Você está na página 1de 40

Görebilen her göze,

sevgi, saygılarımızı sunarız...


F. Kulaber
Ruhunu doyurmak için en verimli vakitlerin,
gün doğarken olduğunu düşünür
ve doğumuyla birlikte başlardı güneşle yürümeye.
En vefalı dostuydu o,
gece ise en cefalısı.
Varlık ve yokluğu her seferinde yeniden düşündürüyordu
vefalı dostundan sonra, buyur ettiği cefakâr dostu ona...

Dışarısı sanki kendi sıcaklığıyla birdi.


Ilık ve yer yer sisli olan bu hava ona
bir rüyaya uyanmış gibi hissettirdi.
Gün doğmasına rağmen, güneş kendini saklıyordu.
Etraf, onun rahatlıkla hareket edebildiği
fakat zıplasa kafasının ucu değecek yükseklikte,
dalları gövdesinden budaklanmış
ağaçlarla çevriliydi. Ejderha Kanı Ağacı
Kendini ara sıra gösteren gün ışığı,
bu ağaçların sıklığından zar zor ulaşıp toprağa,
dağıtıyordu sisli havayı…
Yerler, çimen ve yosunlu kayalarla kaplı,
kısım kısımda çiçeklerle örülüydü.
Bir an için duraksayıp, derin bir nefes çekti içine.
Hüzünlü hissediyordu nedense…
Gerçi güzellik onu, hep sokardı bu hale.
Susamıştı.
Kader karşısına
bol meyvalı, uzunca bir ağaç çıkardı.
Bu ağacın altında, büyükçe bir taş olan ortasında,
çember şeklinde ufak bir su birikintisi de vardı.
Işık, ağacın boyu sayesinde oraya ulaşabilerek,
suyun ortasındaki taşa renk veriyor ve çimenleri ısıtıyordu.

Suya eğilirken gözü yansımasına takıldı.


Arka dişlerini ön dişlerinin altında tuttuğu için
ileri çıkan çenesi, zaten yeteri kadar sivriydi.
Zemine ulaşan güneş ona da dokunmuştu.
Ortadan ayrılıp iki yana dikilen saçları,
altın tozu dökülmüş gibi parlıyordu.
Gözlerinden birine daldı.
Diğerinin aksine kendine,
tiksinen bir tavır ve öfke ile bakıyordu,
sanki utanılacak bir şey yapmıştı
ya da utanılacak olan kendisiydi…
Hayrandı insanoğluna. Aklına göre evirilen bedenide
bir o kadar ilgi çekici ve ziyadesiyle güzeldi.

Her biri birbirinden farklı suretiyle,


koca bir narda
milyonlarca
nar tanesi.
En büyük korkuyu, bilinmez olana duyardı.
Mesela bir delinin aklındakini bilemez,
yapacağı hareketi kestiremezdi.
Bu tutarsızlık onu korkutur ama yine de
onlarla olmaktan alıkoymazdı.
Bir delinin sohbeti,
onun için sıradan bir insanınkine kıyasla
çok daha faydalıydı.
Hatta korku meselesine gelirsek,
evet deli olanın ne yapacağı belli olmaz
ama yaptığıyla birdir aklındaki.
Peki ya düşüncelerini duyamadığımız diğerleri?
Bir delinin samimiyetine çok uzak oldukları kesin!

Bildiği yaşamdan ötesi de bilinmezdi.


Ölüm, bildiği her şeyin ertesi ve en bilinmeziydi…
Buna rağmen onu korkutan bilinmezlik değil,
“eğer” kelimesinin ardından gelebilecek olan hiçlikti.
Varlığının son bulduğunu düşününce eli ayağı boşalıyor,
sonu yok oluşsa, yaşamak istemiyordu…
Ama eğer ebediyetse dahi ardındaki,
zamandan ayrı bir boyutta nasıl bir bilince sahip olabilirdi?
Bu yüzden bildiği yaşamdan ötesini çok düşünür fakat
dünyayla daha çok ilgilenirdi.

Ağaçtan suya düşen bir yaprak,


yansımasını dağıttı.
Kendini geri çekti, sol elini toprağa dayayıp destek alarak
oturdu ve ayaklarını suya soktu…
Serinliği onu irkiltti,
ama suya değmek öyle samimi, öyle tanıdık gelmişti ki,
yeryüzüne ilk doğulan zamanı hatırladı.
Kendisi de anası Havva’nın rahmine doğduğunda
sudan ayrı kalamamıştı.

Oturduğu yerden kalktı,


ağacın dalına elini uzatarak meyvasından bir tanesini aldı.
Suya girdi, bir iki adım attı ve taşa üfledi,
kalkan toz sanki ağzından çıkan duman gibiydi,
sakince oturdu.
meyvayı yedi ve artığını toprağa gömdü.
Avuçlarını birleştirip suya daldırdı.
Bir avuç alarak yüzünü yıkadı, bir süre duraksadı…
Bir avuç daha alarak tekrar yüzünü yıkadı,
elleri suratındayken
yüzük parmaklarıyla göz kenarlarını ovuşturdu
ve kaşlarının üzerinde bir ileri bir geri gezdirdi.
Sonrada burnunun kenarlarından aşağı doğru indirerek,
ellerini yüzünden çekti.

Sudan çıktı ve birikintinin kenarına yüz üstü uzandı,


ellerini koyup destek alarak kafasını suya doğru eğdi,
Dört yudum sudan içti.

Kalkarken sağ göz ucunda görünen yaprakların


titrediğini fark etti
ve hemen sonrasında ağacın dalları arasından gelen
çıtırtılar duydu.
Zaman yavaşladı,
Düşünüyordu ;

bir kuş olsa muhtemelen sesini duymuş olurdu,


daha önceden görememiş olması da ihtimal değildi,
hem o geldiğinde kendini saklamaya da devam etmezdi.
Acaba, dedi ve arkasını döndü.
Gözleri, ağacın dalları arasında gezinirken
bembeyaz bir yılanın kafasına ilişti.
Niyeyse hiç ürkmedi,
daha çok, içinde büyük bir merak ve
ne idiğü belirsiz bir doluluk hissi duymuştu.
Bu yılan, daha önce gördüğü hiçbir yılana,
hatta bir yılana bile benzemiyordu.
Derisi, kadife dokusunu andıran genişçe pullarla kaplıydı.
Gözleri iri iri ve yemyeşildi.
Bakışları onun üzerindeyken yılan, aniden durdu.
Hava soğumuş, Akretera’ ya kendi ve etrafıyla
bir olduğu hissi yaşatan o ılıklık
yerini onu titreten bir serinliğe bırakmıştı.
Takip eden birkaç saniye
Onu korkutan yine, belirsizlik olmuştu.
Neden durmuştu, acaba onu yeni mi fark etmişti…
Gözleri yılanın üzerindeyken, bir an
içi irkildi. Sanki birisinin gözleri de onun üstündeydi!
O sırada bir ses geldi kulağına.
“ Sen, insanoğlu! Ne için yaşarsın dünyada? ”

sesin yılandan geldiğine emindi ama


hareket etmiyor ve konuşmasına rağmen
kafasını dahi oynatmıyordu.
Akretera, o an fark etti ki
konuşan, yılanın gözüken kısmının ardında kalmış
gölgelere saklanan, diğer bir kül grisi başıydı.
Ona doğru kalkınmış, alttan aldan süzüyordu…
Görüntüsü, gizlendiği gölgelerde pek seçilmese de
Gözleri güneş görmüş bir akik gibi kıpkırmızı parlıyor,
bakışları insanı boşluğa düşürüyordu.
Akretera, tedirgin olmasına rağmen merakını yitirmedi.

“ Bir olmak,
kendimi bulmak,
kulaklarımla etrafımı saran armoniyi duymak…
Ellerimle benden olana dokunmak ve
çekmek için içime bir nefes,
hayatın tüm güzelliklerini alıyor gibi
gözlerimle varoluşa şahit olup, deli divane olmuşum sanki.
Esinlenmek için yaşıyorum… “

Gri Yılan konuştu ;


“ Gözünüz kendinizden başkasını görmez,
kulağınız duymaz, size ters olanı.
Bencilliğinizle, bir olamadınız dünyada
ve ters düştünüz kibrinizden dolayı ona.
… Peki, insanoğlu, yaşıyorsun anladık!
Ama hak eder misin yaşamı,
öder misin aldığın her nefesin hakkını? “

“ Ödeyemem. Nasıl ödenir ki bu mükâfatın karşılığı…


Ne yapsam olmaz, yetmez bunun karşılığına ama
güzeli gördüğüm gibi, bende güzel olmaya çabalarım.
İyinin yanında durur, gücümü doğrudan yana kullanırım! “

Gri Yılan konuştu ;


“ İyi olmak, güzel durmak yetmez insanoğlu!
Var olma nedenin sence bu kadar basit midir? “

“ Bilmiyorum… Aklımın yükümlülüğü tefekkür etmek,


hakikati anlamak ve mutlak doğruları kavramaktır.
Becerimce, etrafımdan aldığım esinle
ortaya ürünler koyarak ruhumu yansıtmaktır.
Bu basit gayeden başka bir bildiğim yoktur…
Bu bilinmezlik de beni dünyadayken korkutur,
çünkü ne yapmam gerektiği, var olma nedenimle alakalıdır
ve nedenini bilemediğim için
kendi aklımca hakikati kavrayıp,
doğrunun yanında olduğuma inanmaktan
başka çarem yoktur…
Yine de içimde hep var olan bir rahatsızlık taşırım. “

Beyaz olan başını kaldırdı, ona doğru yöneldi ve


ağaçtan aşağı süzülerek şu sözleri söyledi ;
“ Aklının aldığından ötesini taşıman beklenmez.
Korkman lüzumsuz, çünkü hayat idrak ettiğin gibi basittir.
Hayatın anlamıysa yaşamda değil, neticesindedir.
…Varoluş, bir aynadır.
Asıl olan, sahtesini de yansıtır,
sahip olduğun bilincin yükümlülüğü de
asıl olanı bilip, sahtesinin karşısında durmaktır.
Karmaşık ve senin için bilinmez olan, ölümdür.
Hayattayken, zamana işler, varlığa karışırsın
ve zamandan elini ayağını çektiğin vakit geldiğinde,
ne isen O’ sundur.
Sonrasında ait olduğun yerde de
ne olduğuna göre durursun. “

Sözünü bitirdiğinde yere inmişti,


Akretera’nın gözleri onu şimdi daha iyi seçebiliyordu.
Bu bilgeliğe sahip bir varlık,
ancak bu denli büyüleyici bir güzelliğin sahibi olabilirdi.
Ağacın üzerindeyken algıladığından çok daha iri
ve kudretli duruyordu.
Bir yanı insanın içini doldurup, aidiyetlik yaşatırken,
diğer yanı bakışları ve duruşuyla boşluğa düşürüp
kendini hiçbir şeyin parçası olamayacak kadar
aciz ve suçlu hissettiriyordu…

Akretera dayanamayıp,
karşısında onun olduğundan istifade ederek
şu sözleri söyledi ;
“Ey kudret sahibi yılan,
affına sığınarak soruyorum ama
siz ne için yaşarsınız bu dünyada? ”

der demez gri olan huysuzlandı ama


kaldırmadı başını.
Ak olan konuştu ;
“Şu anlık, burada seninle birlikte olmak için yaşıyoruz. “

birikintiye doğru yöneldi,


Akretera’nın gözleri onun üstündeydi,
Kafalarını suya, art arda ve seri bir şekilde
6 kere sokup çıkardılar…
Pullarından olsa gerek,
Akretera, her bir başın hareketinden sonra,
arkasında onu takip eden devinimi görüyor ve bu da
X biçimini andıran bir görsel oluşturuyordu.
Yılan ani bir hareketle Akretera’ ya doğru atıldı ve
ansızın hafif hafif sürünmeye başladı.
Sanki arada kaybolmuş bir sahne vardı.

Gri olan gözlerini ona dikti ve


şu sözleri fısıldadı ;
“ Yaşamı ne denli seversen,
ölüm de bir o kadar korkutur seni
Şimdi uyu, yarına uyanacağını bilmiyor gibi. “

Hafif bir esinti Akretera’nın saçlarını okşadı,


Ağacın yaprakları arasından ona ulaşan gün ışığı, içini ısıttı.
Derin bir nefes çekti içine ve
yüz üstü yere uzanıp
Kafasını toprağa yasladı,
sol kolunu belinin üzerine koydu,
sağ eliyle de çimenleri kavradı.
Nabzının ritmi yavaşladı, nefesinin şiddeti azaldı…
Uyandığında hava hala karanlıktı. Üşüyordu ve
güneşle birlikte olmak için bu ormandan çıkmalıydı…
Sınıra ulaştığında
kendini çıplak bir yamacın dibinde buldu,
tırmanmaya koyuldu.
Zamanla dikleşen yamaç, eğimini kaybederken
Akretera’ da ayağa kalkıp yürümeye başlamıştı…
Yamacın tepesine yaklaştığında,
kocaman bir ovaya vardığını fark etti.
İleride dalları arasında güneşi buyur eden,
heybetli, tek bir ağaç gördü.
Ağacın yaprakları,
dans ediyordu rüzgârda, adeta nefes alır gibi.
Orada bulunmak istedi ve ona doğru yol aldı.
Hayran hayran bakarken, acaba dedi.
Acaba neydendi bu ağacın güzelliği?
Uçsuz bucaksız şu ovada tek bir ağaç,
tüm heybetiyle salmış köklerini toprağa,
sökmeye çalışsalar, sanki dünya ile birlikte gelecek,
göğe doğru uzattığı kollarıyla.
Ne yanında, ne karşısında
ne önünde, ne de arkasında
bir ağaç daha yoktu onunla.
Acaba bundan mıydı güzelliği,
yoksa güzelliğinden miydi bu yalnız hali?
Belki de köklerini öylesine salmıştı ki toprağa,
bir başkası daha var olamadı onunla.
Derken Akretera, yanına vardı…
Kafasını saygıyla eğdi, selamladı.
Dibine geçerek sırtını güneşe verdi ve
orada uzunca bir süre oturdu.
Otururken yalnızlığı düşünedurdu.
Mesela dedi, bu ağaçtan bir tane daha yoksa yanında,
yalnız mı kılar onu bu, dünyada?
Gökten inen yağmur ıslatıyorsa toprağını,
güneşi gören yaprakları varsa dallarında.
Onu yalnız kılacak olan,
bir ağacın yokluğu mudur ki yanında?
Değildir dedi, değildir tabii…
Hava oradan ayrıldığında kararmıştı. Karnı açtı ve etrafta
meyvesinden alabileceği bir ağaç ya da tüketebileceği her-
hangi bir bitki de yoktu. Kendisi, yemek için dahi olsa hay-
van öldürmez fakat önüne pişmiş ya da kesilmiş bir halde
geldiğinde de yemekten çekinmezdi. Hatta et yemekten
duyduğu hazzı başka hiçbir yiyecekten almıyordu.
Ani bir gök gürültüsüyle birlikte, yağmurun başlamasıy-
la, her şey daha da kötüye gidiyor derken, Akretera, halin-
den gayet memnun görünüyordu. Hatta karnının açlığını
bile unutmuştu. Avuç içlerini göğe açarak kafasını yukarı
doğru kaldırmış, Ağzıyla garip bir ezgi mırıldanıyordu…
Kaşları, biri ortalarından yukarı çektirmişçesine eğik, maz-
lum bir duruşla yüzünü ifadelendiriyor, tüyleri diken diken
olmuş, ıslanan saçlarıyla, kafası bir kirpinin sırtına benzi-
yordu. Su, dedi... Oksijen yakar, Hidrojen ise yanar, lakin
birliktelikleriyle var edilenin hikmeti, tüm ateşleri söndü-
rür… Ey varoluşun yegâne kaynağı! Senden öte duramayız,
dedi ve senden ayrı doğamayız biz... Her bir zerrenin muh-
tacı var. Milyarlarca yıl öteden ve ötelerden bizler için ge-
len sen, var ol ve devam et var etmeye! Gürültünü duyduk
ve dehşete kapıldık. Işığını gördük ve aydınlandık. Topra-
ğımıza indiğinde sen, o vakit gürlemenin sebebini anladık…
Var ol kadim su, yine ve yeniden var ol ve devam et var
etmeye…
Yağmur sonunda durdu fakat her yer sırılsıklam olmuştu
bu gece dışarda barınmak onun için bir hayli zorlu olacaktı.
Uyumak için kuru bir yere ihtiyacı vardı. Ayrıca giysilerini
de kurutması ve ısınması gerekiyordu. Bu ovada ne barına-
bileceği bir yer ne de yaş olsa dahi yakabileceği bir odun
bile yoktu…
Ovanın kenarına ulaştığında, ileride bir köyden gelen
ışıkları ve tüten bacalardaki dumanı gördü. Bir süre düşün-
dükten sonra bu köye sığınması gerektiği kararını vererek,
aşağı doğru yola koyuldu…
Köye ulaştığında sokaklarda kimsecikler yoktu, insanlar
evlerinin camlarından, perdelerinin arkasına gizlenerek
mağdur kahramanımızı gözetliyor, biri çıkıp da onu evine
buyur etmiyordu. Ama tabi onlarda haklı dedi Akretera.
Yağmurun yeniden yağmaya başlamasıyla kimselerin ol-
madığı bu yolda yürürken oldukça şüpheli görünüyorum-
dur diye düşündü. Hatta birisinin çıkıp da onu, bu gece
vaktinde köylerinde dolaşan bir yabancıyı, kovmamasına
şaşırdı. Tabelasını gördüğü bir hanın gıcırdayan kapısından
içeri girdi. Girdiği gibi handa aniden bir sessizlik oldu ve
herkes yüzünü ona doğru çevirdi. Akretera önüne baktı ve
hızlı adımlarla bulanık siluetlerini süzerek, şömineye yakın
bir masaya geçti. Ellerini ateşe doğru uzatarak ısınmaya
başladı. İnsanların neden ona öyle baktığını anlayamamıştı,
ne vardı yani? Handan içeri birisi girmiş, bu ona bakmala-
rını mı gerektiriyordu? Başkalarının ilgisinden oldu olası
rahatsızlık duyardı. Hancı, masasına gelip “ Bir isteğiniz var
mı beyim? “ diye sordu. Akretera, para diye bir şey tanı-
mazdı, zaten pek ihtiyacı da olmazdı.
Doğada bir gezgin olarak yaşadığından dolayı, tüm ihtiya-
cını da sınırsız kaynağa sahip olan yeryüzünden karşılardı.
Paraya ne diye ihtiyaç vardı? Hancının sorusunu “Yoktur
efendim, en azından şimdilik… “ diyerek yanıtladı ve otur-
duğu yerden düşünmeye devam etti. İnsanoğlu, kendisini
yeryüzüne sahip kıldı. Bazıları herkesin hakkı olana sadece
kendi elini uzattı! Bundandır elbet, dedi; Paranın varlığının
devamlılığı… Hancıya durumunu anlatmaya niyetlendi. “
Efendim! Bakar mısınız? “ diye seslenerek, yanına gelen
hancıyı masasına buyur etti; bir gezgin olduğunu, yağmur-
dan dolayı kalacak bir yere ihtiyaç duyduğunu, ayrıca kar-
nını da doyurması gerektiğini söyledi ve hiç parası olmadı-
ğından bahsetti. Hancı ona şanslı olduğunu, tam da şu sıra-
lar bir yardımcıya ihtiyaç duyduğunu ve burada çalışarak
hem konaklayıp hem de karnını doyurabileceğini söyledi.
Akretera minnetle elini sıkıp teşekkür etti. Masasından
kalkan hancı bir süre sonra tekrar gelerek ona yiyecek bir
şeyler ikram etti ve yemeğini bitirdikten sonrada merdi-
venlerden çatı katına çıkararak kalacağı yeri gösterdi. Oda-
daki her şey ufak tefekti, zira Akretera kendini dev gibi
hissetmişti. Islak olan kıyafetlerini çıkardı ve hancının ya-
tağın üstüne bıraktığı, temiz kıyafetleri alarak giydi. Şömi-
nede çabucak bir ateş yakarak, çıkarttığı ıslak kıyafetlerini
önüne serdi. Yatağa uzandı. Daire şeklindeki minik pence-
reden içeriye giren ay ışığı, toz dolu odada kendini güneş
gibi belli ediyordu. Yarın nasıl bir güne uyanacağını düşle-
yerek uykuya daldı…
Her sabah olduğu gibi günün aymasıyla birlikte kalktı.
Kuruyan kıyafetlerini yerden alıp üstündekileri değiştirdi,
ardından da merdivenlerden aşağıya, hancının yanına indi.
Erken kalktığını görünce yüzü gülen hancı, eline su dolu
bir kova ve fırça verdikten sonra temizlik yapmasını istedi.
Hâlbuki daha kahvaltı bile etmemişti… Hancının verdikle-
rini alan Akretera, salonun köşesine geçerek yerleri fırça-
lamaya başladı. Bitirmesine yakın, içeri botları bileklerine
kadar çamura batmış bir adam girdi. Yürüdüğü her adımda
yere pislik saçıyordu. Dizlerinin üstünde yere çömelmiş
halde yerleri fırçalayan kahramanımızla göz göze gelen
adam, hiçbir şey yokmuş gibi hancıyla olan diyaloğuna
devam etti. Üstüne üstlük hancıda adama bakan Akretera’yı
görüp, “ Oğlum önüne bak önüne! Daha yapacak işin yok
mu senin? “ diye buyurdu. Akretera hemen o an oradan
ayrılmasını bilirdi fakat en azından bugün, gün boyunca
burada kalarak hancının sağladığı faydanın hakkını ödeme-
si gerekiyordu. Gece yola çıkmada karar kıldı. Ayrılacağı
düşüncesi biraz olsun içine su serpiyordu. Yaşadığı bu basit
mesele onu derinden etkilemişti. Mesele yerleri bir daha
temizleyecek olması gerektiği değildi, varsın on kere daha
temizlerdi ama o adamın bakışlarındaki vurdumduymaz-
lık… İşlediği suçtan bir haberdi utanmaz! Belki de kabaha-
tinin farkındaydı ama zararı kendine dokunmadığı için
umursamıyordu. Tabii ki farkındaydı, bir hayvan bile farkı-
na varırdı… Neden! Diye sitem etti Akretera. Kendisi bunu
düşünebilecekken o, nasıl düşünemiyor daha doğrusu ne-
den düşünmüyordu? İkisi de insan değil miydi? Bunda han-
cının da payı var elbet,
diye geçirdi içinden. Öyle konuşarak adamı cesaretlendir-
mişti. En az o zat kadar suçluydu! Haksızlığa uğrayanın
yanında durması gerekirken, haksızlığı yapandan yana
konuşmuştu.
Akşam olana dek hana pek kimse uğramadı ama hava
karardıktan sonra insanlar artmıştı. Yiyip içerek, gülüp
eğleniyorlardı. Arsızca patlattıkları kahkahalardan daha da
kötüsü her laflarında birbirlerinden üste çıkmaya çalışır-
ken yükselttikleri ses tonlarıydı. Sadece tek bir ihtiyar yal-
nız başına camın kenarındaki masalardan birinde oturu-
yordu. Piposunu tüttürmüş camdan dışarıdaki karaltıya
bakıyor, bazen de gözlerini kısarak üstten üstten handaki
insanları süzüyordu. Acınası durumlarından keyif alıyor
gibi bir hali vardı. Akretera, bir köşede durmuş insanları
gözlerken salonun ortalarındaki masadan biri eliyle işaret
yaparak “ Buraya bakın hele! “ diye bağırdı. Gülümseyerek
dün gece hana girdiği anı anımsadı. Ona nedensiz yere çev-
rilen gözler bu edepsizliğe kayıtsız kalmıştı. Sanki normal
bir şeymiş gibi! Benim görevim burada insanların ihtiyacını
karşılamak evet ama bu beni onların kölesi, uşağı mı yapar?
Masalarını onlardan sonra toplayacak birisinin olduğunu
bildikleri halde çöplük gibi bırakıyorlar, kendisini sanki bir
köpekmiş gibi çağırıyorlardı. Ona göre birinin onlara hiz-
met etmesinden rahatsızlık duymalıydılar. Kendilerine “
Efendim, beyim… “ diye seslenildiğinde, neden bana böyle
hitap ediyor? Beni ondan farklı kılan ne var? Diye düşünüp
mahcup olmalıydılar… Lakin insanoğlu ve onun kibri, ken-
dini tam tersiyle tatmin ediyor, karşısındakini aşağı görme-
sini yüceliğinden sanıyordu.
Akretera, seslenilen masaya doğru yöneldi ve “ Buyurun? “
diye karşılık verdi. Adam ona, sipariş ettiği etin fazla pişti-
ğini, bu rezaleti nasıl telafi edeceklerini, ya parasını geri
ödemeleri gerektiğini ya da derhal ona yeni bir tabak ge-
tirmesini söyledi. Akretera, sakinliğini koruyarak; “ Handa-
ki diğer müşterilerin yedikleri et de sizinkiyle aynı miktar-
da pişirildi, buna rağmen sizden başka kimse etin fazla
pişmişliğinden yakınmadı ve şikâyetçi olduğunuz etin az
pişmiş olup, yenemeyecek durumda olması da değil, gör-
düğüm kadarıyla tabağınızdaki et gayet iyi durumda, ister-
seniz tadına bakıp daha net bir karar verebilirim. “ der
demez adam elini masaya vurarak ayağa kalktı. Etraftaki
gözler şaşırtıcı bir biçimde kayıtsızlıklarına devam ediyor-
lardı. “ Sen kim olduğunu sanıyorsun da benimle böyle
konuşabiliyorsun aşağılık köpek! “ diye bağırdıktan sonra
tabağındaki ete tükürerek kahramanımıza doğru fırlattı; “
Bunu al da arkadaşlarına ver sen! “ Akretera beyninden
vurulmuşa döndü… Hiçbir şey düşünemeden masadan
çatalı kaptığı gibi adamın üstüne atladı. İkisi de yere yıkıl-
dığında tepesine çıktı. Tam gözlerini oyacaktı ki, hancı ve
adamın masasında oturan diğer iki arkadaşı, kollarından
tutarak onu geri çekti.
Herkes şok olmuştu, onu yabani bir hayvan görmüş gibi
ürkek ve garipser bakışlarla süzüyorlardı. Tedirginlikleri ve
duydukları korku yüzlerinden belliydi. Dehşete düşmüşler-
di. Akretera kendine geldiğinde, ihtiyar onun yanında sırtı-
nı sıvazlıyor, yüzünde şeytani bir gülümsemeyle insanlara
karşı bakıyordu. Diğer herkes ise, mağdur olarak görülen o
zavallının yanındaydı.
Hancı ona bu olayı telafi edeceğini söylüyor, tesellilerde
bulunuyordu. Akretera aniden kalkıp onlara doğru yöneldi,
yerde yatan adam onun geldiğini görünce ayaklarıyla yerde
bir şeyi itiyormuşçasına hareketler yaparak geri geri kaçtı.
Birkaç metre önlerinde durarak, hancıya doğru;
“ Verdiğim rahatsızlıktan dolayı affınıza sığınıyorum. Dışarı-
dan etkilenmedikçe bozulmayan dengemi sarsan, bu zattır.
Olayın mukayesesini sizlere bırakıyorum. Yine de tepkimin
aşırılığının farkındayım ve… Özür diliyorum… Sizden de…
Bayım… Cezanızı kesmek bana düşmez elbet, hem siz zaten
kendi başınıza bir belasınız! “ diye konuştu ve handan çıktı.
Dışarı çıktığı andan itibaren hiçbir şey yaşanmamış gibi
tüm dünya ayakları altındaymış edasıyla yürümeye başladı.
Özgürlüğüne tekrar kavuştuğu için mutluydu lakin insanlar
arasında geçirdiği tek bir günün bile bu denli şiddetli bir
sonuca varabildiğini düşününce, yaşadığı mutluluk yerini
hüsrana bıraktı. Bu insanlar kendi aralarında yaşamayı
nasıl beceriyorlardı?
Köyden beridir takip edildiği hissine kapılmıştı. Acaba
handaki adam ondan intikam mı almak istiyordu? Oraday-
ken gayet korkmuş gözükmesine rağmen içinde sonradan
alevlenen kin ve nefretin, onu ne hale soktuğu da hiç belli
olmazdı tabii... Belki de peşine arkadaşlarını takmıştı. Bunu
öğrenmenin tek bir yolu vardı. Arkasını dönüp seslendi;
“ Gizlenmenin lüzumu yok! “ karşı taraftan ses çıkmadı
fakat çalılıkların arasından bir karaltı, patikaya doğru atıldı.
Tek bir insan suretindeydi. Tam olarak seçilebildiğinde,
Akretera onun, handa sırtını sıvazlayan ihtiyar olduğunu
fark etti.
“ Niyetiniz nedir efendim? Neden beni takip ettiniz? Bir
başınıza bu karanlık ormandan nasıl geri döneceksiniz? “
Yaşlı adam ilk cümlesinde kararlı ama çekingen, ikincisin-
de ise alaycı bir tavırla;
“ Geri dönmek niyetinde değilim! Bu yaşlı adamcağızı yanı-
na kabul edersen tabii… “
Akretera adamın samimiyetinden kuşku duymadı, handa
yaşanan olayda herkes onu ötekileştiren bakışlarla karşısın-
da dururken, bu yaşlı adam onunla birlikte diğerlerine karşı
durmuştu... Ama yanına herhangi bir insanı, hele durumu
belli olan bu yaşlı adamcağızı alamazdı.
“ Anlamadım… Efendim… Benimle birlikte yolculuk mu
etmek istiyorsunuz? Peki, ama neden? Hem siz dayanamaz-
sınız… “
Adam, ona bu sözlerinden sonra öyle bir bakış attı ki, san-
ki kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Geri dönmeyeceği de her
halinden belliydi.
“ Bak! Ben dün gece bir rüya gördüm. Eski bir tren garın-
daydım, tavanı öyle yüksekti ki camdan olan kısımlarından
içeri giren ışık zemine ulaşana kadar kaybolup karanlığa
karışıyordu. Etrafta bir sürü insan olmasına rağmen kimse
birbirinin farkında değildi. Herkes ifadesiz ve solgun surat-
larıyla dümdüz karşıya doğru bakıyordu. Bir tek ben, bilinç-
li bir şekilde hareket edebiliyordum. Birkaçını sarstım ama
tepki veren olmadı. Saatime baktığımda durmuş olduğunu
fark ettim. Daha sonra olduğum perona bir tren yanaştı ve
kapılarını açar açmaz içerisinden yüzlerce hatta binlerce
kelebek dışarıya doğru uçmaya başladı. Onlar çıktıktan
sonrada, insanlar kapılara doğru yöneldiler.
…Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Sonra bir kelebek
gelip burnuma kondu ve uyandım. “
Yaşlı adamı merakla dinleyen Akretera ekledi;
“ Peki, bu rüyadan çıkardığınız anlam nedir efendim? “
Yaşlı adam gözleri sol alt köşede bir noktada sabitlenerek,
şu sözleri söyledi;
“ Genç adam! Vaziyet ortada. Fazla zamanım kalmadığı
belli. O tren beni bu dünyadan götürecek olan trendir ve
burnuma konan kelebek de bana son bir günüm kaldığını
hatırlattı, buna inanıyorum… “
Ne olursa olsun yaşlı adamın durumu gözler önündeydi.
Onu reddetmek yakışık almazdı.
“ Anlıyorum… Anlıyorum fakat bu son gününüzse dahi
neden benimle olmak istiyorsunuz? “
Yaşlı adam onun sözlerini geçiştirerek;
“ Bugünümü farklı kılan, gördüğüm rüyadan sonra bir sen
olduğun için… Son günümde de her zaman yaptığım şeyleri
yapsaydım bunun bana bildirilmesinin bir anlamı olmazdı
değil mi? Her neyse… “
ve iç ürperten bir gülümsemeyle ekledi;
“Bir şeyi merak ediyorum delikanlı, handa tartıştığın o
adamın neden gözlerine saldırdın? “
Akretera;
“Bilemiyorum… Yaptığım hareket bilincim dışında gerçek-
leşti. “
Yaşlı adam ani bir parlamayla;
“ Ben biliyorum delikanlı! Onu neden kör kılmak istediğini
gayet iyi anlıyorum…
…Hatta seni bıraksalar kulaklarını sağır eder, dilini de ke-
serdin eminim. Ha? Ne dersin? Sadece şakaydı. “
Akretera, onun bu sözlerini mazur görerek;
“ Madem öyle efendim, benimle bir gün geçirmenize müsa-
ade edeceğim ama sonrası sizin bileceğiniz iş…“

Rembrandt
portrait of an old man
Yalnızlığa öyle alışmıştı ki, adamın yanında kendi gibi
davranamıyor, ne konuşacağını dahi bilemiyordu. Acaba
konuşması mı lazımdı yoksa susması normal karşılanır
mıydı? Aklına bir şey gelmediği sürece ne diye konuşacaktı
ki? Yaşlı adamın da onun hakkında düşünüp düşünmediğini
merak etti. Göz ucuyla bakışlarını ona doğru yönelttiğinde,
aklının çok başka yerlerde olduğunu fark etti. Kaşlarını
çatmış, elleriyle iki yandan sakallarını tutup çekerek, derin
derin bir şeyler düşünüyordu. Aklına, onun gördüğü rüyay-
la ilgili söyledikleri geldi. Muhtemelen, sadece ölüm korku-
su yaşayan yaşlı bir adamdı işte…
Yürürlerken bir zeytinliğe vardılar. Akretera burada
kalabileceklerini ve bir ateş yakması gerektiğini anlattı.
İlerdeki saman balyalarından dört tanesini getirerek yan
yana koydu. Yaşlı adama oturması gerektiğini, dilerse uza-
nabileceğini söyledi. Etraftan bulduğu taşlarla balyaların
önünde bir çember oluşturdu ve yakacak toplamak için
patikanın öteki tarafındaki ormanlığa girdi.
Geri geldiğinde ihtiyar bıraktığı yerde yoktu. Nereye gitti
şimdi bu adam diye söylenirken uzaklardan gelen ani bir
sesle irkildi;
“ Ayna! Ayna gerekiyor bana, lütfen… “ Akretera, elindeki-
leri yere bırakarak cebinden gümüş varaklı aynasını çıkart-
tı ve üzerine doğru gelen ihtiyara uzattı. Adam aynayı alıp
tekrar uzaklaşarak, o, ateşi yaktığında geri geleceğini, sade-
ce biraz yalnız kalması gerektiğini söyledi.
Anlayışla karşılayan Akretera, hazırladığı alana odunları
yerleştirdi ve tutuşturdu. Balyalardan birini çekip oturarak
ateşi seyre daldı.
Ya gördüğü, gerçekten ona gösterilmiş bir rüyaysa diye
düşündü, eğer öyleyse bu ihtiyar onun yanındayken mi
ölecekti? Bu düşünceyle tüyleri ürperdi ve şayet doğruysa
onun son anlarını nasıl geçirmesi gerektiğini bilemedi…
Yarın öleceğini bilen bir adamla nasıl anlaşması gerekirdi?
Ne konuşacaktı? Nasıl davranacaktı? Hayatın güzelliklerin-
den bahsetse bu onun yarasına tuz basmaktan farklı ol-
mazdı, ölümün bilinmezliğinden konuşsa bu onu büyük bir
korkuya itmekten başka fark yaratmazdı... En iyisi onu
tanımaya yönelik konuşmak olurdu diye düşündü. Duygu-
larını, geçmişe yönelik pişmanlık ve gururlarını öğrenme-
liydi… Akılsız kahramanımız ona ismini bile sormamıştı
hâlbuki…

“ Başlangıçta tanrıların sahibi olduğu ateşi, insanoğlu ilah-


lardan çalmıştır. O günden bu yana yaratabildiğimiz yegâne
element odur. “
diye söze girdi ihtiyar, ağaçların arasından ateşe doğru
yürüyerek. Cebinde duran aynayı çıkartıp Akretera’ ya uzattı
ve balyaların köşesine oturarak bakışlarını ateşe doğru yö-
neltti.
“ Teşekkür ediyorum delikanlı, her şey için… Seni tanıdım…
Güçlü, güzel bir insansın sen… Eğri yollardan gitmezsin,
yalan konuşmazsın, biliyorum. Son zamanlarımı seninle
geçirmemin bir anlamı olduğuna inanıyorum… Ne olduğu-
nu birlikte yaşayıp göreceğiz… “
Akretera, bu sözlerinden sonra ihtiyara karşı büyük bir
şefkat duymuştu. Ben inansam da inanmasam da, o buna
inanıyorsa ona göre hareket etmeliyim diye karar kıldı.
“ Efendim… Sizinle birlikte olmak benim için bir şereftir!
Ne denli derin ve bilge bir adam olduğunuzu az çok göre-
bildim. Sizi tanımaktan onur duyarım… “
İhtiyar huysuzlanarak;
“ Haklısın evladım! Beni tanımıyorsun… Ne denli alçak ve
yüzeysel bir adam olduğumu da bilmiyorsun… Bunca yıllık
hayatımdan geriye baktığımda kalıcılık sağlayabildiğim
hiçbir şey göremedim… Bu da beni şu an öyle bir boşluğa
itiyor ki bir bilsen… Şu saçım sakalımdaki aklığı hak ediyor
muyum sanıyorsun? Yanlıyorsun delikanlı ben derin ve
bilge bir adam olmaktan çok uzağım… “
Akretera hiddetlenerek;
“ Efendim! Kendinize haksızlık ediyorsunuz, böyle konuş-
mayın rica ederim… Siz hakikati seçemeyen bilge bir adam
olmasaydınız, handa benim yanımda değil, o zatın yanında
bana karşı dururdunuz! Ağzınızdan çıkan her sözle kendi-
nizi bana biraz daha işliyorsunuz… Ben eminim efendim!
Sizi gördüğümü biliyorum. “
İhtiyar aniden gülmeye başladı… Sözlerini hor mu görü-
yor yoksa hoş mu anlayamamıştı. Galiba ikisinden de biraz
vardı.
“ Madem öyle diyorsun delikanlı… Sana anlatacağım çok
şey var… Çocukluğumdan bu yana olan her şeyi anlataca-
ğım sana. Ben, delikanlı, ben annemi severdim, babamı da,
kardeşlerimi ve diğer tüm insanları da. Hepsini ayrı ayrı,
…olması gerektiği kadar severdim! Fakat hiçbiriyle ken-
dimle ilgilendiğim kadar ilgilenip değer vermedim. Aklım
kendi yolum ve başka meselelerle öyle meşguldü ki onların
ne düşündüğünü, hiçbir zaman dinlemedim… Böyle alçak
bir adamım işte ben… Eğri yoldan giden birini gördüm mü
etrafımda, hiç düşünmeden çıkardım hayatımdan. Ne onu
dinledim, ne de kendim onun için düşünüp bir yol sundum.
Eğriyse yolu dedim, benden uzak olsun… Unutma delikan-
lı… Sakın unutma… Doğru yoldan gitmenin yükümlülüğü
diğerlerini sevktir. Yoksa ne anlamı kalır o yolda olmanın!
Tek başına yürürsen, kötülük etmemenden başka ne faydan
olur başkalarına? Sen hayatı doğru yaşıyorsun diye bitmez.
Başkalarına da anlatmalısın, göstermeli ve yaşatmalısın
benliğinle. Onları dinleyip olması gerekeni elinden geldiği
kadarıyla sunmalısın! Ama ben kaçtım evladım… Ben kaç-
tım! İşte böyle alçak bir adamım… Başkalarını hor gördüm,
kendime denk olmayanlardan sakındım ve bu yaşıma kadar
yalnız yaşadım… İnanır mısın çocuğum bile olmadı… İki kez
evlendim, ikisi de bitti… Yanına insan bile bulamadığın bu
zamanlarda hayatına ortak olacak, seninle bir tutulacak
biricik eşini bulmak ne zordur anlıyorsun değil mi? İşte
delikanlı bende insanları tarta tarta sonunda yalnızlığımla
kaldım. Bir çocuğum olsun çok isterdim tabii… O beni ister
miydi bilmem! Velhasıl en büyük pişmanlığımda budur…
Ama anlıyorum… Benim gibi aksi bir adamla devam ede-
memeleri gayet anlaşılır tabii. İstediğim zaman konuştum,
genellikle hep sustum, istersem güldüm, çoğu zaman da
somurttum. Doğru gördüm takdir ettim ama yanlış gördü-
ğümde yerin dibine soktum.
…Kimseye karışmadığım kadar onlara müdahale ettim.
Onlar içinde değil tabii… Kendim için! Benimle bir tutula-
cak olanın, benimsediğim insanın mükemmel olması gere-
kiyordu. Bende kendime nasılsam, onlara da öyle oldum!
Tabii kaldıramadılar… Birisi bana doğruları söylerse deli-
kanlı, kafamı eğer, tevazu ederim. Sözlerine değer verir ve
anlamaya çalışırım. Nankörlük etmem! Ne diyorum ben…
Yine saçmalamaya başladım ne akılsız adamım son anla-
rımda bile şu konuştuğum şeye bak… Ama doğru, sana iyi
bir adam olmaktan ne denli uzak olduğumu anlatıyordum…
Görüyorsun işte yavrum… Görüyorsun… “
Akretera ağlamaya başladı;
“ Efendim… Ne olur… Kendinizi kötü görmeyin… Sizin şu
an ki siteminiz… Daha iyi olamadığınız içindir! “
Sözleri onun üzerinde hiçbir değişiklik yaratmamıştı, aynı
donuk gözlerle ateşe bakıyordu.
“ Yanmak istiyorum… Dünyayla bir olacak yüzüm yok! Beni
toprağa gömme oğlum… Yak! “
Akretera aniden sinirlenerek;
“ İhtiyar! Sen beni dinlemiyor musun? Öleceksin diye lafla-
rını hoş görecek değilim! Kendine gel… Birisi size doğruları
söylerse nankörlük etmeyeceğinizi söylemiştiniz. Benim
doğruları konuştuğumdan şüpheniz mi var? Hani yalan
konuşmazdım, biliyordunuz? Bence nankörlük ediyorsu-
nuz! “
İhtiyar şaşkına dönerek;
“ Haklısın… Oğlum… Kendimde değilim… Korkuyorum,
kızgınım ve birçok şeyden pişmanlık duyuyorum…
…Ama biliyor musun? İçimde bir yerlerde öyle huzurlu
hissediyorum ki, sanki her şeyin ardından geriye kalan o
olacakmış gibi… “
Akretera rahatlayarak;
“ Ölüm, bir kadife kadar yumuşaktır, derler… “
diye bir söz söyledi. İhtiyar gülümseyerek onun yanaklarını
sevdi ve elini omzuna koyarak gökyüzüne baktı.
“ Bildiğimiz kuralların ötesinde kim bilir ne gizemler var
oğlum… Kim bilir ne çarklar dönüyor şu evrende… “
Ve ekledi;
“ Sana vermek istediğim bir şey var… “
Yeleğinin cebinden çıkardığı işlemeli, gümüş yüzüğü Akre-
tera’ ya uzattı. Gayet zarif ve taşlı bir yüzüktü. İhtiyar ona bu
taşın aragonit adında kadim bir taş olduğunu, ihtiyacı olanı
ona yakın kılacağını söyledi. Akretera yüzüğü avucuna ala-
rak sımsıkı sıktı ve elini göğsünün üstüne koyarak başını öne
eğdi.
“ Siz… Siz bana çok değerli bir hazine bahşettiniz! “
İhtiyar ona gülerek;
“ Bırak şimdi zevzekliği… Bırak da beni dinle, seni tanımak-
tan onur duydum oğlum! Sen benden çok daha yücesin,
bunu görebiliyorum. Varoluşun izi var sende, özünde bü-
yük tezatlıklar barındırıyorsun! Buna rağmen dengen şaş-
mamış asıl olandan ayrılmamış o güzel yüreğin. Hep böyle
mahcup dur yavrum… Senin güzelliğin, hepsinin arasından
göstermeyi seçtiğin o mahcup suratında gizli! Şimdi müsa-
adenle uyumak istiyorum… Eminim yarın çok yorucu bir
gün olacak! “
Hafif hafif esen ılık tatlı rüzgâr, uğuldayarak ağaçların
arasında dolaşırken Akretera’nın kulaklarına da uğramış,
saçlarıyla oynuyordu. Yeni doğan güneş de sırtına vurmuş
onu bir güzel ısıtmıştı. Uyanmasına rağmen bir süre daha
bu şekilde olduğu yerde yatmaya devam etti. İhtiyarı bugün
nereye götürsem diye düşündü. Acaba ovaya çıkmaya da-
yanabilir miydi? O kudret sahibi ağacı görmesini çok ister-
di, aklına ikisinin benzerliği geldi. Kesinlikle hayran kala-
caktı! “ Bugün hayatının en güzel günü olacak ihtiyar! Söz
veriyorum. “ diye heyecanla ona seslendi, cevap alamayınca
yanına gitti. Belli ki hala uyanmamıştı. Öne düşmüş olan
kafasını kaldırdığı gibi birkaç adım geriledi… Ölüm ondan
önce davranmış ve ihtiyar gitmişti… Bir süre karşısında
durup ona öylece baktı. İlk defa ölü bir insan bedeni görü-
yordu. Saatler öncesinde kanlı canlı haliyle karşısında
duran ihtiyarın hali korkunçtu… Ruhunun bedenini terk
etmesiyle rengi solmuş, tükenmişliği her yönden kendini
belli ediyordu. Onu kucakladığı gibi geldikleri yoldan geri
yürümeye başladı. Ait olduğun yeri biliyorum ihtiyar, de-
di… “ Madem toprağın altı bundan sonra yurdun, yerin o
ağacın yanıdır! Senden beslensin kökleri. Ruhun o ağacın
heybetine yaraşır… “
İhtiyara inanmadığı için kendini aptal gibi hissediyordu.
Tabii inansa da olduğundan farklı davranmayacaktı. Rüyası
gerçeğe delalet ettiğine göre, bahsettiği anlamın kendiyle
olan alakasını düşündü. Her şey yaşanıp bitmişti.
Gözünün önüne ondan aldığı yüzüğü getirdi. İhtiyar bunun,
onu ihtiyacı olana yakın kılacağından bahsetmişti. Acaba
bunu edinmesi gerektiği için miydi? Olamazdı, ne de olsa
ihtiyarın iradesiyle gerçekleşmiş bir olaydı ama kader ola-
rak böyle yaşandıysa, elbet olabilirdi de. Sonuçta yaşanan
her şey, tek bir bütünün parçalarıydılar. Yani yaşanılacak
olan her şey de yaşanması gerektiğindendi. Sonra ihtiyarla
arasında geçenleri şöyle bir düşündü; Ölüm korkusuyla ne
hale geldiğini. “ Belki de ben olmasaydım… “ dedi içinden
ve sustu.
Sonunda tepenin yamacına ulaşmıştı. İhtiyarı bir ağacın
dibine yerleştirerek karşısına geçti. Eti çürümeye başladı-
ğından kokusu git gide daha yoğun ve dayanılmaz bir hale
geliyordu. Yeri artık toprağın altıydı. Orada onu bekleyen-
ler vardı. Öldükten sonra bile varoluşun parçası olmaya
devam edecek, bedeninden, içerde bakteriler, dışarda çeşit-
li böcekler, en sonunda da dünya, uzun vadede nasibini
alacaktı. Fazla zamanı olmadığını anlayan Akretera, oya-
lanmadan onu aldı ve tek bir solukta yokuşu tırmandı. Ağa-
cın yanına vardığında gölgesine bir çukur kazdı. İhtiyarı,
kazdığı alana özenle bıraktı. Üzerini toprakla örttü ve oldu-
ğu yere diz çöktü. Sağ avucunu sol omzuna, sol avcunu da
sağ omzuna yerleştirerek kendisini kucakladı, kafasını
tamamen öne eğerek bir ileri bir geri sallanmaya başladı...
Kendisine, neden ona ölümün hatırlatıldığı sorusunu soru-
yor. İhtiyarın artık, ondan tamamen ayrı bir bilinmezliğin
içinde olduğunu düşünüyor ve ölüm korkusuyla açığa çıkan
gerçek pişmanlıklarını hatırlıyordu. Güneşin kaybolmasına
yakın oradan ayrılarak, batıya doğru yöneldi.
Ölürsem, dedi. “ Ölürsem, öldükten sonra ne hissedebili-
rim ki ölüşüme? Ne üzülecek ne de korkacak bir ben kalır
geriye. Demek ki hayattayken korkmamak lazım o kadar
ölümden. Hem her şeyin varken bir sebebi, elbet ölümü-
mün de olacaktır bir niyeti! O yüzden ne korkarım bundan
sonra, ne de üzülürüm öleceğime… “
Gün ayana kadar yürümeye devam etti. Patikanın sonuna
vardığında ağaçların arasından parıldayan gün ışığıyla
hiçbir şey göremez oldu. Ormandan çıktığındaysa, gözleri
ışığa alıştı ve kendini görkemli bir dağın eteklerindeki açık-
lıkta buldu. Bu açıklık, dağın bitimine kadar buğdaylarla
kaplıydı. Bitiminde ise ağaçlar bariz bir şekilde buğdaylar-
dan ayrılıp, ormanın sınırını oluşturuyorlardı. Güneş do-
ğarken, o da rüzgârla oynaşan başakların arasından burnu-
na gelen kavruk kokuyla birlikte, dağa doğru yürüdü. Sınıra
ulaştığında, içeriden esen ferah bir rüzgâr saçlarını hava-
landırdı; Doğruca içeri atladı…
Yürürken ayakları altında kararmış mermerden bir yol
geçtiğini fark etti. Taşların arasında yeşillikler bitmiş, bazı-
ları yosunla kaplanmıştı. Etraftaki, üç beş ağacın toplandığı
birkaç tepeciğe basamaklar yerleştirilmiş, tepelerine de
azurit taşından yontulma yuvarlak kemerli bir kapı dikil-
mişti, yani kapıyı andıran bir yapı. Görünürde hiçbir işlevi
olmayan ortası boş, tepeden birleştirilmiş iki sütundan
ibaretti. Burada bulunmak ona yoğun bir sükûnet hisset-
tirmişti. Bu ulvi yerde kadim bir topluluk yaşamış olmalıy-
dı. Lakin şimdi neredelerdi? Biraz yürüdükten sonra üç
tane elma ağacına rastladı. Yanlarına vararak birinin dalın-
dan yeşilini kopardı. Yedikten sonra diğer ağacın kırmızı-
sından tattı. Daha sonra da sarısından bir tane alarak üç
ağaca baktı… Bir şeyler geveleyerek ormanın içine geri
daldı. Havanın kararmasına az bir vakit kalmıştı. Akşam
olmadan dağın zirvesine ulaşmaya niyetliydi fakat karşısı-
na çıkan dik yamaç, daha fazla ilerlemesini engelledi. Tır-
manmak için bir yol arayarak kenarından yürümeye başla-
dı… Dağı tavaf etti fakat yine de bir çıkış yolu bulamadı!
Üzeri bitkilerle kapanmış olan kayalıklar oldukça kaygan
gözüküyordu, tırmanmak için hem dik hem de bu yüzden
oldukça zorluydu. Belki tepedeki ağaçların köşeden sarkan
köklerine kadar ulaşabilirse, onların yardımıyla kendini
yukarı çekebilirdi. Ama bu çok tehlikeli olurdu. Kesinlikle
bir yol bulması gerekiyordu… Eskiden burada yaşamış
olanlar ufak tepeciklere yerleştirdikleri basamaklar gibi bir
çıkış yolu hazırlamış olabilirler diye düşünerek, bir umut,
aramaya devam etti. Yamacın yüksekçe bir kısmının altın-
da, daha önce fark etmediği sivri kemerli, taştan bir kapıya
rastladı. Farkına varmamasının nedeni yukarıdan akan
şelaleydi. Kapı, akan suyun ardına gizlenmişti. Kıyafetlerini
çıkartarak birbirine sardı ve eğilerek karnına sıkıştırdı.
Şelaleyi aşarak kıyafetlerini geri giydi. Mağaranın duvarın-
daki genişçe delikten giren akşam güneşi, üzerine su dam-
layan saydam bir taşa vuruyor, taştan yansıyan ışık etrafı
hafifçe aydınlatıyordu. Suyun yıllarca damladığı yeri yıp-
ratmasıyla üzerinde bir de göçük oluşmuştu. Tuhaf, dedi
Akretera. Duvarlarda çeşitli motifler işliydi. Bir köşe, iki
tane sütun çıkartılarak içeri doğru oyulmuş, taştan bir dö-
şek hazırlanmıştı. Bu döşeğin karşısında kalan duvara, ayna
niteliğinde, ince, parlak ama koyu renkte bir taş yerleşti-
rilmişti. Etrafı, okuyamadığı bir yazıyla çevriliydi. Önüne
geçerek yansımasına baktı. Farklı gelen bir şeyler vardı…
Kendini, ona karşısından bakan bir insanın gözleriyle gör-
müştü! Yansımasının var ettiği yanılgıya değil, doğruca
kendine bakıyordu. Sağ eliyle ona doğru uzanarak parmak
uçlarına dokundu. İçi ürperdi ve bir iki adım geriledi. Taşa
vuran ışığın gücü git gide azalıyordu. Döşeğe geçerek uzan-
dı. Damlayan suyun sesi ona zamanı anımsattı. Anımsadığı
zaman ona ölümü hatırlattı ve ölümü hatırlamasıyla, ihtiya-
rı andı. Sonuna yaklaşmasıyla onu korkutan, kalıcılık sağla-
yamamış olmaktı. Peki, ben neye kalıcılık sağlayabildim?
Diye düşündü. İhtiyarın kalıcılık sağlayamamaktan kastı
neydi? Yalnızlığından dolayı, ilk olarak insanlara kendini
işleyememişti. Evet, bunun illaki etkisi vardır, dedi ve ken-
disi için de düşündü. Gelip geçici insanlar dışında hayatında
kimsesi yoktu. Ama yalnız mıydı? Hayır… Kimsenin olma-
dığı kadar birdi her şeyle! Öncelikle de kendisiyle. Başka
kime gerek vardı ki? Daha sonra ihtiyarın doğru yolda ol-
manın yükümlülüğü hakkında söylediklerini hatırladı…
Böyle düşünmemeliyim aslında, dedi. O beni kendinden
yüce gördüyse, böyle düşünemem ben! Hem ihtiyarın doğ-
ruları konuştuğundan şüphesi yoktu çünkü yaşadığı ölüm
korkusu, onu en gerçek haline bürümüştü.
Caspar David Friedrich
felsenschlucht
Yüzüne vuran gün ışığı onu tam vaktinde uyandırmıştı.
Bu ulvi dağa ilk defa gelmesine rağmen, daha önce bulun-
duğu bir yerdeymiş gibi hissediyordu. Kıyafetlerini çıkardı,
suyun altına geçerek bağdaş kurdu ve oturdu. Su öylesine
soğuktu ki, derisini yakıyordu. Nefes alış verişleri aniden
hızlandı ve titremeye başladı. Bir süre sonra bedenini his-
sedemez olmuştu. Başından aşağı şiddetli bir biçimde inen
su, kulaklarında boğuk bir şekilde çınlıyordu. Nefes alış
verişi git gide yavaşlayıp derinleşti. Ense kökünde bir sı-
caklık hissetti ve suyun kulaklarında çınlayan boğuk sesi
yerini tek bir nağmeye bıraktı. Aniden kalktı ve kıyafetleri-
ni geri giydi. Duvardaki deliğin altına geçerek ona doğru
tırmanmaya başladı. Kafasını çıkardığında burnuna öyle
mayhoş, öyle hoş bir koku geldi ki, bir nefes. Alırken gözleri
titredi. Daha önce ne bir çiçek, ne de bir meyve böyle kok-
muştu ona. Doyamadan kayboldu gitti. Karnı guruldadı…
Delikten dışarı çıktı ve etrafına bakındı. Yamacı aşmayı
başarmıştı! Burasının tabiatı aşağısından farklı olarak daha
canlıydı. Kısa ve kalın gövdeli meşe ağaçları, ürkek sincap-
lara sığınak, uzun mu uzun servi ağaçları da, uçan kuşlara
gökte bir durak oluyordu. Tam ileri adımını atacaktı ki
önünden hızla bir kuzgun geçti. Ardından onu takip eden
başka bir kuşla birlikte ağaçların arasından, yerdeki yap-
rakları havalandıracak kadar sığ ve süratli bir şekilde uçu-
yorlardı. Akretera onları hayranlıkla izliyor, böylesine kuş-
ları ilk defa görüyordu; Arkadaki öndekinin ani manevrala-
rını yakalıyor. Yanıltmacalarına kandığında dahi bir sonra-
ki hamlesinde yaptığı ters dönüşle onun önüne geçmeyi
başarıyordu. Birbirlerinin etrafında dönerek, göğe doğru
yükselip aniden kanat çırpmayı bıraktılar ve aşağıya doğru
serbestçe düştüler. Tam yere ulaşacaklardı ki kendilerini
tek bir kanat çırpışlarıyla düzeltip, tozu dumana katarak,
birbirleri ardına tekrar ormanın içine geri daldılar. Kahra-
manımız şahit olduğu bu manzara karşısında oldukça heye-
canlanmıştı. Nasıl bir histir ki? Dedi. Hayvan olmak. Körel-
miş bedenimin marifeti ne zarif! Ne bayağı… Diye düşündü.
Bildiğim ve hissettiğimden öte, nasıldır başka bir biçimde
var olmak? Bir kartalın gözlerinden görmek ve kedinin
kulaklarından duymak. Uçsuz bucaksız bir ovada, yaban
atının formuyla dörtnala koşmak…
Niyeti zirveye ulaşmaktı. Tanrısal bir görüyle geçmişte
kat ettiği yola bakmak istiyordu. Ne olduğunu bilmemesine
karşın, içinde büyük bir şeyin eksikliğini duyuyordu. Hisle-
rinin karmaşıklığı onu normal benliğinden uzaklaştırmıştı.
Baktığı şeyleri eskisi gibi görüp anlamlandıramıyor, yürü-
düğü yolun keskin aydınlığı, hissettiği belirsizliğin gölge-
sinde kararıyordu. En değerli varlığı zaman, artık onun
ardında yürüyor ve o, yitip gittiğinin farkına varamıyordu.
Etrafını saran onca güzelliğe rağmen, yaşamayı ilk defa
anlamsız bulmuştu. Belki de, dedi. Ölüm korkusuydu beni
hayatla bir tutan. Var oluşun kıymetini sağlayan yegâne şey
yok oluştan öte nedir ki? Ölümden korkmayanlar için haya-
tın kıymeti ne denlidir? Diye sordu kendine. Kaybettiği
ölüm korkusu ona, bağlı olduğu sözde hayatın değerini
unutturmuştu.
Ne yazık! Dedi. Beni yaşama bağlayan neydi ki böyle kolay
yitebilen… Hayatımın anlamını kaybettim ben. Güzelliği
göremeyen gözlerim acı ve kederden başka neyi görür
artık! Yere sürten adımlarıyla, biçare bir şekilde tepeye
doğru yürümeye başladı. Bir yandan, kendisine, ettiği nan-
körlük bakımından iğrenti duyuyor, var oluş sebebine ma-
hal veren yüce varlığa karşı mahcup oluyordu… Diğer yan-
dan ise, hissettiklerine karşı elinden hiçbir şey gelmemesi,
zayıflığı karşısında onu tüketiyordu.
Bir süre boyunca yukarı doğru takip ettiği patika, ağaçlar
ve bitki örtüsünün bitimiyle birlikte sonlanmıştı. Tepeye
varmak için geriye kalan yolu sarp kayalıkları aşarak geç-
mesi gerekiyordu. Ne denli zorlanıyorsa, bir o kadar da
rahatlamaya başlamıştı.
Günbatımından önce zirveye ulaşmayı başardı. Küçük bir
alan olmasına karşın dümdüz olduğundan orada bulunmak
oldukça güven vericiydi. Yere çömeldi ve göğe baktı. Gök-
yüzü kızıla bürünmüştü, öyle güzel, öyle hüzünlü duruyor-
du ki; Yaşadığı duygusal karmaşanın kırılganlığı üstündey-
ken, onu paramparça etmişti. Lakin yücelttiği en âlâ güzel-
likler bile içindeki karanlığı dağıtmaya yetmiyordu. Nedir
hayatın anlamı? Diye haykırınca, feryadı bomboş yüreğinde
yankılandı. Güneş gitti ve o Ay ile baş başa kaldı. Sonra da
kendisine yıldızlar katıldı. Yeleğinin cebinden ihtiyarın
verdiği yüzüğü çıkardı, parmağına taktı. Âh… Dedi. Nedir
hayatımın anlamı? Işığın içime işlemez olduysa ben miyim
sebebi, yoksa benden öte midir? Nedeni yaptıklarım mıdır
yoksa yapamadıklarımdan mıdır çektiğim?
Caspar David Friedrich wanderer above sea of fog
Mora çalan mavi gökyüzü git gide laciverte dönmüştü,
gökteki Ay ile yıldızlar sarı sarı ışıldıyor ve ışıldatıyordu
yeryüzünü ve ondan olanları. Âh… Dedi. Gün ayıyorsa Gü-
neş ile. Ve Ay geldiğinde çöküyorsa gecenin karanlığı, yine
de şöyle bir baktığımda semaya akşamları, şaşar kalırım.
Yokluğu ne güzel de anlatmışsın… Varlıktan ayırmamış,
onu Ay ve yıldızlar ile taçlandırmışsın. Belki de böylece
vefanın en büyük temsilini göklerde yaratmışsın. Ah, Âh…
Dedi. Varoluş aynasında göstermeseydin cefayı, olur muy-
du vefanın bir anlamı? Affet beni… Affet ve güç ver ki, bir
daha asla af dilenmeyeyim! Senden gelen her şey kabulüm-
dür bundan sonra… Nankörlüğümü bağışla. Acı ve kederle
dolu olsa dahi yolum, bilirim gösterdiğin cefa, vefanı yaşa-
mam içindir… Lütfen! Dedi. Lütuf et de tekrar yansın içim-
de ışığın ve doldursun yüreğimi!
Tam o sırada gökten bir yıldız kaydı ve parladı gözlerin-
de… Birer damlada yaş süzüldü yanaklarından.
Ne yaptım? Dedi.
Var olmayı hak edecek ne yaptım ben…

Você também pode gostar