s.7.

34) a.g.e., s.43.

35) a.g.e., s.46-47.

36) a.g.e., s.47-48.

37) a.g.e., s.333.

38) a.g.e., ARALOF Hatırat, s.92’den aktarım, s.336.

39) a.g.e., s.337.

40) a.g.e., s.354

41) a.g.e., s.376.

42) a.g.e., s.377.


43) a.g.e., s.337.

Você também pode gostar