Escolar Documentos
Profissional Documentos
Cultura Documentos
Al\"
•
A Mümtaz İdll
DAYANIŞMA YAYlNLARI: 26
(Dayanışma Yayın Üretim Kooperatifi)
GERÇEKLIK VE ROMAN
04mNIŞ11A
mJ1NIARI
İÇİNDEKİLER
I. GİRİŞ 7
7
yeniden ortaya koyan kişi, yani imge üreticisi, bu yeni
den yaratım süreci içerisinde duygularından bağımsız
bir yol izleme olana�ına sahip değildir. Nesnel gerçekli
ğin bir foto�raf gibi yansıtılmasının amaçlandığı doğal
cılıkta bile bu çaba başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Çünkü
her sanat yapıtında seçim yapma zorunluluğu özel ger
çekli�e bağlı olarak kendili�inden vardır. Sanatçı ne ya
parsa yapsın, foto�rafik gerçekli�e hiç bir koşulda ula
şamaz. tşte bu anda Richter'in anılarındaki Tivoli'li res
samlar, nesnel görüşün olmayışı ba�lamında de�il de,
öznel gerçekli�in yok edilmemesi bağlamında örnek
oluşturmaktadır. Yani, nesnel gerçeklik insan bilincinde
zorunlu olarak öznel gerçekliğin kendili�inden hareket
lenmesine ve nesneye el atmasına neden olur.
Nitekim, daha ileride de ele alacağımız Jan Van
Eyck'in «Amolfini'nin Evlenmesi» tablosu örneğinde
olduğu gibi, neredeyse bir renkli fotoğraf düzeyine ula
şan tablolarda bile öznel gerçeklikten bağımsız bir nes
nel gerçeklik söz konusu değildir.
Buna rağmen imgelerle; insan bilincinden, tasarım
lardan bağımsız ve nesnel olarak varolan şeyleri, yani
nesnel gerçekliği ele geçirme çabası, hemen tüm sanat
türlerinin ilk örneklerir.de görülür. «İlkel» tanımı al
tında anılan toplumlardan gelişmiş toplurnlara kadar de
ğişik dönemlerde ortaya çıkan sanat türlerinin «ilk>> ör
nekleri, nesnel gerçekliğe bağlılıkları ölçüsünde değer
lendirilmiştir. Kuşkusuz, bilinmeyenden korku ve büyü
gibi unsurların oluşturduğu yaratımlar bu savın dışında
düşünülmelidir. Çünkü, bunlar, yaratacakları etkilerin
önemi açısından, doğadaki herhangi bir şeye benzerne
rnek zorundadırlar. Bu amacın dışında kalan yaratımlar
için ise, nesnel gerçekliğe imgelerle ulaşmayı amaçla
yan insanlığın binlerce yıllık yolculuğunda, bilinçsiz bir
soyutluktan nesnel gerçekli�e limitte bir yaklaşım ve ye-
8
niden soyutlamaya yönelik bilinçli bir dönüşüm söz ko
nusudur. Bilinçsiz bir soyutluktan başlamasının nedeni
ise, doğrudan doğruya bilgi ve araç-gereç eksikliğine
bağlı olarak, eldeki olanaklarla nesnelerin en karakteris
tik özelliklerinin zorunlu seçirnidir.
Kuşkusuz, yukarıda sözünü ettiğim gelişim bir var
sayımdır. Tüm sanat türlerinden örnekler vererek söz
konusu varsayımı kanıtlama yoluna gitmek, bu kitabın
çapını bir kaç yüz kere aşardı. Ancak, özel olarak roman
konusuna girildiğinde, konunun ele alınışı bu varsayım
doğrultusunda geliştiğinden, çok kaba çizgilerle açık
lanmış da olsa, böyle bir girişi zorunlu kılmıştır. Roma
nın da aynı gelişimi izlediği düşünülürse; söylenceler,
destanlar, kahramanlık öyküleri ve masallarla başlayan
roman sanatının soyut çıkışı, giderek günlük yaşamın
olduğu gibi yansıtılması amacına yönelmiş ve ardından
yeniden, ama bu kez bilinçli olarak, soyutlamaya yönel
miştir. Buradaki bilinçli soyutlama sözü, doğrudan doğ
ruya aynntı seçimiyle ilgili bir soyutlamadır.
Ancak, yalnızca roman özelinde kalsa bile, konu çok
daha derin bir araştırınayı gerektirmektedir. Oysa bu
kitaptaki yazılar, daha önce dergilerde yayınlanmış olan
yazıların yeniden ele alınması, yerlerinin değiştirilmesi
ve belli konu başlıkları altında toplanmasından oluş
muştur.
Kitaba başlık olan «gerçeklik» sözcüğü ile, nesnel
gerçeklik kastedilmektedir. Bu belirleme şu açıdan zo
runludur : Bütün sanat akımları için gerçeklik bir mer
kez olmuş ve yine tüm sanat akımları ve bu akımlara
bağlı sanatçılar da gerçeğin kendi görüşlerinin yardımıy
la ortaya çıkabileceğini savunmuşlardır. Yirminci yüz
yılın son çeyreğine geldiğimiz şu günlerde de bu arayış
çok yönlü olarak sürdürülmektedir.
,9
Gerçekli�in aranışının böyle soyut bir noktaya çekil
mesi sonucu, alışılagelmiş gerçeklik tanımı, sanat çatı
sı altında yeniden yaratılma süreci olunca, nesnel ger
çeklik, söz gelimi roman sanatında geleneksel gerçekçili
ğın savunduğu tek alan olarak algılanmaya başlanmış
tır. Oysa, ilk gerçekçiler için kısmen doğru olan bu yan
lış algılama, eleştirel gerçekçiler ve özellikle de toplum
cu gerçekçiler için bütünüyle yanlıştır. Çünkü artık, ger
çekçi edebiyatın amacının nesnel gerçekliği olduğu gibi
yansıtmak değil, insana özgü tüm değerlere sahip çık
mak olduğu benimsenmiştir. Buna rağmen geleneksel
gerçekçiliğin şanssız olduğu önemli nokta, nesnel gerçek
liğe yakın olan her sanat yapıtma gerçekçi damgasının
vurulmasıdır. Böyle olunca da; basit aşk romanlarından
pomoya, özyaşam öykülerinden gezi notlarına kadar nes
nel gerçekliğe şu veya bu şekilde bağlı her yapıtın gerçek
çiilk adı altında yorumlanma tehlikesi başgöstermiştir.
Nitekim, her insanın yaşamının roman olduğu düşüncesi,
bu bakışın bir sonucudur. Oysa, sanılanın aksine, roman
da nesnel gerçekliğin öznel gerçekliğe hiç bulaşmadan
yansıtılması, sözgelimi görsel sanatlara oranla çok daha
güçtür. Çünkü, ortaya atılan düşünceler insan davranış
larını dile getirmekle birlikte, bu davranışları taşımak
zorunda olan imgeler görsel sanatlara oranla güçsüz
kalmaktadır.
lO
Nesnel gerçekliğe sıkı sıkıya bağlılığı bir ilke hali
ne getiren romancılardan geleneksel edebiyata miras ka
lan bu sorunun gelişimi, bana göre Dostoyevski'de bir
dönüm noktası yaptığından, Dostoyevski özellikle daha
geniş incelenmiştir. Çünkü, Dostoyevski'ye kadar gelişen
dönem içinde roman sanatında gerçeğe bağlılık kaygısı
şu veya bu şekilde varlığını korumaktadır. Dostoyevski'
de bu gelişim, nesnel gerçekliğin yerine ağırlığı öznel
gerçekliğin almasıyla iki ayrı yöne sapmıştır.
Bu kitap, roman sanatını ilk gerçekçi romancılar
dan başlayarak, dönüm noktası olarak kabul ettiğim
Dostoyevski'ye kadar olan dönemi yukarıda sözü edilen
varsayım doğrultusunda incelerneyi amaçlamıştır. An
cak, bu inceleme, sözgelimi tüm 19. yüzyıl roman sanatı
nı ele almak veya «tık Romancılar ve Bakış Açısı» konu
su ele alındığında, tüm bakış açılarını alt başlıklar halin
de vermek biçiminde geliştirilmemiştir. Bu kitap özgün
bir çalışmanın taşıyabileceği tüm tedirginlikleri de do
ğal olarak barındırmaktadır. Bölümlere ait başlıklar ise,
bir iddiadan çok bir açıklama niteliğindedir. Böylelikle
bu çalışma, roman sanatının tarihsel gelişimini bilinen
biçimde tekrarlamaktan çok bir arayış niteliğindedir.
H
ROMANDA GERÇEGE BAGLILIK
12
türü yaratmakta olduğuna inanan Fielding, bu türün
bir takım özelliklerini belirtmek gereğini duymuştur.
Joseph Andrews'un önsözünde güldürü romanının nite
likleri ,yapısı, kişileri, dili, olay örgüsü hakkında olduk
ça ayrıntılı görüşler ileri sürerek, bir güldürü kuramı
ortaya atar. Tom Jones'un on sekiz kitabına yazdığı gi
riş bölümlerinde genel olarak roman kişileri, olay örgü
sü, aniatma ve salıneleme konularındaki açıklamaları
ıngiltere'de ilk roman kuramını oluşturmuştur.» (1).
Romanın ilk gerçekçileri sayılan bu yazariara gelin
ceye kadar, daha önce de belirttiğimiz gibi kahramanlık
destanları (chanson de geste) ve daha çok bir masal ni
teliğini taşıyan «courtois» aniatıları romanın prototip
Ieri olarak gösterilirler. Daha sonraları, hemen hemen
Walter Scott'a kadar değişmeyecek olan bu dönem için
de romanın yapısında ve anlatım biçiminde fazlaca de
ğişiklik olmamıştır. Gerçekte, ortaçağın çözülmesi ve
Rönesans ile birlikte insanın varlığının anlamı ve. bu
dünyadaki yeri bir sorun olmuştu, ama felsefenin ve bi
limin yoğun olarak uğraştığı bu soruya roman yeterin
ce ilgi gösterememiştir. Hatta öyle ki, 18. yüzyıl sonla
rından 19. yüzyıl ortalarına kadar romanın toplumsal
sorunlara eleştirel bakışını sağlayan bilimdeki ve felse
fedeki gelişmeden çok ütopyacı zihniyettir.
Romanın somut olarak başladığı bu gelişim çizgisi,
doğal olarak yavaş gitmek zorundaydı. Çünkü, diğer sa
nat türlerine göre roman çok yeni bir türdür ve tarih,
destan, deneme, anı gibi değişik yazı türleri arasında
kendisine bir yer sağlamak üzere yoğun çaba göstermek
durumundadır. tık romancıların hem tarihten kopma-
13
mış olması ve gerçeğe dayalı yapıtlar vermek üzere sık
sık tarihe başvurması, hem de bu tarihsel bilgiyi okunur
kılabiirnek için bir kahramana gereksinim duymaları,
romanı salt olayları aktaran eğlenceli bir yapının kuca
ğına itmiştir. Romanın şanssız olduğu bir başka yan ise,
onun uzun süre üzerinde durulmağa değer bir edebiyat
türü olarak görülmemesindendir. Bunun birkaç nedeni
vardır : Herhangi bir anıatı biçiminde ortaya konduğun
da roman, tarihten fazlaca farklı olmamak durumun
daydı. Diğer yandan coşku, insanda yarattığı hoş ve kö
tü izlenimlerin bütünü, betimleme veya yergi gibi tüm
sanatsal etkinlikler, romanda kullanımı dar bir alan
oluşturuyorlardı; ya da roman bu etkinliklerin kullanı
mını daraltan bir alan olmaktan öteye gidemiyordu. Böy
lelikle de insanda, ilk ele alınışında hayranlık uyandı
racak bir sanat yapıtı olma özelliği ortadan kalkıyordu.
Şiir ya da deneme ise çok kısa bir zaman aralığı içinde
yansıtmak zorunda olduğu ideolojisini ulaştırabiliyordu.
Bu ise, gerekli sanatsal potansiyelin yaratılması demek
tir. O dönemlerde, yani 18. yüzyılın ortalarında roman
daha çok gençler arasında yaygın olan bir tür olduğu
için hor görülüyor, öte yandan da eğitimi kıt kişilerin
romanı yeğlemesi, sanat niteliğini olumsuz yönde etkili
yordu. Dantel Defoe'nin çabaları bile bu zinciri parçala
maya yetmemiştir. Defoe, «Robinson Crouse» yl yazar
ken, romanıarına gerçekten yaşamış kişilerin öyküsüy
müş gibi ayrıntılar eklemenin yanında, okurun ilgi ala
nını çekeceğinden emin olduğu bir konuyu gözönünde
tutmuştur. 20. yüzyılın bakışı içinde «Robinson Crouse»
ye baktığımızda, ticari burjuvazinin gelişmesi sonucu
uzak denizlerde sömürge avına çıkan ulusların eleştiri
sini ve yozlaşmakta olan insani ilişkilerin ortasından
kopup gelen bir insanın, ıssız bir adada yaşamını yeni
den «saf ve temiZ>> olarak kurmasının aşılanmasını bul-
14
mak mümkündür. Ama. Daniel Defoe'nin hiç de böyle
kaygıları olmadığı, roman sanatını tarih gibi önemli bir
yazı türü haline getirmeye çalışmaktan öte çabası olma
dığını düşünmek daha doğrudur. Çünkü, bir yanda in
sanı eğlendirmeyi, öte yanda da insanın zor koşullarda
da olsa kendisini kurtarışını, yani insanı yüceitmeyi
içinde barındırarak örgüsünü kuran bu romanın, o dö
nemde tarihsel bilgiden daha ilginç bir aniatı türü ola
rak benimsenmiş olması akla daha yakındır. Ama tüm
bunlar «Robinson Crouse» de yazarının ideolojisinin açı
ğa çıkmadığı anlamına gelmez. Ancak, Aıthuser'in «sa
nat yapıtı ideolojiyi yansıtmaz, ele verir» görüşü ilk ger
çekçi romancılar için kesinkes geçerli bir görüş değildir.
Çünkü, romanı bir sanat türü olarak kabul ettirme sa
vaşımı veren ilk romancılar, romanlarının gerçeğe bağ
lılığını kanıtlamak uğruna 2ıaman zaman dünya görüş
lerinden ve öznelliklerinden ödün vermek zorunda kal
mışlardır. Kuşkusuz, bu noktada ilk romancılann yapıt
lannın roman açısından sanat olup olmadığı tartışması
gündeme gelmektedir. Tartışma bu boyutlarda sürdürü
lürse, roman, yazarının ideolojisini ele verdiği andan
itibaren sanatsal süreç içine girmiştir sonucuna da va
rılabilir.
Jan Van Eyck'in «Arnolfini'nin Evlenmesi» adlı tab
losu, nesnelerin tek tek yansıtılmasında nesnel gerçeğe
bağlılığın doruk noktasına ulaşılmasına bir örnektir.
Tablodaki bütün nesneler konturlarla birbirinden ayrıl
mış ve tek tek bağımsız bt\tünlerle bir başka bütünü
oluşturmuşlardır. Jan Van Eyck, her nesnenin üzerinde
müthiş bir sabır ve gözlemle durarak ve hiçbir aynntıyı
gereksiz saymayarak nesnel gerçekliği tablosunun içine
hapsetmeyi başarmıştır. Tabloda arka duvarda asılı du
ran aynanın içinden odanın yansıması bile büyük bir
özenle çizilmiştir. Sanat eğer doğanın fotografik gerçek-
likle öykünülmesi ise, ulaşılacak yer kalmamıştır. Tab
lo, Arnolfini'nin evlenme sahnesinin neredeyse renkli
bir foto�rafıdır. Ama sanatın, nesnel gerçekli�in oldu�u
gibi yansıtılması olmadı�ı görüşü artık yenili�ini yitir
miş bir görüştür. Hatta günümüzde tartışılan sanatın
yansıtma olup olmadı�ıdır. 1434 yılında yapılmış olan
«Arnolfini'nin Evlenmesi» tablosunun örnek alınması
nın konunun bu yönüyle ilintisinden çok, ilk romancı
ların nesnel gerçe�i ele geçirişleri ile ilintisi üzerinde
durulacaktır.
Romanda nesnel gerçe�in ele geçirilmesi do�al ola
rak resimde ve heykelde oldu�u gibi olmamıştır. Çünkü
resim ve heykelde dış gerçekli�in yansıtılması bütünüy
le çizgisel öykünmeyi· gerektirdi�inden, teknik bir takım
bilgilerin, sözgelimi perspektifin, ortaya çıkışıyla oran
tılı olarak gelişmiştir. Romanda ise nesnel gerçekli�in
yansıtılmasındaki temel güçlük. insanın bilincinde yatan
ve her zaman alışageimiş özellikler göstermeyen davra
nışların ortaya çıkması halinde oluşan de�işkenli�i sap
tamadakl güçlükten kaynaklanmaktadır. tık romancılar
konunun bu yanını ne düşünmüş, ne de uygulayabilmiş
lerdir. Bu nedenle de onlann romanları e�lendirici,
özendirici ve e�itici olmaktan öteye pek gidememiştir.
Kaldı ki, romanın o dönemlerdeki benimsenişi barındır
dı�ı e�lendirici ve ö�retici unsurlarla sıkı ilişki içinde
dir. Belki de yalnızca bu kaygı yüzünden Henry Fielding
bile romanlarını tarih olarak adlandırmış, insan yaşa
mının gerçeklerini tarihten daha iyi yansıttığını vurgu
lamıştır.
Romanda nesnel gerçekliğe bağlılık, bir takım tarih
sel belgelerin romanda sunulmasıyla veya olayıann ger
çek yaşamdan alındığının şu veya bu şekilde kanıtlan
maya uğraşılmasıyla kendini göstermektedir. Yazar için
roman, tarihsel belgelere dayalı bir olayın yeniden bi-
16
linmeyenlere aktarılması olarak görülmektedir. tık ger
çekçilerin hemen hepsinde bu böyledir. Ama bu yazar
ların romana olan katkıları, gerçeğe yüzeysel ba�lılıkla
rı değildir; gerçeği kaba çizgileriyle ortaya koymakla as
lında roman için uzun bir dönemi oluşturacak olan ger
çekçilik akımına hareketin ilk adımlarını atmışlardır.
Nesnel gerçekliğin kağıt üzerine aktarılmasının başka
hiç bir yolla gerçekleşemeyeceğine yürekten inanmış bu
romancılar, bu tarihsel gelişimin en başında attıkları
adımların önemini hiç bir zaman kavrayamamışlardır.
«Sanat Yapıtıarının Gerçeği ve Gerçeğe Benzerlik»
adlı yapıtında Zewc:is ustayı örnek gösteren Goethe, sa
nat ve edebiyat yapıtıarında gerçekliğin, nesnelerin körü
körüne yansıtılması olmadığını vurgularken, gerçeğe
bağlılığın salt gerçekten farklı bir kavram olduğunun
farkındaydı. Nitekim onun ünlü bir söylenceyi, Faust'u
ele alışı kendi türünde bir başyapıt niteliğini hala ko
nımaktadır.
17
SöYLENCEDEN GERÇEGE
ıs
!yi ya da kötü ruhlar arasında çağrılması en güç
olanı, cehenneme ait olanıdır ve bunlardan birinin sü
rekli hizmetini sağlayabilmek için onunla anlaşma yap
mak gereklidir. Ama bu anlaşmanın koşulları oldukça
ağırdır. Anlaşma yapıldıktan belli bir süre sonra, anlaş
mayı yapanın ruhunu ve bedenini şeytana teslim etme
si gerekmektedir. Anlaşma çoğu zaman kanla imzalan
maktadır. Söylencenin en ilginç yönle�inden biri de
ruhların çağrılmasıdır. Ruhlar, ıssız bir dörtyol ağzın
da çağrılmaktadır. Dörtyol ağzına gelen büyücü, kendi
ni ruhların aşamayacağı bir çember içine alır. Ardın
dan ruhlardan birinin gelmesini bekler. Uzun bir bek
leyişten sonra ruh, yani şeytan; iri, korkunç ve genel
likle de kara bir gölge şeklinde belirir ve büyücünOn çiz
diği çemberin çevresinde dolanır. Anlaşma imzalandık
tan sonra ise, hizmetine gireceği kişiye görünüşü hiç
zarar vermeyecek biçimde -genellikle bir köpek şek
linde- arkadaşlık ettiği söylenir.
!şte, Goethe'nin ünlü tragedyası «Faust» konusunu
bu söylenceden almıştır.
Goethe, olağanüstü sezgileri olan bir yazardır. Ya
şadığı çağda toplumun gelişmesi çevresindekilerce yete
rince anlaşılamamıştır. 17. yüzyılın sonu ve 18. yüzyılın
başlanndaki aydın kesim, toplumdaki açmazları kendi
yöntemleri ile çözmeye çalışırken, Goethe bunun yeter
siz olduğunu kavramıştır. Bu nedenle de kendine daha
başka bir yol seçmiştir. Çünkü, Goethe için gerçeğin
olduğu gibi yansıtılmasının fazlaca bir anlamı yoktur.
Gerçeği, salt kendi çağına tepki olarak, kuru bir öğre
ti biçiminde sunmak yerine, estetik etkinliğe, yani in
sanın gerçeklik üzerinde etkin oluşuna önem vermiştir.
Bu önem, yazında gerçekçiliğe doğru atılmış ilk önemli
adımdır. Ama yine Goethe, bireyci kültürün verimsiz
liğinin ve amaçsızlığının, çağının toplumsal sorunları-
19
nı çözınede yetersiz kalacağını çağdaşlarından daha ön
ce kavramış bir yazardır. Bu anlamda öncüdür aynı za
manda. Yaşam ona göre, içiçe geçmiş öykünmelerin
bir düğümü olarak algılanamaz, bütünüyle soyut olan
bir anlatım ise toplumdan da soyutlanmış bir olgu
demektir.
Goethe'nin bir sanat yapıtından beklediği ilk şey
büyüklüktür. Büyüklük, gerçeğin en yüksek aşamasıdır.
Kendi çağına kadar ulaşabilen yapıtlar, ancak düşü
nüşleri ve yaranlışlan bakımmdan gerr;ek oldukları
için büyüktürler. Bu büyüklük ve gerçeklik bileşimini
en iyi biçimde, çağını aşıp öteki çağlara miras kalabilen
yapıtlar ortaya koymuşlardır. Goethe'ye göre onların
büyüklüğü ansızın bilinçte canlanıveren düşüncelerin
anlatımı değildir. Ama aynı zamanda onlar, hiç bir za
man içlerindeki boşluğu veya küçüklüğü örten uydur
malar da değildir. ınkaların su yolları, Mısırlıların ka
nalları, tapınaklar, Romalıların tiyatro binaları, köprü
leri, koşu yerleri, hamamları bir gereksinmenin yarattı
ğı ürünlerdir. Bütün bu yapılarda sanatsal estetiğin ya
nında yüzyıllan aşacak bir sağlamlık göze çarpar. Du
varlar kaya gibidir; boya, alçı, tahta alaşımıyla yapılmış
taş benzetmesi malzeme yoktur, yapıştırma süslemeler
yoktur, gereksiz ayrıntılara da pek rastlanmaz. Goethe'
ye göre herşey gerçektir ve amaca uygun yapılmıştır.
Yakın dostu Eckermann ile 18 Eylül 1823'de yaptı
ğı konuşmada Goethe benzer düşüncelerini bir kez de
şiir için yineler: «Dünya o kadar büyük ve o kadar zen
gin, yaşam da o kadar değişik görünüşlüdür ki, şiir ko
nuları hiç eksik olmayacaktır. Ama bunlar her zaman
fırsatıann doğurduğu şiirler olmalı, yani, bir başk a de
yimle, şiir nedenini, konusunu gerçek vermelidir. özel
bir olay bir ozanın elinde genel, ozancıl bir konum alır.
Benim bütün şiirlerlm fırsatların doğurduğu şiirlerdir,
20
gerçekten esin alırlar, temelleri ona dayanır. Havadan
kapma şiirlerin bence bir değeri yoktur» (1).
Goethe'nin gerçeğe, daha doğrusu sanatta nesnel
gerçeğin yansıtılmasına bakışı ilk romancılardan fark
lıdır. Goethe'nin bakışıyla romanı yaratmak ilk
romancılar için oldukça zordur. Çünkü roman, bir yan
da aşağılanan bir sanat türü olmanın savaşımını verir
ken, öte yanda yaşamını sürdürebilmesi için, bilgi üret
mek veya eğlendirici olmak gibi ögeleri kullanmak zo
rundadır. Bu ise romanın o dönemde yüzeysel anlatım
lı konumunu aşmak için sınırlarını zorlaması demektir.
Ne kadar nesnel gerçekliğe bağlı kalmaya özen gös
terse de roman, Zola'da bile Jan Van Eyck katına ula
şabilmekten çok uzaktır. Çünkü, anlatıcı ve izleyici iliş·
kisini kullanmak zorunda olan yazar, yarattığı kahra.
manına ister istemez kendi kişiliğinden birşeyler ver.
mekte ve izleyicisini de bu yolla etkilemekten kaçama.
maktadır.
Yarı gerçek, yarı mistik olan «Faust» Goethe'nin
söylenceden gerçeğe aktardığı ölmez bir tragedya örne
ğidir : «Goethe'nin tragedyası, tarihsel sürecin toplum
sal düşüncenin önüne çıkardığı soruların, yani, burjuva
ihtilalinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış soruların
tarihin kendi içinde aranmasını onayladığı içindir ki,
dünya sanatı ve edebiyatının gelişmesindeki tüm evre
yi taçlandırır» (2).
Goethe'nin kendi yapıtlarında eleştirel bakışı oldu
ğu ve kendine özgü dünyayı kavrayışının yapıtıarına
egemen olduğu ilk bakışta göze çarpar. Goethe'ye göre
21
insanlar genellikle do�ayı kendi adına deviniyor olarak
görürler. Sanatçılar ise, insanlık adına bir insan gibi
hareket etmelidirler. Yani, insanların yaşamdan kendi
lerine sunulanın ancak bir bölümünü alabildiklerini gö
rerek ve bundan mutluluk duyduklarını ayrımsayarak,
bu yaşama daha büyük bir mutluluk katmak için, in
sano�lunu dinlendirebilmek için sanatçının insan ruhu
na işlemesi, onu eğitmesi ve yaşam düzeyini yükseltme
si gerekir. Sanatçı, yaşadığı dünyadan ikinci bir dün
yayı çıkarnıakla yükümlüdür derken Goethe, bu dünya
nın ancak düşünceden do�abileceğini ve insan tarafın
dan olgunluğa eriştirilebileceğini vurguluyordu. Ama
bütün bunları yaparken sanatçı, do�anın koymuş oldu
�u yasalar çerçevesinde hareket etmeli ve doğa ile çeliş
kiye düşmemelidir.
Buradan da anlaşıldığı gibi, Goethe'nin gerçeği kav
rayışı, gerçekten ayrıimamakla özdeştir. Goethe, salt
yansıtmanın sanat olamayacağının farkındadır : «Sa
natın amacını do�rudan doğruya do�al fenomenlerin
temsil edilmesine indirgeyen Diderot ile tartışmaya gir
diğinde şöyle yazıyordu Goethe : «Sanat doğayla enine
boyuna yarışa girişmez, doğal fenomenlerin yüzeyinde
seyreder. Ne var ki sanatın kendi derinliği, kendi gücü
vardır. Bu yüzeyde fenomenlerin en seçkin yanlarını ya
kalar; orantiların rasyonel mükemmelliği, güzelliğin do
ruklan, anlamlılı�ın ve soylu tutkuların erdemliliği gi
bi bu fenomenler de düzenli olarak varolan şeyleri açı
ğa kavuşturur» (3).
Ama yine Goethe'nin hangi estetik kurallar içersin
de insana ulaşmanın mümkün olabileceği konusunda
netleşmiş düşünceleri yoktur. Onun, düşünceden doğan.
ama gerçekten kopmayan sanat anlayışının altında so-
22
muta ulaşıldıktan sonra yenideri soyutlama sürecine gi
rilmesi gerekliliği gizli de olsa vardır. Goethe, sanatın
insan düşüncesiyle nesneler arasında, nesneye bağlı ama
salt öykünmeci olmayan bir aşamada kendisini bulacağı
nı kavramış bir yazardı. Sanat ve edebiyat yapıtlarının
yansıttığı dünya, gerçekliğin körü körüne yansıtılması
nın dışında bir dünyadır derken Goethe, bunun yaşanılan
dünyadan bütünüyle koparılmaması gerektiğinin de far
kındaydı. Çünkü, havadan kapma bir takım ögelerle or
taya çıkan bir sanat yapıtı, Goethe'ye göre, salt biçime
ağırlık vererek özden uzaklaşma tehlikesi içindedir. Oy
sa, en . ilkel sanat türlerinde bile bütünü oluşturan öge
lerden herhangi birinin ağırlık kazanması veya sanat
yapıtını olduğu gibi ele geçirmesi sonucu, sanatın insa
na yönelik �ilimleri ortadan kalkacaktır.
Goethe'nin «Faust» tragedyası söylencenin gerçeğe
dönüşmesine bir örnek olarak düşünülmelidir. Herşeyden
önce bizzat Goethe, roman ile dram arasındaki ayrımı
Wilhelm Meister'de açıkça belirtir : «Bir romanda gös
terilmesi gereken, en üstün zihni davranışlar ve olaylar·
dır; dramda ise karakterler ve hareketler. Roman yavaş
yavaş ilerlemelidir, romandaki asıl karakterin zihni dav
ranışiarı ise, her yola başvurularak, bütünün ilerleyişi
ni ve gelişimini tutmalı, önlemelidir. Dram acele etmeli
ve başroldeki kahramanın karakteri sorunları bir zirve
ye doğru götürmeli ve burada engellemelidir. Romanın
kahramanı acı çeken biri olmalıdır, ya da en azından
son derece etkin olmalıdır; bir dram kahramanındansa
etkinlik ve hareket beklenir» (4).
23
iLK ROMANCILAR VE BAKlŞ AÇlSI
25
Ve bunlann hepsi olduğu için bunların hepsi olmayı bil
diği için Rus'tur.ı> (1)
Kendisinden sonraki dönemi kökünden etkileyecek
olan Tolstoy gibi dev bir yazara «Savaş ve Barış» roma
nını konu olarak verecek olan Puşkin'in, Rus ve Rus
Sovyet edebiyatının ilk gerçekçisi olarak kabul edilmesi
nin haklı nedenleri vardır. Çünkü Puşkin, feodal düzen
deki ağalar arası çekişmeyi çok iyi bilen bir yazardı. Bu
nu konu aldığı önemli kısa romanı «Dubrovski» ile Puş
kin, kendisinden sonra da sıklıkla kullanılacak olan bir
yöntemi, masaisı ögelerle masal dışı konuları yansıtma
yöntemini ilk kullanan Rus yazarı olmuştur.
Rus edebiyatında ilk eleştirel gerçekçi roman sayıla
bilecek «Dubrovski» de Puşkin, masaisı ögelerin esnek
liğine dayanarak gerçeğe bağlılık kuralının katılığını
zorlaınıştır. Ama düzyazıda başyapıtı sayılan «Yüzbaşı
nın Kızı» romanı bütünüyle ilk gerçekçilerin roman ku
ralları içinde bir yapıttır. Bu romanında Grinyev'in ya
ni romanın anlatıcı kahramanının fazlaca kişisel ayrın
tılarına girmeden, Pugaçev Ayaklanması'nın tarihsel ko
numunu işlemiştir. Puşkin «Yüzbaşının Kızı» romanın
da, şiirlerinde yoğun olarak saldırdığı çarlık baskısına
başkaldırışını Pugaçev'in davranışıyla haklı gösterme
yoluna gitmez. Yani, Pugaçev Ayaklanması Puşkin için
bir olaydır ve buna tanık olan Grinyev'in ağzından bu
olay yalnızca aktarılır. Puşkin de yansıtmacı konumun
dışında değildir bu romanında. Ama Puşkin'in ele ge
çirdiği ve nesnel gerçeğe doğru ilerleyen önemli bir yanı
vardır : Puşkin, insanın yabancılaşmasının içeriğini ve
insanın kendisiyle uğraşmasının nedenlerini tüm yapıt-
26
larında irdelemiştir. Kendisinden önce salt ahlaksal ola
rak bakılan bu sorunu çözümleyişi, onu, kaçınılmaz bir
şekilde yaşamın çözümlenmesinde bir inceleyici durumu
na getirmiştir. Daha çok şiirlerinde ve şiir romanların
da göze çarpan bu özelliğinin «Yüzbaşının Kızı>> roma
nında derinlemesine ortaya çıkmayışı doğrudan doğru
ya romanın teknik güçlüklerinden ve en önemlisi b�kış
açısının darlığından kaynaklanmaktadır. «Yüzbaşının
Kızı» romanın getirdiği en büyük yenilik, insanın algıla
nışının daha önceki kaba çizgilerden farklı oluşundan
ileri gelmektedir. Şiirlerinde kahramanlarının ben-mer
kezciliği ve başkalarının özgürlüklerini yıkmak pahasına
kendi özgürlüklerini korumaya çalışmaları Puşkin için
bir yasa sorunudur. Nasıl ki ülkeler bir takım yasalarla
iyi veya kötü olarak belirlenebiliyorsa, insanlar da ken
dileri için genel geçerli yasalar çerçevesinde hareket
etmelidirler. Bu yasaların dışında hareket eden tipler,
sözgelimi Yevgeni Onegin, Aleko gibi kahramanları ben
merkezci tutumlarıyla genel huzuru bozmaktadırlar.
Gerçeğe bağli roman yazmaya gerçeğin salt yansı
tllmasıyla başlayan ilk romancılar, bunun yeterince ger
çeği yansıtmadığının farkına vardıkları andan sonra bir
kahraman tipi üzerinde durmaya başlamışlardır. Kah
ramanların ikinci bir kişinin ağzından anlatılması ise
neredeyse gelenek halindedir. Böylelikle gerçeğin akta
!'ımını bir başka kişiye bırakınakla romancı aradan çe
kilmekte, aynı zamanda da söylemek istediklerinin hiç
·Jlrnazsa bir bölümünü bu yolla söyleyebilrnektedirler.
Roman yazan için önünde çözümlemesi gereken önemli
bir sorun vardır : Yazar anlatacağı gerçek veya gerçeğe
yakın olayları okuyucuya kimin gözünden ve ağzından
aktaracaktır.
En basit açıdan bakıldığında roman, bir anlatıcı ve
bu anlatıcı ile dolaylı ilişkide bulunan bir veya birkaç
27
okurdan kurulu bir olgudur. Böylece romandaki anlalı·
cı okur gibi romanın ayrılmaz bir parçası durumuna
gelmektedir. Diğer sanat türlerinde, sözgelimi resimde
veya tiyatroda yapıt ile izleyici arasında doğrudan bir
ilişki söz konusudur ve olayların aktarımı gözler önün
de olmaktadır. Yani, ikinci bir kişinin olayları anlat·
ma:ana veya açıklık getirmesine gerek yoktur. Oysa,
tarih niteliğini taşıyan romanlarda bile bir anlatıcı ve
anlatılan kişiler bulunur. Bu, romandaki anlatıcı kişi·
nin ön plana çıkması veya geri planda kalması şeklin·
· de değişik biçimlerde olabilir, ama anlatıcısız roman, en
azından yirminci yüzyılın ortalarına kadar ulaşılmamış
bir roman tekniğidir. Romanda anlatıcının olmaması, bir
tek romanda herhangi bir olayın anlatılmasının amaç
olmaması ve bununla birlikte de kelimelerin yan yana
gelişlerinde yalnızca estetik birleşimin dikkate alınması
şeklinde gerçekleştirilebilir. Ernest Hemingway gibi öy
külerinde karşılıklı konuşmalara önem veren yazarlarda
bile bir anlatıcı vardır. «Ellibin Dolar» adlı öyküsünde
Hemingway baştan aşağıya karşılıklı konuşmalara
yer verdiği halde, yine de yer yer yazar olarak müdaha
lelerde bulunur ve birinci tekil kişinin ağzından anlatıl
masına rağmen öykü, anlatıcının bakışları önünden ge
çen bir sinema şeridi gibi okura aktarılır.
Romanda bakış açısı, romanı anlatan kişi ile roman
okuru arasındaki ilişkiyi sağlayan yapıyı oluşturmada
en önemli unsurdur. Bu nedenle de bir roman yazarının
romanı için seçeceği bakış açısı, o romanın tüm yapısı
nı, kahramanları arasındaki dalaylı ve dolaysız ilişkile
ri, kurgusunu ve en önemlisi varolmak zorunda olan
dünya görüşünü etkileyecek önemde bir kavramdır. Ro
manda bakış açısı, romanın dilinden daha önde gelen
bir unsurdur; çünkü romancı, hangi anlatım biçimini
kullanırsa kullansın, kahramanı ile kahramanının karşı
28
karşıya bulunduğu toplumsal ve bireysel olayları çö
zümlemede bir yöntem uygulamak zorundadır. Konusuz
romanlardan polis romanıarına kadar bu böyledir. Tols
toy'un «Savaş ve Barış» romanında yazarın, olayları yal
nızca Kutuzov'un ağzından anlatması ile, sözgelimi Na
taşa'nın veya diğer kahramanların öznel düşüncelerini
yansıtmada doğacak güçlükleri göz önüne alması sonucu
tanrısal bakış açısı kullanmasını zorunlu kılmıştır.
tık romancılar ise, romanda bakış açısını salt nesnel
gerçekliğe bağlılık kaygısı ile ele aldıklarından, sezgi
sel bir yaklaşımla romanlarını birinci tekil kişi anlatı
mı ya da anı biçiminde aktarmışlardır. örneğin Daniel
Defoe romanlarında genellikle birinci tekil kişi anlatı
mını seçmiştir, aynı şekilde Puşkin ve Lerınontav da, bir
başkasının ağzından bile olsa, birinci tekil kişi anlatı
ınını kullanmıştır. Bunun en önemli nedeni, romancının
gerçeğe bağlılığını ancak birinci tekil kişi ile gösterebi
leceğine inanmasıdır. Çünkü romancı, kendi başından
geçmiş olabilecek ilginç bir olayı düşleriyle oluşturmak
ta güçlük çekrnektedir. Ama eğer romanını bir başka
kişinin ağzından anlatacak olursa bu güçlük kendiliğin
den ortadan kalkmaktadır. Bunun bir de şu yararı var
dır : Yazar, kendinden birşeyler katmaktan kaçınamaya
cağı kahramanını eğer başkasının ağzından anlatacak
olursa, gerek kahramanına yükleyeceği erdemleri, gerek
se tutku ve hırsıarını açıklamakta tarafsız davranarna
rnak gibi bir korkusu olmayacaktır. ilk romancıların nes
nel gerçeğe diğer tüm ayrıntıları ve özellikleri unutacak
kadar bağlı olmalarından kaynaklanan bu özellik, roman
sanatının doruğu kabul edilen 19. yüzyıla kadar fazlaca
değişiklik gösterınemiştir: Gerçeğe bağlılık şu veya bu
şekilde mutlaka yansıtılmalı, okur ile yazar arasında
gizli hiç bir bağ geliştirilrnernelidir. Romanın varoluş
nedeni salt bir bilgi aktarırnı ve yeni bir dünyaya açılış
29
olarak algılanmaktadır ve bunu en iyi biçimde başaran
sanatçılar da romanın giderek gelişen etkinliğinde kilo
metre taşlarını oluşturmuşlardır.
Romanda kahramanın daha etkin olması gerektig-i
düşüncesi, Lerınontov'un Peçorin adlı kahraman tipinin
yaratılmasını zorunlu kılmıştır. Ama Peçorin de, kural
ların dışına çıkılmadan, yani, gerçekliğinden birşeyler
yitirme korkusu içinde, ikinci elden anlatılan bir kah
ramandır. Değişiklik yalnızca kahramanın kendisinde
odaklanmıştır. Lermontov'un «Zamanımızın Bir Kahra
manı» romanında ortaya koyduğu Peçorin tipi, Puşkin'
de yansıtılmak istenen gerçekliğe romantik bir bakışın
eklenmesinden oluşan bir kahramanın yaratılması olgu
sudur. Peçorin romanda güçlü, ama gereksiz bir tip ola
rak belirtilmiştir. Başkaldırma ve hiçlik duyguları ara
sında bilinçli bir gerçeklik içinde, çağdaş toplum yapısı
na karşı çıkan «şeytan» bir tipin yaratılışıdır Peçorin.
Lermontov, gerçeğe doğru hareket eden roman sanatın
da, gerçeğin (yazarın konuya müdahalesiyle sapacağı
endişesiyle), yine bir başkasının ağzından anlatılan kah
ramanı Peçorin ile kendinden sonraki kahraman tiple
rinin ilk örneğini yaratmıştır. Peçorin'in kişiliğinde
Lerınontov'un kısa yaşam öyküsünün izleri vardır. Da
ha önceleri ancak destanlarda ve masallarda görülen
tanrısal anlatım biçimini kullanınarnakla birlikte Ler
montov, en azından kahramanının kaba çizgileriyle bile
doğal olanın dışında bir yaratık olduğunu vurgulaması,
insan denilen yaratığın kendi iç dünyası ile dış dünya
arasında bir salınım olduğunu ve bunun yansımalarının
her insanda başka başka geliştiğini vurgulamasıyla, ro
man sanatında nesnel gerçeğe bağlılık kuralını bir hay
li zorlamıştır.
Romanda anlatım biçiminin romanı etkileyen en
önemli unsurların başında geldiği ve bir romancının
30
gerçek yaşamı ancak bu anlatım biçimlerinden biri ile
açıklayabilec�i görüşü kesin bir çizgiyle, yani birden
bire ortaya çıkmamakla birlikte, ondokuzuncu yüzyılın
başlarında artık yaygın biçimde kullanılmaya başlanmış
tır. Her ne kadar hala romanlar gerçeğe bağlılık kaygı
sını yoğun bir biçimde taşımaktaysalar da, artık ger
çekçili�e doğru oldukça büyük adımlar atılmıştır. Ge
rek Fransız, gerek Rus romancıları gerçeğin ele geçiril
mesinde toplum ile birey arasındaki ilişkileri irdeleyen
romanın daha değişik bir yöntem uygulaması gerektiği
İli anlamışlardır. Kahramanıarına müdahale etmekle ve
kahramanlarını günlük yaşamdan soyutlayarak toplu
mun arkasında veya önünde yeniden somutlaştırmakla
toplumun karmaşık yapısına girebileceklerini ve çözüm
leyebileceklerini farketmişlerdir. Bu, eleştirel gerekçilik
adı aıtında anılan ve Gorki'ye kadar sürecek olan döne
min belirsiz başlangıcıdır.
Roman sanatında, sözgelimi resim sanatında olan
yansıtmacılığa ulaşmanın zorluklar gösterdiğine değin
miştik. öncelikle anlatıcı kişinin kişiliği romana devin
gen olarak girer. Yani, bir tablonun bitimine kadar sü
ren gelişme içinde ressamın tablosuna kattığı öznel duy
gulan, tablonun bitmesiyle birlikte biter. Izleyici tablo
ya baktığı zaman sanatçının, yani bir anlamda kahrama
nın, gelişim çizgisini ancak kendi bilincindeki geri dö
nüşlerle çıkarabilir. Romanda ise, kahramanın gelişimi
yazar ile okur arasında ortak bir ilişki içinde izlenir. tık
romancılar için romanın böyle bir konuma girmesi, yani
kahramanın gelişim çizgisinde yazarın müdahalesi oldu
ğunu izleyicinin hissetmesi, kaçınılması gerekli bir du
rumdur. Bunu ortadan kaldırabilmek için de ilk roman
cılar genellikle birinci tekil kişi anlatımını kullanmış
lardır. Ama birinci kişinin ağzından anlatıldığında bile
olaylar, ikinci bir kişinin girmesiyle aıtüst olmaktadır.
31
Şöyle ki : Romandaki ilişkileri ve iletişimi sa�layacak
olan anlatıcı, romandaki herhangi bir nesneyi veya kişi·
yi betimlemeye başladığı andan itibaren öznel yar�ıla
rını kullanmak zorunda kalmaktadır. Böylelikle de bile
rek ya da bilmeyerek «ayna» görevinin dışına çıkmakta
dır.
Bakış açısı alanında ilk bilinçli çaba Henry Fiel·
ding'in çabalarıdır. 18. yüzyılın başlarında Fielding, tüm
gerçeğe bağlılık tutkusuna karşın romanlarında bakış
açısını romanda olmayan bir kişiye anlattırarak, roTJia
nın bakış açısı sorununa önemli ölçüde değişiklik getir
miştir. Ama Fielding'in bu bilinçli çabasında bile, yaza
rın gerçeğe bağlılık tutkusu bakış açısını sınırlı tutma
sına neden olmuştur. Fielding hem roman yazmaktadır,
hem de tarihe bağlı kalmak için anlatacağı kişiler vr
olaylar hakkında uzun uzun araştırmalar yaparak bilgi
toplamaktadır. Romanını bilinmeyen ve romanda olma
yan bir üçüncü kişiye anlattırmakla Fielding, bütün ,.o
man sanatında en çok kullanılan bakış açısını kullana
rak büyük bir sorunun çözümüne önayak olmuştur.
Ondokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde artik.
romanda anlatıcının önemi ayrıntı seçiminde yoğunlaş
tığı için, bakış açısı, ayrıntı seçimi ile çakışmıştır. Artı:[(
önemli olan anlatıcının gerçeği ne derecede yansıtabile
cek yetenekte olduğu değil, anlatırnın hangi düşüncf'
zincirinde sıraya konduğu, anlatıcının hangi olayları
önemli gördüğü, hangi ayrıntıların romanın can alıcı
noktasını belirlediği önem kazanmıştır.
32
GERÇEKTEN GERÇEKÇtLtliE GEÇİŞ :
19. Ytl'ZVIL
33
bulanık damgasını yemekten kurtulamamıştır. Tüm nef
retlerine karşın, iç dünyalarına kadar girip yansıtabil
dikleri kahramanlar ortaya koydukları halde bu yazar
lar, bütün güçlerini varolan düzenin yapı taşlarında yo
ğunlaştıramamışlardır.
Bu dönemde yazarları roman yazmaya iten neden her
ne kadar salt burjuvazinin desteğine ve beğenisine bağlı
da olsa, yine de eleştirel gerçekçi dönem yazarlarının
toplumsal çözümlerneye ilişkin çabaları, toplumun geliş
me çizgisinden ayrı düşünülemez. Bu anlamda Stendhal,
insanı akıl ile çözebileceği geleneksel konumda ele al
mış ve Balzac'tan daha çarpıcı biçimde ortaya koyabil
miştir. Çünkü Stendhal, romandaki asıl amacı yazınsal
bir unsur olarak kabul etmemiştir. Stendhal'e göre örne
ğin romantizm, ülkelere, onların varolan alışkanlıkları
nın ve inançlannın durumuna göre, en çok zevk vere
bilecek yapıtlar sunma sanatıydı. Oysa Stendhal, burju
va toplumunun halkın çıkarlarına karşı olduğunun, tüm
diğer gerçekçi yazarlar gibi farkındaydı ve bu nedenle
de yapıtlarında bunu özenle yansıtmıştır.
öte yandan Stendhal'in yapıtlarındaki temel, insa
nın öncelikle doğal olmasıdır; doğallıktır. Stendhal, sev
gi anlayışını okura bu temeller üzerinde gösterir. Bu an
layış, 19. yüzyıl başlarındaki toplumu sarmış bir anla
yıştır. Açık olan özelliği, «aşk uğrundaki» davranışlardır.
Böylece ilk oluşum olarak gördüğü aşkla kahramanca
savaşım anlayışı, insanın düşkünlüğünü benimsernesi
aşamasından geçerek, sonucunda «aşk uğrunda» yürek
li, hesapsız, tutkulu davranışlara kadar varmıştır.
Stendhal romanlarındaki kişileri, herşeyden önce
kendi anlayışını doyuma ulaştırmak yolunda yaratmış
tır. Böylece aşk duygusu üzerine getirdiği anlayış, kişi
sel açıdan yön alan bir anlayış olmuştur.
Stendhal'in sevgi anlayışının romantiklerle ilintisi
34
yoktur. Ernst Ficher, romantizmin sınırlarını yıkan ro�
manların en korkusuzu ve en tutarıısı olarak Stendhal'�
in Lucien Leuwen'ini gösterir. Hatta Ficher bitmemiş bu
romanın, toplumsal sezgisi ve eleştirisinin acımasızlığıy�
la Balzac'ın bütün yapıtlarını aştığını belirtir (1) .
Eğer Stendhal «Lucien Leuwem>i bitirebilseydi, üç
kısımdan oluşacaktı kitabı ; ama, ancak iki bölümünü
bitirebilmiştir. Kitabın birinci bölümü Nancy'de, ikinci
bölümü de Paris'de geçer. Stendhal, hiç bir romanında
olmadığı kadar kendisini yansıtmıştır bu romanında. ör
neğin, Lucien'in iş hayatı kendi hayatıdır : önce süvari
subayı, sonra bir devlet dairesinde raportör ve en sonun�
da da ıtalya'da diplomat . . . Lucien'in orduya girişi ve
ordudan ayrılışı da Stendhal'e çok benzer. Yine Lucien
Leuwen'in Madame de Charseller'e duyduğu aşk, Stend�
hal'in «Metilde»e karşı duyduğu aşktır. Kısacası, ya�
şamının hemen her noktası «Julien Sorel» den daha faz�
la yansır Stendhal'in, «Lucien Leuwem> romanında. Böy
lece de, Stendhal'in bu romanıyla bize aktardığı düşün�
eeleri aynı zamanda düşünce zincirindeki son aşamayı
göstermektedir. Romanın ikinci bölümünde, temmuz
manarşisinin ilk yılları hakkında bütün belgesel bilgile�
ri özet halinde bulmak mümkündür. Varolan düzenin
genel hatlan bu bölüm içersinde aktarılır : Devletin ata�
dığı üyelerin çalışmaları veya bir başka deyişle bunun
ince alayı, Bonapartçı'ların ilk kıpırdanmaları, partiler
ar�sındaki bitmez tükenmez çekişmeler, soyluların katı
ittifakı ve benzeri sorunlarla Stendhal, « .. . burjuva top�
lurnun insan bilinci üstündeki yıkıcı etkisini kapsamlı
bir şekilde çözümler» (2) .
35
Fransa'da 1830-1850 yılları arasındaki dönemde, bü
yük sanayi gelişmiş, yaşam koşulları son derece zorlaş
mıştır. Halk ayaklanmaları, örneğin Lyon'daki büyük iş
çi ayaklanması, burjuvazi tarafından bastırılmıştır. Ay
nı yıllar arasında Fransa'nın Cezayir'i işgal etmek üze
re giriştiği savaş hoşnutsuzluklara neden olmaktadır. Bu
gidiş, 1848 devrimine kadar vardırmıştır toplumu. St
endhal'in «Lucien Leuwem> romanında eleştirdiği Tem
muz monarşisi'nin bu dönemde artık politika üzerinde
hemen hiç etkisi k�lmamıştır.
25 Şubat 1848 günü Fransa'da tek ve bölünmez cum
huriyet ilan edildi. Bu tarihte Louis Blanc'ın önerisi üze
rine hükümet şöyle bir kararname çıkarmıştır : «Fran
sız CUmhuriyeti hükümeti işçinin varlığını işle teminat
altına aldığını bildirir : Bütün vatandaşiara iş bulmayı
taahhüt eyler. tşçilere çalışmalarının yasal çıkarların
dan yararlanmak amacıyla birlikler kurma hakkını ta
nır. Açıkta kalan bir milyonluk krallık tahsisatını asıl
sahibi olan işçilere iade eder» (3) .
Ama hükümet 22 Haziran 1848'de, bu hakları alma
yolundaki işçilerden kurtulmaya karar verir ve atölyele
rin kapatılmasına ilişkin bir kararname yayınlar. Böyle
ce binlerce işçi sokaklara dökülmek zorunda kalmıştır.
Ama, «1848 Fransız thtilalini, önceki ihtilallerden
ayıran önemli bir nokta, işçilerin ilk olarak bu hareketle
politik ve ekonomik iktidarı ele geçirme girişimleridir.»
(4)
Siyasi ortamın böylesine karışık olduğu Fransa'da
halk da çağın gerçeklerini ve gereksinimlerini yansıtan,
yeni ve gerçekiere bağlı yapıtları bekler hale gelmiştir.
36
Coşumculuk, yıkılan feodalizm ile başlayan ulusal kur
tuluş hareketleri arasında toplumsal tedirginli�e bir baş
kaldırı olmaktan öteye gidememektedir. Bu başkaldırı ise
yaşanılanların, gözlemlenenlerin nedenlerini açıklamak
tan uzak, duygusal bir başkaldırıdır.
Böyle kanşık bir ortamda yetişecek olan Flaubert,
daha genç yaşlardayken «insan ruhunun iskeletini» ara
maya koyulmuştur. Seçkin düşüncelerin altında yatan o
basit düşünceleri, kemikler biçiminde görmüştür. Ama
bunu görmek Flaubert için yeterli de�ildir. Çünkü dah;ı
sonraları eleştiriye açık olabilecek yazı ustalı�ı, bu ba
sitliği kapamak çabasıyla giriştiği teknik beceriler olarak
kendini göstermiştir. Bir sanatçı olarak tutarlılı�ını
sonuna kadar koruyabilmesini, sıradan insanların psiko
lojik çizimleriyle; kuru ve tatsız sayılabilecek görünüm
lerini, kendine özgü tekniği ve anlatım biçimiyle kıpır
databilmesine borçludur. Ama bunu yaparken de sıradan
insana yüklediği aşırı imgelerin de ortaya bir takım
yanlışlıklar çıkarabileceğini iyi bildiğinden, bunları an
latım tekni�nin olanaklarıyla örtmeye çalışmıştır. Bu
da asıl deşilmesi gereken konularda, üstelik Fransa'da
kan gövdeyi götürürken bir yı�ın silik görüşler üretme
sine neden olmuştur.
Daha dokuz yaşlarındayken yazdığı bir mektubunda
Flaubert, insanlara egemen olan anlamsızlığı, saygısızlı
ğı ele almış, onu tutturmuştur. Bu kavrayış onun, ya
şamının sonuna kadar tüm sorunlan ahlaksal düzeyde
almasına da neden oimuştur. Bu, bir bakıma doğalcılı
�a, bir bakıma da coşumculuğa karşı koymadır. Böylelik
le de evrensel saygısızlığı, yani evren içindeki insan dav
ranışlarının saygısızlığını düşünmesi, başkaldırınası
için de bir neden olacaktır.
Ama böyle karmaşık bir düşünce zincirine girmesi,
basit düşüncelerin yapılarını arama çabası, kendi iç
37
dünyasındaki dengeyi de etkilemiş ve kendi deyimiyle,
delilikle intihar arasında mekik dokumasına neden ol
muştur.
Flaubert'e göre yaşam kaba ve gülünçtür. İnsanlar
da iki amaç vardır : Varsıllık ve gönenci sağlamak ve
kendi için yaşamak. Dikkat edilirse burada, basit de ol
sa kötümserliğin nihilizme doğru bir kayışı gözlemlene
bilir. «Gönül Eğitimi» adlı romanında dış dünyanın an
lamsız nesnelliğini alabildiğine gözler önüne döktüğü
halde yine de dış dünyanın karşısına güçsüz bir özellik
le çıkabilmektedir ancak. Flaubert bu güçsüzlüğü, «ben»
den nefret etmesiyle açıklar. «Birinci tekil kişi» anlatı
mını yalnızca ilk yapıtlarında kullanmıştır. Ama bu sa
vunusu, kendi öznelliği ile yapıtlarının nesnelliği ara
sında açık biçimde beliren güçsüzlüğü saklayamaz. Bü
tünüyle açıklamasa bile, bunda dinsel inançların gide
rek azalmasının rolü olduğu söylenir. Gençlik yapıtla
rında sıklıkla görülen «şeytan>> imgesi tanrıya olan
inancının giderek azalmasıyla birlikte, son yapıtlarında
iyice ortadan kalkar. Kuşkusuz, tanrı tanımazlık nihi
lizmin tek göstergesi değildir, ama özellikle 19. yüzyılın
ortalarında nihilizmin ilk karşı koyduğu soyutluk, tanrı
kavramıdır. Flaubert'in tanrıdan çekip kopardığı inanç
larını kataracağı tek yer, kendi deyimiyle sanat olmuş
tur.
Ama Flaubert'in yapıtlarında somutlaşan ve pek de
açık olmayan nihilizm belirtileri, Turgenyev'in «Baba
lar ve Oğullar» romanının ünlü kahramanı Bazarov'un
nihilizmi gibi düşünülmemelidir. Herşeyden önce Flau
bert, sevgiye karşı değildir. Serttir, hırçındır, hatta bi
raz kaba saba olduğu söylenir, ama sevgiye karşı değil
dir. Oysa Bazarov'un karşı olduğu şeylerin başında sev
gi gelmektedir.
Eleştirel gerçekçiliğin başlamasıyla yazarlar roma-
38
nın tarihsel bir temele oturtulması, bu tarihsel koşullar
dan doğan toplumsal yanlışlıkların ve ölçütlerin, burju
vazi tarafından belirlenen ahlak yargılarının nasıl de
ğiştirilmesi gerektiği üzerine açık bir ideolojik yaklaşım
geliştirememişler ve bağlı bulundukları toplum düzeni
nin insanı hiçe saydığım dile getirmekten : öteye geçe
memişlerdir.
Toplumsal eleştirilerin güç kazanması, romanın bir
sanat olarak benimsenmesine neden olmuştur. Romanın
edebiyat sahnesinde boy gösterişi, tarihin edebiyat ala
nından dışlanmasıyla gerçekleşmiştir. Eski Yunan ede
biyatında tarih, edebiyat türü olarak, felsefe, hitabet,
masal ile birlikte kabul edilmekteydi. Tarih, edebiyat tü
rü olma niteliğini ilk gerçekçilere kadar sürdürmüştür.
tık romanlarla birlikte edebiyata veda edişi ise, gerçek
te yalnızca bir form değişikliğini gösterir. Çünkü, daha
önce de üzerinde durduğumuz gibi, asıl amaç gerçekliğe
yaklaşma ve salt nesnel gerçekliği yansıtma kaygısıdır.
Tarih, henüz romanın sırtından inmemiştir o sıralarda,
ama romanın yaşamasına izin verecek kadar da geriye
çekilmiştir. Tarih ile yapılan bu koşutluk, romanın k-en
di kendine doğmadığı, romanı ortaya çıkaran koşulların
bireylerin çabalarından çok, bireylerin tarihi yansıtma
da kullandıkları bir yöntem biçiminde ortaya konması
açısından önemlidir. Siyasal açıdan ise, toplumda birey
lerin öneminin artmasıyla birlikte romanın devreye gir
mesi tarihsel bir zorunluluktur, o kadar.
Eleştirel gerçekçilerin romana getirdikleri en büyük
yenilik, yüzeysel anlatımdan içsel anlatıma geçişi öne
çıkarmalarıdır. Böylelikle kahramanıarına istedikleri
biçimi verebilme esnekJ iğini kazanan yazarlar, kahra
manları üzerinde toplumun amansız eleştirilerini yapa
bilmekte ve onları edilgen durumdan etken duruma dö
nüştürebilmektedirler. ilk gerçekçilerde görünen yüzey-
89
sel gerçe�e ba�lılık yerini içsel gerçekli�e bırakmıştır.
Tek tek roman kahramanlarının yaşıyor olniası veya
roman kahramanlarında n her hangi birinin gerçek dışı
olup olmaması fazlaca önemli değildir artık. Dikkatler
bütüne doğru yöneltilmiştir.
öte yandan, eleştinl gerçekçiler çağın temel toplum
sal çatışmalarını incelemişlerdir. Onlar, tarihin sapma
sına yol açan burjuva demokratik düzeninin güçlü ve
güçsüz yanlarını özümleyerek daha geniş demokratik
kitlelere düşüncelerini aktarmayı amaçlamışlardır. Bunu
yaparken de ellerindeki tüm olanakları kullanmayı ken
dilerine yasal bir hak görürler. Puşkin ve Lermontov'da
bu eleştirel bakış her ne kadar yalın görünüyorsa da
(birbirlerinden çok farklı çizgilerde de olsalar) yine de
her ikisinde de ortak olan yan, romantizmin gelenekle
rini üzerlerinden atamamış olmaları, her ikisinin de et
kilendiği Byron'un kahramanları gibi, kahranı�nlarını
toplumun dışında yorumlamalarına neden olmuştur. Go
gol'de bu bakış yerini, yaşamın parlak dış görünüşü ile
acıklı içyüzü arasındaki çelişki ve bunun da ötesinde, bu
çelişkilerin ortasındaki bürokratik çıkmazlar irinde ezi
len küçük memurların traji-komik durumları almıştır.
Gogol yapıtlarında toplumun çökmüş ve aksayan yön
lerini işlerneyi ve bunu yaparken de alaycı ve yerr.i1i bir
dil kullanmayı kend�sine yöntem olarak seçmiş bir ya
zardır. «Müfettiş» ad Lı oyununu.n ka hramanı Hl�stakov,
yirminci yüzyılda bile yaşanmacı1 mümkün bir �erçeğin
temsilcisidir. Bu parasız, ama canlı ve kurnaz gencin
bir kasabaya gelip kendi. ni mi•.fettış olarak t a r. · t ması
kurgusu etrafında dönen olaylar, Gogol'ün elinde bir
taşlama ve toplumsal yergi biçimini almıştır. En önem
li romanı olan «Ölü Canlar>> romanında ise Gogol top
rak köleliğinin hüküm sürdüğü o dönem Rusyasını göz
ler önüne serer. Romanın kahramanı Çiçikov, yine in-
sanın olduğundan farklı görünmesi zayıflığının belirgin
bir örneğidir. Gogol, «ölü Canlar» daki tüm tiplernele
rini toplumsal özleriyle vermiştir. ınsanları «Ölü Can
lar» olarak verdiği bu yapıtında Gogol, Maksim Gorki'
nin belirttiği gibi «korkunç gerçeği» çizmektedir. Çün
kü böyle insanlar Gogol'ün zamanında yaşamışlardır.
Oblomov tipiyle Rus edebiyatında olduğu kadar
dünya edebiyatında da haklı bir yer edinen Gonçarov,
1847 yılında yazdığı ilk romanı «Olağan Bir Hikaye» ile
o yılların ve 19. yüzyıl Rus edebiyatının en büyük eleş
tirmeni olan Belinski'nin dikkatini çekmiştir. «Olağan
Bir Hikaye» romanı, aynı yıl basılan Herzen'in «Kaba
hat Kimde» adlı romanı ile birlikte adından en çok söz
ettiren iki romandan biri olmuştur. Gonçarov, bu ro
·
manda anlatım olarak sıkıcı bir dil kullanmış da olsa,
tipiernedeki başarı ve işlediği konunun güncelliği yönün
den önemli bir yapıt ortaya koymuştur. Gerçekte Gon
çarov'un dildeki tutukluğu_. en büyük romanı olarak ka
bul edilen «Oblomov» da da görülür. Ama «Oblomov»
öylesine yaşamdan alınmış ve öylesine örnekleri bol rast
lanan bir tiptir ki, Gonçarov'a kadar insanlığın böyle
bir tipin varlığının farkına varmaması şaşırtıcıdır. Ler
montov'un Peçorin'i, inişleri çıkışları olan tuhaf bir ki
şidir, Puşkin'in Grinyev'i, silik bir kahramandır. Yev
geni Onegin, ben-merkezci bir kişiliğin doruğunu sim
geler Gogol'ün Hlestakov'u ise, canlı ve kurnaz bir ki
şiliktir. Gonçarov'un Oblomov tipi ise uyuşuk, kafasın
da binlerce düş kurduğu halde koltuğundan kalkıp da
odanın öteki tarafına yürüyemeyecek kadar dünyaya
ilgisiz bir tiptir.
Romanın ilk bölümünde Oblomov bir divanda uyu
yup kalmıştır. tkinci bölümde tlinski'leri ziyaret eder.
Orada Olga ile karşılaşır ve ona tutulur, sevgisini de ka
zanır. üçüncü bölümde Olga, Oblomov'dan ayrılır, dör-
düncü ve son bölümde ise Olga, Oblomov'un arkadaşı
Soltz ile evlenir. Roman kısaca bu olaylar çevresinde
döner ve okur Oblomov'un uyuşukluğundan dehşetli te
dirginlik duyar. Gonçarov'un yaratmak istediği de bu
tedirginliktir. Gonçarov'un tedirginlik yaratmayı amaç
ladığı asıl nokta, Oblomov'un bu uyuşukluğunun ve
tembelliğinin Oblomov'a özgü olmayıp, aldığı eğitimin
ve çevresindeki koşulların benzer olduğu her insan için
geçerli olduğunu vurgulamaktır. Bütün Rus edebiyatı
nın roman ve şiir-roman kahramanlarında Oblomov'luk
özelliğini bulmak mümkündür. Oblomov, yalnızca 19.
yüzyılın ikinci yarısına ait bir kişilik değil, insanın do
ğuşundan beri var olan, ama önemli olduğu halde daha
önce Gonçarov düzeyinde hiç bir yazarca ele alınma
mış bir kişiliktir.
Bütün bunların yanında, Gogol'ün ve Gonçarov'un
çağdaşı olan, bulundukları yüzyılı tam bir eleştirel
gerçekçi olarak inceleyen ve geleceğin toplumcu gerçek
çi sanatına temel olacak kurarnları geliştiren iki önem
li romancı vardır : Çernişevski ve Herzen. 1847 yılında
«Olağan Bir Hikaye» ile birlikte ilk baskısı yapılan «Ka
bahat Kimde» adlı romanıyla Herzen, döneminin en us
ta yazarlarından biri olmayı olağanüstü bir anlatım bi
çimi geliştirmekle sağlamıştır. Betimlemelerindeki ve
tiplernelerindeki yalınlık ve özenli ayrıntı seçimiyle,
anlatmak istediği dünya görüşünü «Kabahat Kimde» ro
manında bir araya toplamıştır. Herzen, politik görüşü
diğer Rus yazarıarına oranla Çernişevski ile birlikte çok
daha ilerde olan bir yazardı ve bu da doğal olarak ide
olojisinin yapıtıarına yansımasma neden oluyordu.
Daha önce değindiğimiz, Fransız hükümetinin 22 Ha
ziran 1848 tarihinde aldığı atölyelerin kapatılması kara
rından sonra sokaklara dökülen işçilerin yeniden ayak
lanmasını Herzen şöyle anlatmıştır : «23 haziran günü,
saat dört sıralarında, Belediye Sarayına gitmek için Se
ine Nehri boyunca yürüyordum : dükkanlar kapanıyor,
karanlık yüzlü ulusal muhafız birlikleri çeşitli yönlere
yürüyordu . . . kör edici bir şimşek bulutları delip geçti.
Durmadan gök gürlüyor ve gök gürültülerinin sesi, uzun
ve düzenli alarm çanı sesleriyle karışıyordu . . . bir kez da
ha aldatılmış olan proleter kardeşlerini silaha sarılma
ya teşvik ediyordu . . . öteki kıyıda, bütün cadde ve sokak
larda barikatlar kuruluyordu . . . Durmadan alarm çan
ları çalıyordu . . . Akıl almaz bir hızla, kısa bir süre için
de, 400'den fazla barikat kuruldu, önce kenar mahalle
lerde sonra da başkentin yarısından fazlasında» (5) .
«Kabahat Kimde» adlı romanının ilk bölümünde
Negrov ailesini anlatan Herzen, Krutsiferski üzerinde
dikkatleri yoğunlaştırır. tkinci bölümde ise kahraman
lar artık Beltov ile birlikte Krutsiferskaya'dır. Beltov,
roman boyunca giderek değişecek ve hiç bir zaman doyu
ma ulaşmayan, bir şeyler yapma, atak olma isteği ile
ezilmeye, umutsuzluğa doğru hızla ilerlemeye başlayan
bir kişilik olacaktır. «Kabahat Kimde» romanı dönemin
aydınlarının anlatımıdır. Ve Herzen bu büyük anlatım
ustalığı ile ele aldığı romanını, yalnızca yaşadığı çağın
bozuklukları üzerinde odaklandırarak, Belinski'nin de
yimiyle, usta bir kalemden geçirip, toplumcu gerçekçi
liğin yapı taşlarından biri olarak yerine oturtmuştur.
Rus toplum düşüncesinin 19. yüzyılın ilk yarısının
sonlarına gelindiğinde ana sorunu, köleliğin kaldırılma
sı sorunuydu. Gerçekte köleliğin sonunun yaklaştığı da
gözlemlenmektedir. Demokrat toprak sahiplerinin yan
çizmesi ve bürokrasinin aşılmaz engelleri ile bu engeller
den korkan uzlaşmacı kesimin ürkekliği, gerginliği gi-
43
derek arttırmaktaydı. Dobrulyubov ve Çernişevski, tüm
yapıtlarında, Rus edebiyat tarihinde o zamana kadar
görülmemiş biçimde politik temelle, yaşadıkları ortamı
irdelemeye koyulmuşlardır. Cernişevski, en önemli ro
.
manı «Ne Yapmalı» da, biraz abartılı da olsa, olması
gereken insan tiplerini çizıniştir. Romanın başında kay
bolan Lopuhov, en yakın arkadaşı ve olağanüstü zeki bir
insan olan Kirsanov, her iki arkadaşın da tutkun oldu
ğu, önce Lopuhov ile daha sonra da Lopuhov'un kaybol
ması (kendini feda etmesi) sonucu Kirsanov ile evle
nen Vera, Vera'nın paradan başka hiç bir düşüncesi ol
mayan annesi, Kirsanov ile evlendikten sonra Vera'nın
kurduğu dokuma atölyesi. . . Tüm bunlar Çernişevski'nin
güzeli, yani bugünkü anlamıyla estetiği kurma çabaları
nın romanındaki yansımasıdır.
öte yandan Çernişevski, Rahmetav tipiyle değil
kendi döneminin, ulaştığı bilinç aşamasıyla 20. yüzyılın
bile yabancısı olan «geleceğin insanı» tipini çizmiştir.
Romanın ikinci cildini baştan başa kaplayan ve asıl
özünü oluşturan ana konu ise, Vera'nın ütopik sosyalist
lerin iskarnbil kağıtları gibi kurup kurup yıktığı dönem
den kalma izlenimini veren, düş ürünu dokuma atölye
sidir. Ne kadar düş ürünü bir özlem dünyası yaratmış
olursa olsun Çernişevski, devrimci ideolojilerin yerine
getirmek zorunda olduğu ödevlerin neler olduğunu ve
görevlerin nasıl yerine getirilmesi gerektiğini bilen bir
yazardır. Her şeyden önce Çernişevski, toplumsal deği
şikliği, insanlığın kökten değişikliği olarak görmüştür.
Çernişevski'nin kendinden önceki yazarlardan ve hatta
kendinden sonraki bir çok yazardan ayrılan en önemli
özell iği, edebiyat kavramını felsefeden ve siyasetten ay
rı bir kavram olarak düşünmeyişidir. «Ne Yapmalı>> ro
manı, teknik olarak çağdaşlarından hiç geri kalmadığı
gibi, dünya görüşü olarak da, daha sonra göreceğimiz
Dostoyevski'nin «Cinler» romanının tam aksine, 19.
yüzyılın en aydınlık romanıdır.
19. yüzyılın en büyük taşlama yazarı Saıtıkov Şçed
rin, «Çelişkiler», «Taşra Tasvirleri» ve Rus ve dünya ede
biyatının en büyük romanlarından sayılan «Golovyev
Ailesi» romanlarının yazarıdır. Fakat ona asıl ününü
kazandıran ve hala güncelliğini koruyan en tanınınmış
yapıtı «Büyüklere Masallar» adlı yergi öyküleridir.
Şçedrin'in masalları yalnızca iyi ve kötü insanlar,
iyi ile kötü kavramının çatışması değil, aynı zamanda
19. yüzyılın ikinci yarısının sınıf mücadelesini ve özellikle
de sömürgeci sınıfın konumunu, yaşantısını, gelişme
çizgisini ve politik soluğunun tezini anlatır. Ve bu masal
lar minyatürler halinde bütün yergi sanatının konumu
nu ve sorunlarını işlemiştir aynı zamanda. Saıtıkov
Şçedrin'in masal biçimi çeşitli gelişıneler göstererek
özellikle 1880'li yıllarda en üst düzeyine ulaşmıştır. Bu
na neden biraz da çarlık düzeninin baskısı aıtında halka
daha değişik biçimde yaklaşma çabasını geliştirmek ol
muştur. «Masallar»ı yazarken Şçedrin, yalnızca halkın
söz yeteneklerine ve mirasına yaslanmamış, ama aynı
zamanda Krılov'un ve bazı Batı Avrupa yergi ustaları
nın yetkin örneklerinden yararianmıştır.
Saltıkov-Şçedrin'in masalları, bütün sanatsal yaratı
cılığında olduğu gibi, iki toplumsal güce dayanır : Emek
çi halk ve onu sömürenler. Halk masallarda iyi ve sa
vunmasız vahşi hayvan ya da kuş maskesi altında veri
lir. Zaman zaman doğrudan mujik olarak verildiği de
olmuştur. Sömürenler ise, çeşitli yırtıcı ve vahşi hc-v
vanlardır. «Şçedrin ironilerini toplumun 'uzlaşmacı' kapi
talist tipleri arasından, Rus toplumunun en ayrıcal1klı
kişilerini seçerek vermiştir : Tüm memurlar, toprak sa
hipleri, aristokratlar ve küçük burjuvalardır bunlar.
'Sık sık, diyor yazar, görünüşte çoğunlukla birbiri.nclcn
farklı olan bu insanlar, bir tek kelime altında birleşi
yorlardı : Yiyin! '» (6) .
«Yalancı Gazeteci ile Kolay inanır Okuyucu» öykü
sünde Şçedrin, olayları çarpıtarak, istediği gibi yazan bir
gazetecinin yalanlarının halk ta rafından nasıl karşılan
dığını alaylı biçimde anlatır : «Ve gittikçe artan h�r şe
kilde sürüyormuş bu iş. Yalanlarının okuyucunun yii re
ğine hoş geldiğini sezen gazeteci coştukça coşuyor azıt
tıkça azıtıyormuş : 'Bizde artık güvenlik denen şeyin
'g' si kalmadı. Aman ha okuyucu, sakın sokağa çıkayım
deme : ne olduğunu anlamadan deliğe tıkılırsın sonra ! '
Kolay inanır okuyucu da şişine şişine sokakta dolaşıyor
ve 'Ah -diyormuş- ne güzel anlatmış gazeteci bizdeki
güvenlik yokluğunu! Hatta dahası var yolda bir başka
kolay inanır okuyucuyla karşılaşıyor ve 'Okudunuz mu
-diye soruyormuş- gazeteci bugün ne güzel çatmış
bizdeki güvenlik yokluğuna?' 'Nasıl okurnam -diye ya
nıtlıyormuş öteki kolay inanır okuyucu da- Eşsiz bir
şey! Olmaz, imkanı yok dolaşılmaz bizim sokaklarda, göz
açıp kapamadan deliğe tıkarlar adamı» (7) .
Bir başka öyküsü «Güneşte Kurutulmuş Akbalıln> da
ise Şçedrin, toplumdaki tüm hareketlenmeden korkan ve
çarlığın baskı rejimine karşı yapılacak her hareketi bi
reysel korkusu içinde izleyen aydını konu eder : «Akba
Iığı tutmuşlar, içini temizlemişler (yalnızca üremesine
yarayacak organını bırakmışlar) ve kuruması için gü
neşe asmışlar : Bırak kurusun güneşte! üçüncü gün ak
balığın karın derisi buruşmaya başlamış, kafası kuru
muş, beyni havalanıp gevşemiş.
46
Ve akbalık böylece yaşamaya başlamış.
- Ne güzel! diyormuş durmadan, -iyi ki bütün
bunlar başıma geldi. Artık benim ne fazla fikrim, ne faz
la duygum, ne de fazla vicdanım var ve ne de bunlara
benzer şeylerim olacak. Bendeki gereksiz her şeyi hava
landırdılar, temizlediler, kuruttular ve bundan sonra
ben artık kendi yolumda kolay ve kesin adımlarla yürü
yebilirim!» (8) .
Şçedrin'in masalları gerek acılı yaşamı yansıtması
yönüyle, gerekse alegorinin mükemmel kullammıyla ya
zarına gelmiş geçmiş en büyük Rus yergi sanatçısı ol
mayı; sanat etkinliğinden çok, tam gerekli olduğu bir
dönemde, çarlığın tüm Rusya'yı kasıp kavurduğu bir dö
nemde yazılmasıyla kazandırmıştır.
Rus edebiyatında olduğu kadar dünya edebiyatında
da 19. yüzyılın adını en çok duyuran üç büyük Rus ro
mancısmdan biri olan Turgenyev, «Rudim>, «Soylular
Yuvası», «tlk Aşk», «Babalar ve Oğullar», «Dumam>, «Ba
har Seli», «Ham Toprak», «Arefe» gibi romanlarla uzun
kısa bir çok öykünün yazarıdır. tık romanı «Rudin» de
Turgenyev, romanın kahramanı Dimitri Rudin'i, yakın
arkadaşı anarşist Bakunin'den esinlenerek yaratmıştır.
Turgenyev Rudin'in kişiliğinde «gereksiz adam» tipini
olağanüstü betimlemiştir. Rudin ve benzeri «gereksiz
adam» tipleri toplum yaşamında bir devrim yapılması
inancında olmakla birlikte, bu konuda eyleme geçme
eksikliği, tembellik yüzünden Oblomov'luk�an bir tür
lü kurtulamamaktadırJar. Ancak Turgenyev, Gonc;arov
gibi kahramanına salt bu yönden bakmaz. Rudin v� ona
benzer insanları saygıya ve sevgiye değer kişiler ohrak
görmüştür. «Soylular Yuvasm adlı romanında is(: La,·rets
ki tipi ile kendi kişiliğinin irdelemesini yapını şhr. r,av-
47
retski ve benzeri insanlar çevrelerinde gelişen koşulla
rın ağırlığı nedeniyle, ne gördükleri eğitimin, ne de için
de bulundukları konumun kendilerine ulasarnadı�ı gö
rüşleri uygulamaya çalışırlar. «Arefe» romanında da
Turgenyev, tıpkı Rudin gibi sabırsız bir devrimci olan
tnsanov ile okur karşısına çıkar. Ancak Turgenyev, tn
sanov'a karşı, Rudin'e olduğu gibi acımasız değildir, hat
ta yer yer onu göklere çıkardığı olur.
Schopenhauer'in etkisinin açıkça ortaya çıktığı ve
romanları içinde başyapıt niteliğini taşıyan «Babalar ve
Oğullar», herhalde nihilizm var olduğu sürece güncel
liğini yitirmeyecek bir yapıttır. Bu romanında Turgen
yev, 19. yüzyıl da Rusya'da yaygın olan nihilizm görüşü
nü, romanın ölmez kahramanı Bazarov'un kişiliğinde iş
lemiştir. Nihilizm, doğanın koyduğu tüm yasalara ve zo
runlu kıldığı tüm kurallara karşı çıkarken, Bazarov,
Turgenyev'in ellerinde romanın sonlarına doğru . doğa
nın bir başka zorunlu kuralı olan «aşk»a yakalanır. Ro
manın sonlarına doğru Turgenyev'in nihilist kişiliği ile
insancıl kişi!iği arasında bir çatışma söz konusudur. As
lında bütün roman boyunca gelişen ve romanın son yap
raklarına gelinceye kadar açık biçimde Bazarov'un üs
tünlüğü ile süren bu çatışma, kahramanını yaşatamaya
cağını anlayan Turgenyev'in, eleştirrnek üzere ele aldığı,
ancak etkisi altında kaldığı nihilizm görü�ündm kur
tulabilmek için Bazarov'u öldürmesiyle sonlanır.
«Babalar ve Oğullar» romanından sonra rurgen
yev, «Duman» romanını, ardından da son romDnı olan
«Ham Toprak»ı yazmıştır. Turgenyev'in roman1Jrının
tarihi öğreticilik yanı ve yazınsal değeri büyükEi.r. Ro
manlarında, birbirini tamamlayan, ya da birbiri ile ce
lişkiye düşen başlıca kahramanların yanı sıra, bunları
daha iyi belirtmek, aralarındaki celişkileri daha da de
rinleştirmek için bir yığın ikinci derecede kahramanla-
48
ra yer verir. Aynı özelli�i çağdaşı Lev Tolstoy'da ve Dos..
toyevski'de de görmek mümkündür. Romanlarındaki bü
tün ayrıntılar, genellikle romanın ana düşüncesine ba�
lıdır. Turgenyev, romaniarına çoğunlukla kahramanla
nnın portrelerini çizmekle değil, bir başka salıneyi be
timlemekle başlar. Bu 19. yüzyıl için alışılmamış yön
tem, daha sonra kahramanın betimlenmesi ile zaman
zaman sıkıcı bir havaya girerse de, bütün olarak Tur
genyev'in akıcılığını ve daha da önemlisi, romanın ta
rihsel gelişimindeki önemli görevini sürdürür.
Lev Nikolayeviç Tolstoy, Dostoyevski'nin tersine in
san yaşamını tam olarak, tüm somut koşullarında ver
miştir. Tolstoy'un tiplernelerindeki nitelik, yalnızca bi
reyin ruhsal konumuna değil, aynı zamanda bireysel
karmaşasıyla tarihsel eylemlerinin hassas dengede oluşu
na ba�lıdır. Bu anlamda epik bir özellik kazanır. Yapıt
larında bireyi hiç bir zaman ihmal etmemesine karşın,
toplumsal olaylardan soyut kahramanlar yaratmamak
için bir tarihçi titizliğiyle çalışmıştır. «Diriliş» romanı
nı bir yana bırakırsak, sözgelimi, en ünlü romanı «Savaş
ve Barış» ta yüzlerce kahraman yaratmış ve bütün kah
ramanlarını tek tek gerçek yaşamla yüzyüze getirerek,
başarılması güç bir destanı kusursuz bir biçimde ortaya
koymuştur.
öte yandan Tolstoy, 1812 savaşını konu aldığı «Savaş
ve Barış» romanında yalnızca iki imparator arasındaki,
Aleksandr ile Napoleon arasındaki savaşı anlatmamıştır.
Tolstoy'un asıl yansıtmak istediği, bu savaşı kendi vata
nını yabancı güçlerden korumak için savaşan halkın be
nimseme ölçüsüdür. Böylelikle Tolstoy, yaşamın temeli
olan adalet ve adaletsizliği ve bu ikisi arasındaki sürekli
savaşımı çizerek, bunu hem toplumsal olarak, hem de bi
reysel olarak incelemiştir.
49
Tolstoy, 1812 Rus-Fransız savaşını anlatan «Savaş ve
Barış» romanını yazmaya karar verdiği andan sonra sa
yısız kitaplar, belgeler, anılar ve mektuplar toplamıştır.
Hazırlıkları bittiğinde, 1812 savaşı hakkında bir kütüp
haneyi dolduracak kadar belge topladığı söylenir. Bugün
Tolstoy'un Yasnaya Palyana'daki evinde bulunan bu bel
gelerin arasında Austerlitz Savşanın General Veyater
tarafından hazırlanmış planı ile Napoleon'un Borodino
savaşı için hazırladığı savunma taktikleri de vardır.
Tolstoy, Dostoyevski'den ayrı olarak ve çok daha
sa�lıklı biçimde bir iç monolog geliştirmiştir. Sözgelimi,
Anna Karenina'da, Petya Rostov'da, Nehlyudov'da, Ste
pan Arkadyeviç'in rüyasında bu iç monolog hiç bir bi
çimde soyutluğa kaçmadan olgular dizisi olarak gelişir,
ve bu olgular romanın içinde geleceğin birer habercisi
değildirler. Tolstoy'un en çok eleştirilen romanı olan
«Diriliş» te bile yazar, Nehlyudov'u birtakım erdem ka
lıplan içine yerleştirmeyi başarabilmiştir. Herşeyden
önce bu yapıtında bile Tolstoy, Batılı çağdaşlarından
ayrı olarak, kısır bireysel çekişmeleri ve yazgıcılığı işle
memiştir. Nehlyudov, bir bakıma yazgısıyla savaşan bir
roman kahramanıdır. özel toprak mülkiyetinin kaldırıl
masından yana olmakla, insanlığın binlerce yıldır değiş
mez sorunu olan mülkiyet hakkı sorununu eleştirmiş ve
böylelikle de 20. yüzyılın ana konularından birine el at
mıştır. Ama yine de, ileride de değineceğimiz gibi, Tols
toy'un «Diriliş» romanı, diğer romanlarından ayrı olarak
tek başına, Dostoyevski'nin tüm romanlarından daha so
yut bir kahramanı yaratması nedeniyle farklılık göster
mektedir. Romanın abartılmış kahramanı Nehlyudov, ro
manın başından sonuna kadar yazgısıyla çatışan bir soy
ludur ve roman boyunca yazgısının dışına çıkamaz. Ger
çekte Tolstoy'un değinmek istediği Nehlyudov'un yazgısı-
50
nın değişmezliği değil, soylu sınıfından bir bireyin sınır
değiştirmeye yönelik amansız çabasıdır. Böyle bir çabanın
sonuçsuz kalmasının nedenlerini bu romanında insancıl
lığa bağlayan Tolstoy, sonuçta soyut bir kahramana ulaş
mıştır.
Herşeye rağmen Tolstoy, yapılması en güç bir anda
geleneksel gerçekçi edebiyatı koruyabilmesi açısından
tüm 1 9. yüzyılın en büyük yazarı sıfatını haklı olarak
kazanmıştır. Gerçekçiliğin doğalcılık ve biçimcilik arasın
da bocaladığı ve giderek yozlaştığı bir dönemde böylesi
bir sağlamlığı koruması, kendisinden sonraki gerçekçi
edebiyatın, yani çağdaş gerçekçiliğin kurulmasına temel
olmuştur.
sı
DöN'OM NOKTASI : DOSTOYEVSKt
52
larında geleneksel edebiyatı yirminci yüzyılın baslarına
kadar en yetkin ve tartışmasız biçimde götüren Lev Niko
layeviç Tolstoy'un da bulunduğu bir yığın eleştirel ger
çekçi yazarın karşısında bir yerde yer almıştır. Ama
Dostoyevski'yi böylesine yalnız kaldığı bir ortamda ayak
ta tutan özelliği, romanın ayrılmaz bir parçası olaıı bi
reyin, yine romanın ayrılmaz bir parçası olan toplum
ile olan ilişkisinde kendisini bir kahraman olarak değil
de, salt insan olarak ön plana çıkarmasındaki olağanüs
tü başarısıdır. Dostoyevski'nin bu bilinçli insana yakla
şımının yanında, nesnel gerçeklikle bağını hiç bir za
man koparınayan ve eleştirel gerçekçilikten toplumcu
gerçekçiliğe geçiş sürecinde en önemli bağı oluşturan
Tolstoy, birey-toplum ilişkisinde toplumu ön plana ala
rak Dostoyevski ile birlikte yirminci yüzyılı derinden et
kileyen iki yazardan biri olmuştur. 19. yüzyılın ikinci
yarısına bakıldığında, eleştirel gerçekçiler olarak adlan
dırılan yazarlar içinde 20. yüzyılı Dostoyevski ve Tols
toy kadar belirleyici biçimde etkileyen bir üçüncü yaza
ra rastlamak zordur. Kuşkusuz, 19. yüzyıl edebiyat.ı için
de eleştirel gerçekçi romanların toplumsal olayların ge
lişimine ve sınıf bilincinin farkındalığına katkıları yad
sınamaz. Sözgelimi Fransız gerçekçileri toplumdaki yoz
laşmaya karşı amansız bir savaşıma girerek. 19. yüzyılın
ikinci yarısında giderek karmaşıklaşan roman sanatına
ışık tutmuşlardır. Ama konuya 20. yüzyılı etkilemek açı
sından bakıldığında ; Kutuzov Julien Sorel'den, Nataşa
Mathild'den, Nastasya Filipovna Eugene GrandPt'den
daha akılda kalıcı ve yaşayan tiplerdir.
53
ki, kurulmakta veya gelişmekte olan yeni toplumsal de
vinimleri, nesnel yaşamı bireylerin ruhsal yaşamıarına
indirgernesi nedeniyle yeterince değerlendirememiştir.
Onun aradığı göklerdedir ve hiç bir yapıtında da «Go
dot» gelmez. Bu da Dostoyevski'yi günlük yaşam karşı
sında karamsar kılmaya yetmektedir.
Lev Tolstoy'a ilişkin eleştirilerde ve incelemelerde bel
li bir tutarlılığın izlenebilmesine karşın, Dostoyevski'nin
olağanüstü yazınsal yeteneği ve öykünülmesi olanaksız
ruhsal incelemelerinde görülen ortak düşüncenin dışında,
Dostoyevski üzerine yazı yazan eleştirmenlerin ortak
noktaları pek azdır. Dostoyevski, insanın iç dünyasını
yansıtmada benzersiz bir yazardır. Ne Raskolnikov'a, ne
Mişkin'e, ne Zosima Dede'ye, ne Stavrogin'e benzer tip
ler yaratılmıştır Rus edebiyatında. Puşkin'in Yevgeni
Onegin'i, Lermontov'un Peçorin'i, Gonçarov'un Oblo
mov'u, Çernişevski'nin Rahmetov'u, Gogol'ün Çiçikov'u,
Turgenyev'in Bazarov'u yazarlarının en tipik kahraman
larıdır ve onlar tek başlarına da olsalar yazarlarını çağ
rıştırırlar. Peçorin'de Lermontov'u, Bazarov'da Turgen
yev'i kaba çizgilerle de olsa izlemek mümkündür. Dosto
yevski'yi çağrıştıracak bir çok kahramanı vardır. Ancak,
Dostoyevski'yi çağrıştıran kahramanların çokluğu, onun
sözgelimi Puşkin'den, Lermontov'dan Çernişevski'den
daha büyük bir yazar olduğu anlamına gelmez. Çünkü,
özellikle ilk Rus gerçekçilerinde -bütün ilk gerçekçiler
de olduğu gibi- tek bir kahraman üzerinde yoğunlaş
mak; romanın teknik zorluklarından ve aynı zamanda
da yazarın gerçeğe bağlılık kaygısı nedeniyle bakış açı
sını dar tutmasından kaynaklanan zorunlu bir anlatım
biçimi durumundadır. Sözgelimi çağdaşı olan Çernişevs
ki'de Rahmetov ile birlikte Lopuhov, Kirsanov ve Vera
da, Dostoyevski'nin kahramanları kadar akılda kalıcı
dırlar. Ama Çernişevski'nin olması gerekli insan tipleri
54
çizmesinin yanında; Dostoyevski'nin kahramanları gün
lük yaşama daha yakın olduklarından ayrıca önem ka
zanmaktadırlar. Şu da eklenebilir : 19. yüzyılın ikinci ya
rısına girildiğinde romanın, geçmişinde hiç olmadığı
oranda bir gelişim içine girmesi ve öznel olarak da Dos
toyevski'nin insanların iç dünyalarını betimlemede gös
terdi ği tanrısal duyarlılık ona bir ayrıcalık tanımakta
dır. Ama, hemen belirtmek gerekir ki ; insanların iç
dünyalarını ve dış dünyaya olan tepkilerini, günlük bir
yaşam içindeymişçesine yansıtmakla roman, insana olan
görevini -sanata olan görevini katmıyorum- tamam
lamış olmamaktadır. Eğer sorun yalnızca bu boyutların
da ele alınmış olsaydı, Dostoyevski, yanına bile yakla
şılması olanaksız bir noktaya yerleştirilirdi ve bunu da
fazlasıyla haketmiş olurdu. Ama roman yazmak yalnız
ca tanrı vergisi bir yetenek olarak kabul edilemeyece
ğinden, «Ecinliler» romanının yazarı Dostoyevski, tüm
yazınsal yeteneğine karşın yalnızca dünya görüşü nede
niyle haklı eleştirilere hedef olmuştur.
«Rahat rahat yaşayıp merasimle ölmek - bur..dan da
ha enfes ne vardır! » (1) . Bu sözler, Gonçarov'un ünlü
kahramanı Oblomov'un ağzına daha çok yakışacak söz
lerdir aslında. Ama, Oblomov'dan yaklaşık 14 yıl sonra
ilk baskısı yapılan, Dostoyevski'nin «Yeraltından Not
lar» adlı romanından alınmıştır. Oblomovluk Dostoyevs
ki'de, Gonçarov'da olduğu gibi bir yaşam biçimi olarak
değil, ama bir düşünce, zaman zaman da bir özlem ola
rak ortaya çıkmaktadır : «Tembel olabilsem, kendime
bir yol da seçerdim : Obur olurdum. Ama öyle riüpedüz
tembel bir obur değil! ... Şu bütün güzel, yüksek şeylere
ilgi duyan tembel oburlardan olurdum» (2) .
55
Dostoyevski, Oblomovlu�u kahramanının a�zından
okura verirken, Gonçarov'un amaçladığı toplumsal eleş
tiri gibi bir düşünceyle hiç ilgilenmemektedir : «Nihayet
şuna geliyoruz okuyucularım : En iyisi hiç birşey yap
mamakl Bir köşeye çekilip seyirci kalmak hepsinden
iyi» (3) .
Ama Dostoyevski'nin kahramanlarının içinde taşıdı
�� bu Oblomovluk Rogojin'i, Raskolnikov'u, Smerdiya'
kov'u cinayet işlemeye kadar götürünce, Dostoyevski'de
«bir köşeye çekilip seyirci kalmanın» dışında bir şeyler
oldu�u; Oblomov'larının sonuna kadar kıpırdatmadıkla
n parmaklarının balta ile insan parçaladı�ı veya bı çak
layarak öldürdüğü görülür.
Dostoyevski'nin 20. yüzyıl akımları içinde en somut
biçimde kendini gösterdi�i akım varoluşçuluktur. Wal
ter Kaufman bu anlamda Dostoyevski'yi varoluşçuların
ilk atası olarak görmekte pek haksız sayılmaz. Her ne
kadar varoluşçuluğun kurucusu olarak adı geçen Kier
kegaard, Dostoyevski'nin adını ölmeden bir buçuk yıl
önce duyabilmiş ve onu tanımakta geç kalmıştır, ama
düşüncelerin kimi zaman birbirinden bağımsız olarak
gelişmesi ilk kez bu iki düşünürün başına gelmemiştir.
Nitekim, «Yeraltından Notıar»ı 1877 yılında okuduğun
da Nietzche, üstelik olgunluk döneminde olmasına rağ
men, ruhbilim konusunda kendisine bir şeyler öğretmiş
olan tek kişinin Dostoyevski olduğunu söyleyecek kadar
etkilenmiştir. Nietzche'den etkilenen ve bu etki ile ilkel
stoacıhktan, epikürcülüğe yönelen Albert Camus ise,
yaklaşık yüz yıl sonra kahramanı Mersault'a (Yabancı)
cinayet işletir. Ama artık Mersault ile Raskolnikov ara
sındaki bu tarihsel ilişkide, her iki yazarın da bireyin
ve toplumun sorunlarına kendilerine özgü bir çözümle-
(3) A.&.e., s. 40
56
me yada çözümsüzlük getirmelerinden başka bir ben
zerlik kalmamıştır.
Dostoyevskl üzerine yapılan incelemeler çok çeşit
lilik kazandığından, sözgelimi kimi yazariara göre Tols
toy'un ardında büyüyen ve giderek onu gölgeleyen koca
bir dağ olarak yorumlandığından veya kimi yazariara
göre de gelecek kuşaklara en büyük edebiyat mirası bı
rakmış, örneğin Turgenyev gibi iki kuşak arasında de
rin uçurumlar bırakmamış bir yazar olarak görüldüğün
den, romanın gelişiminde dönüm noktası olma özelliğini
sürekli koruyabilmektedir. Sözgelimi, Tolstoy ile Tur
genyev karşılaştırıldığında bir yöntem söz konusu olduğu
halde, Dostoyevski ile Tolstoy karşılaştırıldığında bir re..
kabet, daha doğrusu bu rekabetin altında yatan dünya
görüşü söz konusu olmaktadır.
Böyle bir karşılaştırma yapıldığında, Tolstoy'un yük
lendiği görevin, bir başka deyişle bağlı bulunduğu dün·
ya görüşünün, Dostoyevski'ye oranla çok daha riskli ol
duğu açıkça anlaşılır. Dostoyevski, çağının bunalımını
ve bunalımlı insanlarını yalnızca insan faktörünü irde
leyerek çözmeye çalışmış ve bunda da zorunlu olarak
idealizme saplanıp kalmıştır. Salt yansıtma açısından
bakıldığında ve bu bireylerin iç dünyalarını ortaya
çıkarmanın önemi ön plana alındığında, Dostoyevski
Tolstoy'dan çok daha büyük bir psikologdur denebilir.
Ama Tolstoy için bireylerin o anda ne düşündükleri ve
nasıl bir sıkıntı sonucu davranış bozukluklarına itildik
leri, sınıflar arasında giderek derinleşen uçuruma bağ
lı olarak daha geri plana itilmiştir. Tolstoy'un olağan
üstü sezgisi ona, bireysel bunalımların toplumsal çatış
malardan kaynaklandığını söylüyordu.
Tolstoy'un oluşturduğu ve geleneksel eleştirel ger
çekliğe bağlı kendine özgü gerçekçilik; kendisinden ön-
57
cekHerden farklı olarak, varolan düzenle bilinçli bir sa
vaşıma girme düzeyine gelememi§ halkının durumudur.
Tolstoy'da böylesine net bir biçimde ortaya çıkan
dünyayı kavrayışı Dostoyevski'de de mutlaka olması ge
rektiği düşüncesiyle zorlayarak ortaya çıkarmaya çalış
mak hiç doğru olmayan, daha da kötüsü her an karşı
görüşe de söz hakkı tanıyan bir davranıştır.
Sözgelimi, «Ölüler Evinden Anılar» romanında Dos
toyevski, «Halk adamı, hekime ve hastaneye başvuracak
yerde, ağır hasta bile olsa, yıllar yılı bir üfürükçüye ken
dini tedavi ettirir veya ev ilaçlarına, kocakarı ilaçları
na (fakat bunu da küçümsemernek gerekir) başvurur,»
diye yazarken (4) ; bir başka romanı «Yeraltından Not
lar» da,. «Hey yarabbi, §U tabiat kanunlarından, iki kere
ikinin dört etmesinden bana ne? Ya herhangi bir sebep
le bu kanunlardan ve iki kere ikinin dört etmesinden
hoşlanmıyorsam?» (5) diye yazar. örnekler çoğaltılabi
lir : «insancıklar» romanında Varvara Alekseyevna'nın
yaşam öyküsü göz yaşartırken, Dostoyevski kendine öz
gü dönüşlerle birdenbire, «Çünkü insan ahmak bir ya
ratıktır, son derece ahmak! » diyerek duygusuzluğa bürü
nür (6) .
Walter Kaufman Dostoyevski'yi varoluşçuların atası,
«Yeraltından Notlar» romanını da varoluşçuluğun ilk
yapıtı olarak kabul ederken son derece temkinli davran
maktadır : «Dostoyevski'ye varoluşçu demek için hiçbir
neden görmüyorum, ama Yeraltından Notlar'ın varoluş
çuluk için yazılagelmiş en iyi başlangıç yapıtı olduğu-
SB
na inanıyorum» (7) . Çünkü, eldeki tüm somut verilere
karşın Dostoyevski'yi herhangi bir roman akımı içine
sokmak, savunulan iddianın tersiyle karşılaşmak tehlike
sini barındırır. Sözgelimi, Kaufman'ın üzerinde özenle
durduğu «Yeraltından Notlar» romanında Dostoyevski,
«İşte ben; içi dışı bir insanı, tabiat ananın şefkatle,
özene bezene yarattığı, gerçek, normal insan olarak gö
rürüm.» diyerek bir anda varoluşçuluğa ters düşebilmek
tedir (8) .
Kısacası, Dostoyevski üzerine yazı yazmak, yanılgı
payını da baştan kabullenmeyi beraberinde getirmekte
dir. insan ne denli özene bezene uğraşsa da, tutturama
dığı bir nokta, bir sonsuzluk veya kapkara bir duvarla
karşılaşmaktadır. Bunda Dostoyevski'nin payının olma
dığı söylenemez. Yapıtlarında ona yaklaşınayı kolaylaş
tıracak hiç bir çaba yoktur. Kahramanları çelik birer
·
kendisidir.
Stefan Zweig, «Dostoyevski'nin evrenine girerken
tufandan önceki zamanlara ait bir manzara ile -mis
tik, ilkel, el değmemiş . bir dünya ile- karşılaşırız. Eseri
ni incelerken karşımıza çıkan duvardan her birinin ar
kasında, önümüze germiş olduğu perdelerin her kıvrı
mında ve kahramanlarından her birinin dış görünüşü
altında ebedi bir gece ve ebedi bir ışık hüküm sürmek
tedir; çünkü kaderi ve hayattaki görevi çözülmez bir şe
kilde, varlığın bütün sırlarına bağlıdır.» (9) derken, ken
di dünya görüşü bağlamında haklıdır.
(7) Walter Kaufman, «Dostoyeyvski'den Sartre'a Varoluşçuluk»,
de Yayınları, Çev. : Akşit Göktürk, İkinci Baskı, Aralık
1965, s. 1 0
( 8) F.M. Dostoyevski, «Yeraltından Notlar», M.E.B. Yayyınları,
Çev. : Nihai Yalaza Taluy, 1963, s. l l
( 9) Stefan Zweig, «Üç Büyük Adam», Çev. : Ayyda Yörükan,
Tur Yayınları, Ankara, s. 1 0 - l l
59
Çünkü Dostoyevski, en umulmadık anda dilediğince
biçim verdiği kahramanlarını okurun önüne koyar. Söz
gelimi yaşamı boyunca çocuk zekası taşıyacak olan Miş
kin, yani «Budala», Generaı Yepançin'in uşağına, « . . .
Ama siz benim gerçekten Prens Mişkin olup olmadığımı
öğrenmek istiyorsunuz galiba . . . Nezaketen de sormuyor
sunuz.» (10) diyerek, ince bir zeka örneği gösterir. Miş
kin'in gösterdiği bu kendisinden beklenmedik kavrayış
aslında Dostoyevski'nin üzerinde durmadığı bir ayrıntı
dır. Çünkü Dostoyevski, Mişkin tipiyle saf insanı aramak
tadır. Kokuşmakta olan burjuva düzenindeki birbiri ar
dına çıkan kötü insan örneklerine bir alternatif olarak
vardır Mişkin ve onun budalalığı insanların genel buda
lalığı yanında bir erdem olarak yansıtılır.
Nitekim, daha sonraları son romanı olan «Karama
zov Kardeşler»in Alyoşa'sı, Mişkin'in kötülük bilmezli
ğinden silinip, tam bir insan olarak, yani insanların ay
nı zamanda kötü olabileceği de gözönünde bulundu
ran bir kahraman olarak düzene karşı yerini alacaktır.
Ama Dostoyevski'nin giderek yozlaşmakta olan düzene
karşı tek alternatifi vardır : Çevresindeki kötülükleri bi
len ve tanıyabilen insanların, buna rağmen inançların
dan ve kişiliklerinden ödün vermeden varlıklarını sür
dürmeleri ; yani, bir başka deyişle kötülükleri bilmek ve
tanrıya inanmak.
Ama bu kadarı Dostoyevski'nin kahramanlarını ta
nımak, onları tıkıldıkları karanlık kutudan aydınlığa
çıkarmak için yeterli değildir. Yazarın kahramanlarını
«yeraltı» na sokması, onlara yakınıaşmayı sürekli engel
Iernektedir ve zaten Dostoyevski'nin bunun tersine yö
nelik bir amacı yoktur. Oysa o dönemde roman, henüz
80
ilk gerçekçilerden beri süregelen nesnel gerçe�e ba�lılık
tutkusunu üzerinden atabilmiş d�ildir. Yazarlar, ele
aldıkları kahramanlarının gerçek yaşamda varolan tip
ler oldu�unu kanıtlamakta, ilk gerçekçiler kadar olmasa
da, yoğun çaba göstermektedirler. Çünkü ancak bu şe
kilde, yani toplumı;al bozuklukların karşısına somut ki
şiler çıkararak etkin olabileceklerini düşünmektedirler.
Bunda haksız da sayılmazlar; varolan toplumsal bozuk
luklara ve burjuvazinin giderek artan baskısına bütü
nüyle düşlerden kurulu bir kahraman tipiyle çıkmak,
söylencelere yeniden dönmekten farklı olmamaktadır.
Bu bütünüyle sezgisel olan yaklaşım, yazarlan ister is
temez somut kahramanlar aramaya itmektedir. Gelenek
lerin dışında bir sanat yapıtını ortaya koymak yalnızca
cesaret de�il, aynı zamanda sağduyu gerektiren bir atı
lımdır. Sözgelimi, aynı çağda yaşayan ve müzikte önemli
yenilikler yaratan besteci Wagner, yapıtıarına karmaşık
bir sürü ögeler sakmuş olmakla birlikte, açıklayıcı bir
program eklerneyi de zorunlu görmüştür. öte yandan
Balzac, günlük yaşamı en ince ayrıntılarına kadar be
timlerken, sorulacak her soruya yanıtını da beraberin
de getirmiştir. 19. yüzyılın ilk yarısına ait olmakla bir
likte Heinrich Heine, «Gezi Notları» adlı yapıtında ge
rek mitoloji sözcükleri için, gerek yerel isimler için uzun
bir dip not koymakla ilginç bir örnek oluşturur.
Dostoyevski ise, insanın bireysel düşüncelerini gere
ğinden fazla büyüterek; sanki insan soyut bir varlıkmış
gibi, yaşam sürecini sınırlayan etkenleri gözardı ederek,
kendi yasalarının doğrultusunda tipler yaratmış, bu da
kahramanlarının, yazgıcılığın karşısında elleri kolları
bağlı kalmalarına neden olmuştur. Dostoyevski'nin ruh
sal çözümlernelere derin olarak girmesi, kahramanları
nın yaşadığı çevreden geriye doğru gitmesine neden ol
maktadır. Gerçi her şey gerçek bir görünüm içindedir
61
Dostoyevski'nin romanlarında, ama bu gerçeklik öylesi
ne bireysel düzeyde kalmaktadır ki, kişi bunun gerçek
liği ile ancak yüz yüze geldiğinde emin olabilmektedir.
Bu da Dostoyevski'nin aramızda yaşadığı savunulan tip
lerinin gerçekliğine ve sağlıklılığına gölge düşürmekte,
bireyciliğin içine girip mutluluktan yitip gideceği 1derin
ve karanlık bir kuyu açmaktadır.
Buna karşın kimse çıkıp da Dostoyevski'yi anlaya
madığını öne sürmez. tşte bu garip görünen çelişki de,
Dostoyevski üzerine yazılan yazılarda yanılgı açısını ala
bildiğine büyütür. Kimi zaman bu yazılar kendi içinde
tutarlıdır da, bir başka yazı ile amansız çelişir : Stefan
Zweig onun Sibirya'dart, yaşamı kendisine zehir eden ça
ra övgü dolu mektup yazmasını hoşgörürken (ll) , Györg
Lukacs, Dostoyevski'nin kişiliği ile eylemleri arasında,
tıpkı kahramanlarında olduğu gibi, bir uyuşmazlık ol
duğunu ileri sürer (12) . Andre O ide onu Hıristiyanlığın
bir anıtı olarak yüceltirken (13) . Maksim Gorki Dosto
yevski'yi bir orta çağ engizisyoncusu olarak görür (14) .
Tüm bu çelişkiler yalnızca ideoloj i ile açıklanamaz. Ni
tekim hepsi de Dostoyevski'nin yaratıcı dehasına olan
hayranlıklarını şu veya bu biçimde dile getirmişlerdir.
Zorunlu olarak Avrupa'ya çıktığında, yalnızca ısın
mak için müzelere giren, kumarhanelerde son meteliği
ne kadar sabahiayan Dostoyevski'nin, çağının yazınsal
gelişiminde soyut olarak ortaya çıkmasında, tam bir
(ll ( Stefan Zweig, «Üç Büyük Adam,», Çev: Dr. Ayda Yörükan.
Tur Yayınları, Ankara, s. 39 - 40
( 12 ) György Lukacs, <cDostoyevskb) Yeni Dergi, Kasım 1970, sa·
yı: 74, Çev: tsrnail !zgü, s. 330 - 343
( 13) Andre Gide, Dostoyevski», de Yayınları, Çev: Bertan Ona
ran, Aralık 1965
( 14) Maksim Gorki, «Edebiyat Yaşamım», Payel Yayıulr.rı : 50,
Bilgi Dizisi: 30, Çev: Şernsa Yeğin, Kasım 1978, s. 233
62
dram olan yaşamının önemli payı vardır. Böyle bir yaşa
mın sonucu olarak Dostoyevski'de her şey doğal olarak
şiirsel bir havayla, şiirsel bir acıyla başlamak zorunda
dır ve giderek somutlaşan bu acı, kendisini bekleyen ar
tık şiirselliği kalmamış bir acıya dönüşerek biter. Bu
yüzden Dostoyevski'yi okuyan kişi binlerce voltluk bir
akım altındaymış gibi gergindir. Hiç bir tablosu önce
den hazırlanmamış gibi bir anda ortaya çıkar -zaten
öyledir de- coşkunluğun doruğuna erişir ve birden bire
de düşer. Bu, Dostoyevski'nin ölünceye kadar yakasım
bırakmayacak olan «sara» hastalığının imgesel yansıma
sıdır.
Aynı çağda Heine, Victor Hugo, Prosper Merimee,
Edgar Allan Poe, Alfred de Musset, Charles Dickens,
Gustave Flaubert gibi Avrupalı ve Amerikalı yazarlar
olduğu halde, Dostoyevski bir tek Balzac'tan etkilenmiş
tir. Bu etkilenme de çok sınırlıdır. Bu sınırlı etkilenme
ye rağmen, bireylerin iç dünyasına Balzac'tan daha us
taca girmiş, ama en az Balzac kadar da çağının sorunla
rını yansıtabilmiştir. Bu bireysel iç tepişmeler ile dış
dünya arasındaki bitmez tükenmez çelişki, Dostoyevski'
nin yapıtlarındaki büyülü çekiciliğin temelini oluşturur.
Batılı çağdaşları ile arasındaki belki de tek ortak özel
lik, 19. yüzyıl yazınında pek yaygın olan, birey ile top
lum arasında giderek derinleşen uçurumu işlemesidir.
Birey ile toplum arasında baş gösteren ayrılık 19. yüzyı. .
lın özellikle de ikinci yarısının burjuva edebiyatında en
çok işlenen konudur. Ancak bu konu Dostoyevski'de, Av
rupalı çağdaşlarından çok farklı düzeyde, salt psikolojik
ve ahlaksal sorunlarla sınırlanmayarak daha boyutlu
olarak ele alınır. Bu düzlemde Tolstoy ile Dostoyevski,
başka hiç bir düzeyde olmadığı şekilde birbirlerine yak
laşırlar. Tolstoy, halkın dinamizminden ve toplumsal
yapının bütününü oluşturan köylü sınıftan bütünüyle
63
kopmuş kahramanİarı çok sevdıeı köylülerin , karşısına
çıkanrken, Dostoyevski büyük kentlerin yoksul kesimle
rini, insanların yabancılaşmasını ele alır. «Dostoyevski'·
nin kahramanlarının çektiği acıların kaynağı kapitaliz
min ilk dönemlerindeki insanlık dışı niteliği ve özellikle
de bunun kişisel ilişkiler üzerindeki yıkıcı etkisidir (15) .
Dostoyevski kişilerin iç dünyalarını, gelişmekte olan
kentlerdeki yozlaşma ile düşülen çelişkileri, kentlerin
bireyler üzerindeki aşağılayıcı etkilerini hemen tüm ya
pıtlarında işlemiştir. Ama bu işleyişte, Heinrich Reine'
de olduğu gibi ince bir alay, Gustave Flaubert'de olduğu
gibi salt ahlaksal bir temel, veya Stendhal'de olduğu gibi
bir kesinlik yoktur. Dostoyevski'de geçilen yollar karan
lıktır. Bu karanlıkta kişinin yolunu yitirmemesi ancak
içini aydınlatan ışığı ve gerçeği bulma istemi ile olasıdır.
tşte bu noktada Dostoyevski, Zenon'a iyice yaklaşır :
Kişi ancak acı çekerek gerçeğe ulaşabilir, «Bütün bu in
lemeler, sızıamalar bir yandan da küçültücü gayretsizli
ğini anladığınız acıların ifadesidir; öte yandan varlığını
umursamadığınız halde, kılı kıpırdamadan sizi bırpala
yan tabiat anaya karşı yükselen şikayettir» (16) .
Acı, yaşamının hemen her noktasında varlığını gös
terdiğinden, Dostoyevski'nin yapıtlannda yumuşaklığı,
tatlılığı bulmak oldukça zordur. Ama acılarm esiri oldu
ğu da söylenemez. Onda herşey aşırıdır, herşey ölçüsüz
dür; nasıl olsa sonunda dönüp dolaşıp tanrıya varaca
ğmdan emin olduğundan . ne acıda, ne sevgide ölçü kul
lanmasına gerek yoktur. Kişilerinin kendi kendilerini
yok etmeye korkusuzca gitmeleri, yaşama karşı ilginç
64
bir ôç alma duygusunun ölçüsüzlüğünü belirler. Dosto
yevski'ye göre toplumda doğuştan dilenciler vardır. Top
lumsal koşullar ne olursa olsun, alınlarına tembel ya
zıldı�ı için dilenci olarak yaratılmış kişilerin daima ola
ca�ını savunur. Bu tipler ölünceye kadar sıkıntı Içinde
yaşamaya mahkum edilmiş tiplerdir. Her zaman bit
kindirler, her zaman bir çeşit sersemlik içindedirler ve
birine aracılık veya pmar oğlanlığı yapmaktan öteye
gidemezler. Bu tipler dünyaya kendiliklerinden hiç bir
şeye başlamamak, kendilerine özgü bir istem sahibi ol
mamak koşuluyla ve birinin kuklası olarak yaşamak Için
gelmişlerdir ve bu dünyadaki işleri yalnızca başkaları
nın emirlerini yerine getirmektir. Raskolnikov, böyle
bir tlpin başkaldırışının öyküsüdür de aynı zamanda.
Ama Dostoyevski'ye göre bu insanların yanında do�uş
tan o kadar güzel , tanrı tarafından öylesine zengin er
demlerle donatılmış yaratıklar vardır ki, Dostoyevski
için bunlann ahlaksızıaşması söz konusu bile de�ildir.
Böylelikle Dostoyevski, Alyaşo tipine do�ru hızla ilerle
mektedtr.
dmkansızlık bir taş duvar demektir. Nasıl bir taş
duvar? Elbette tabiat kanunlarının, tablat bilgilerinden
çıkanlan sonuçların, matemati�in taş duvarı . . » (17) .
.
( 1 7) A.g.e., s. 24
65
olan Raskolnikov'un ruh durumudur. Haklılığı veya hak
sızlı�ı üzerinde en küçük bir yorum bile yoktur. Devrim
de Dostoyevski için aynı şeydir ; başkaldırma e�iliminde
olan halk da bu deneyiminin sonunda, yani bir ayak
lanma halinde, daha büyük bir köleliğe saplanıp kala
caktır. Toplumların kaderi tanrının elindedir, bireylerin
bu alanda gösterecekleri hareketler sonuçsuz kalacaktır.
Dolayısıyla da «sosyalizm bir din sorunudur.» Yalnızca
bu yüzden, Belinski'nin, Turgenyev'in, Çernişevski'nin
amansız düşmanıdır Dostoyevski.
«Ecinniler», 19. yüzyılın en gerici romanlarından
biridir. ınsanı ürküten büyük bir çelişki yatar bu ro
manda : Bir yanda geri kafalılığın bayrağı dalgalanır
ken, öte yanda kişilerin iç dünyaları bütün çıplaklığıyla
gözler önüne serilir. Stavrogin, Krilov, Şatov, Verkho
venski; hepsi devrimcidir. Ama Verkhovenski'nin Stav
rogin'e bağlılığı öylesine acımasızca ele alınmıştır ki,
Gorki'nin Dostoyevski'ye karşı duyduğu kinin ve yaptı
ğı acımasız eleştirilerin temelinde bu aşağılanmaların
etkisini aramak gerekir. Çünkü Gorki çapında bir yaza
rın ele aldığı tipierin Gorki'den habersizce eleştirilme
si söz konusudur. öyle ki, Gorki'nin elinde yanıtıaya
bileceği bir tek «Cinler» romanı kalmıştır, o kadar :
«Her yere sizinle birlikte geleceğim. Bir köpek gibi izle
yeceğim sizi>> (18) .
«Cinler» (Ecinniler) romanında Dostoyevski, tüm
devrimci tipleri teker teker yok ederek kendi önerdiği
sonuca, yani «sosyalizmin bir din sorunu» olduğu sonu
cuna olumsuzluktan yola çıkarak ulaşır. Bunu öylesine
büyük bir ustalıkla yapar ki, kitap insan bilincinin odak
landığı bir kısır döngü içine farkında olmaksızın girer.
66
Romanın bir yerinde masanın üzerinde Çernişevski'nin
«Ne Yapmalı» adlı romanı açık durmaktadır : «Bu ro�
manı sırf ilerde olmasını kesinlikle beklediği viyaklayan�
larla çatışması durumunda olanların davranışlarını,
ileri sürdükleri iddiaları daha önceden din kitapların·
dan öğrenmek, böylece de tümünü onun gözleri önünde
yere serıneye hazır olmak için edindiğini, ineelediğini
sezinlerniştim. Ah, nasıl acı çektiriyordu ona bu kitap!»
( 19) .
«Cinler» romanı Dostoyevski'nin tann ile birlikte
tsa mı, yoksa tanrısız tsa'rnı, biçiminde baştan beri sü
regelen çelişkisini Şatov-Krilov çekişınesi ile ele alması
bakımından olduğu kadar tanrı tanımaz Krilov'un bey
nine bir kurşun sıkarak işin içinden sıyrılması açısın
dan da dikkatle incelenmesi gerekli bir romanıdır.
Bütün gerici düşüncelerine karşın Dostoyevski'nin
bir sanatçı olarak gerçeği aradığı doğrudur. Ancak onun
aradığı gerçek, ilk gerçekçilerden kendisine kadar uza�
nan uzun yolculuğun yön değiştirrnesidir. Çünkü Dosto�
yevski'nin anladığı anlamda gerçekçilik, nesnel gerçek
ile düşler arasında bir noktada oluşur. Bu soyut gerçek�
liğe ulaşabilmek için de kişilerin iç dünyalarını iyi bil
rnek, bunu aniayabilecek sezgiye sahip olmak gerekir.
Dostoyevski bunu başarabilecek dehası olan bir yazar
olduğu içindir ki, nesnel gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı ola
rak ilerlemesini sürdüren roman sanatında bir dönüm
noktasını oluşturabilmiştir. «Budala» romanının kahra
rnanlan ; tppolit olsun, Nastasya Filipovna olsun, Prens
Mişkin olsun, öte yandan Karamazov'lar olsun, hepsi
gerçek yaşamdan alınmış portrelerdir. Bu anlamda Dos·
toyevski nesnel gerçeklikle bağını bütün bütüne kopar
mış değildir. Ancak ondan sonradır ki romanın salt
67
olayların kurgusundan oluşmasının zorunlu olmadı�ı.
romanın nesnel gerçekliğe ba�lılığının romancı tarafm
dan kanıtlanmasının gerekınediği görüşü güç kazanmış
ve 20. yüzyıl ile birlikte iyice güçlenen bu görüş, geliş
mede güçlük gösteren gerçekçiliğin karşısına hammad
desi bol bir alternatif olarak çıkmıştır.
Dostoyevski'nin romanlarında olağanüstü bir hare
ketlilik vardır. Yarattığı kişiler bir göl kıyısında oturup
batan güneşi izlemezler, bir ağacın altına oturup din·
lenmezler, uyumazlar; sürekli düşünen, coşkulu tipler
dir hepsi. Tipler tek tek ele alındığında nesnel gerçekli
�in varolması gereken tüm gerekliliğinin bulundu�u
gözlemlenir. Tüm roman boyunca tipler yaratıldıkları
gibi yaşar ve öyle ölürler. öyle ki, bu bağlamda Tolstoy'
un ünlü romanı «Diriliş>>in kahramanı Nehlyudov, Dos
toyevski'nin herhangi bir kahramanından, sözgelimi
«Öteki» romanının baremin dokuzuncu derecesinde me
mur kahramanı Golyadkin'den daha soyut bir tiptir.
Çünkü Nehlyudov, insanın değişebilme olanaklannı nor
malin çok üzerinde zorlayarak ulaşılması olanaksız bir
yere ulaşarak kendi kendine soyutluğa düşmüştür. öte
yandan, çarlık Rusyasında küçük bir memur olarak ya
şamını sürdürmeye çalışan Golyadkin'in akıl almaz öy
küsüne ra�men Dostoyevski, memurların yoksul yaşa
mını, rüşvet olaylannı, işten atılma korkusunu, işsizli
�in boyutlannı ve getirdi�i sorunları, aynı ça�ı paylaş
tı�ı meslekdaşlarının istisnasız hepsinden daha gerçek
çi ve çarpıcı biçimde vermiştir.
Dostoyevski'yi çağımıza kadar en büyük romancılar
dan biri olarak getiren yönü, çağının çarpıkhklarını
yansıtabilmesi ve bu çarpıkh�ın bireyler üzerinde yarat
tı�ı etkiyi hiç bir yazarın ulaşamadığı bir ustalıkla göz
ler önüne sermesidir. Ne kadar alçalmış olursa olsun,
her insanın içgüdüsüyle insanlık onuruna saygı göste-
68
rUmesini isteyeceğine inanmıştır. Toplum tarafından
itilmiş bir kişinin, kendisini toplumdan soyutlaması, ki·
şilerle arasına sınır koyması gerektiğini düşünüyor; ne
kadar utanç verici suç işlemiş de olsa, insana yaraşır
davranışı eninde sonunda hak edeceğini seziyordu Dos
toyevski. Bunu bildiği için de kendinden son derece
emindir : <dnsanca muamele, Tanrı kavramını tamamen
yitirmiş kişileri bile uyandırabilir» (20) .
Dostoyevski için insan daima canının istediği gibi
davranınayı amaç edinmelidir. Bunu akıl veya çıkar gibi
dürtüler engellemeye çalışacaktır kuşkusuz, ama onun
için bu ikisinin de pek önemi yoktur. Hatta isteklerin,
çıkarların tam aksine yönlenmesi, insanların istekleri
yönünde davranınalarma yardımcı bir etkendir. Bu gö
rüş ne kadar bireysel olursa olsun, insanlık için kapka�
ra bir görüş sayılmaz.
Dostoyevski okurda garip bir hayranlık uyandırır,
bunun altında yatan biraz alışılmamışlık, biraz düşün
celerdeki insanı bir anda içine çekiveren ustalık, hep
sinden önemlisi olağanüstü gözlem yeteneğidir. Yıllar
ca sokaklarda dolaşılsa bile Raskolnikov'a, Nastasya Fi
lipovna'ya rastlamak mümkün değildir, ama öte yandan
onları n çok yakınlarda bir yerde olduğu izlenimi sürek
li taşınan bir duygudur.
69
DOSTOYEVSKt'YE öYKüNMEK
70
çilik anlayışında başat olan nesnel dünyanın yansıtılma
sı anlayışı, Dostoyevski ile birlikte yön değiştirmiş ve ye
nilikçi akımın ilk temelleri oluşturulmuştur. Bu kuşkusuz
varolan geleneksel edebiyatı bir anda ortadan kaldıra
cak güçte bir olgu olarak birden bire ortaya çıkmamış
tır, ama geleneksel edebiyatın gösterdiği tutukluk yeni
likçi akımın boy atmasında önemli rol oynamıştır. Böy
le olunca da, geleceğin edebiyatı için ciddi tehlikeyi
oluşturan; yenilikçi akımın önlenemez gelişmesi değil,
geleneksel gerçekçi edebiyatın bir uzantısı olan toplum
cu gerçekçiliğin içinde bulunduğu tıkanıklıktır. Hangi
açıdan bakılırsa bakılsın Dostoyevski, gerek yenilikçi
akıma gerekse de toplumcu gerçekçi akıma yeni anlatım
biçimleri getirmekle, ideolojik düzeyde sürdürülen sa
vaşımın roman düzeyine de indirgenmesinde önemli bir
basamak oluşturmuştur.
Dostoyevski'nin gerici dünya görüşü kendi içinde
olağanüstü bir tutarlılık gösterir. Yalnızca bu tutarlı
lığı sonuna değin koruyabildiğinden, çağının takvim
yaprakları arasında sıkışıp kalmamanın ötesinde, yeni
palazlanmakta olan burjuva hümanizmasma -ısa'dan
bu yana varolan, ancak burjuvazi ile birlikte kılıf değiş
tiren hümanizmadır söz konusu olan- karşı bir karşı&
eylem oluşturmakla dünya edebiyatında özel bir konu
mu vardır. Bu özel konumu ise, yazarın yazınsal deha
sı ile bir solukta açıklayabilmenin olanağı yoktur.
Çünkü Dostoyevski, kendisinden önceki dinsel anla
yışıara yepyeni bir bakış açısı getirmiştir. Onun gerici
liği kendisi için bir ilericilik olduğu kadar, dinsel bir
toplum için de ileri sayılabilecek ölçüde öncü bir adım
dır. Dostoyevski, lsa'dan bu yana sürekli işlenen ve ça
ğımızda «burjuva hümanizması» na dönüşen ilkel insan
cıllık kavramına şiddetle saldırarak, insanın aynı za
manda iğrenç, aşağılık bir yaratık olabileceği gerçeğini,
71
sözgelimi, Ardaiyon Aleksandroviç tvolgin (1) gibi tiple
riyle açığa çıkarır. Ama bunun yanında Dostoyevski'nin
asıl kavramaktan sürekli kaçındığı nokta; insan davra
nışlarındaki bozuklukların, yani insanın aynı zamanda
aşağılık bir yaratık olmasının nedenini toplumsal çev
reye ve koşullara ve bunlara ek olarak çalışma süreç
lerinin insanı, insandışılığa sürüklediğine bağlamak ye
rine, doğrudan inançsızlığa bağlamasında odaklanmak
tadır. Çağındaki ilerici hareketleri «iyi insan-kötü in
san» kavgası biçiminde gören Dostoyevski, bu kavgadan
zararlı çıkacak olan tek şeyin dinsel ilke olduğunu öne
sürmüş ve bu kavganın sonucu eğer insanlık dünyasının
sahibini, yani tanrıyı değiştirecek olursa, yeni sahibinin
kim olacağı sorusuna yanıt aramıştır. tşte bu soruya so
mut bir yanıt bulamaması kaygısından olsa gerek,
dünyayı yeni tanrıya bırakmama savaşımına girmiştir.
«Cinler» romanı böyle bir savaşımın en açık örneği ola
rak çağımıza kadar ulaşmıştır. Maksim Gorki «Cinler»
için haklı olarak şöyle yazar : «Ve Ecinniler adlı roma
nı, yetmişlerin devrimci hareketini karalamak için ya
pılmış sayısız girişimin en yetenekli, en bilinçli ve en
başarılı örneğidin> (2) .
Dostoyevski'nin kendinden sonraki yazarları etkile
yeceği kuşkusuzdu, ancak ondan sonra gelen dünya ede
biyatının büyük isimleri, onun tutarlılığı dışında bir
benzerneye yönelmediler. Dostoyevski anlatım biçimi
olarak da dünyayı kavrayış olarak da kendinden sonra
ki yazarları etkilemiştir, bu daha önce defalarca vurgu
lanan bir konudur. Ama söz konusu etkilenme, salt öy
künme olarak düşünülmemelidir. Çünkü öte yanda, Dos·
73
nızca küçük burjuvaların yaşamını anlatıyor veya yal
nızca Bodrum'u betimliyor diye eleştirrneğe de hakkı
yoktur. Ancak, hem Freudculuğu benimsemek, hem de
arada Horney, Fromm gibi Freud'un kuramma katkısı
olmuş yazarları yok kabul ederek, sözden öteye geçme
yen kaba Marksizm ile Freudculuk arasında yapay bir
köprü oluşturmak yazarı ciddi yanılgılara düşürmekte
dir. üstelik bunu yaparken de belli bir azınlıktan edini
len verilerden hareketle topluma ait genel yargılar ge
liştirmekle altından kalkılması güç bir sorumluluğu yük
lenmektedir. O andan sonra yazar kendi özgür yöntem
leriyle yazdığım, sözgelimi yalnızca Bodrum'u anlattı
ğını ve orada yaşayanların burjuva özlemlerini ele al
dığını söyleyerek sorumluluktan kaçamaz.
Selim tleri, Freudculuğu yapıtlarında temel felsefe
olarak görmekle, Freud'un yaklaşık yüz yıl önce düştü
ğü yanılgılara yeniden düşmüş ve yeni-freudcuların al
tını çizerek belirttiği yanlışları yok etmeyi ise «Mark
sist Mehmet»e bırakmıştır. Mehmet'in marksistliği, ya
zarın marksistliği ile eşdeğer olduğundan, «Cehennem
Kraliçesi» romanında kahramanlar çözümsüzlükle başba
şa bırakılırlar. Dostoyevski'nin kahramanları da aynı so
runu paylaşmaktadır, ama Dostoyevski çözümsüz bırak
tığı kahramanlarını kesin bir nihilizmin kucağına at
mak yerine tanrıya inancı bir çıkış yolu olarak açık bıra
kır. Çünkü Dostoyevski, bağlı bulunduğu ideolojinin ge
reği olarak kahramanlarının sonlarını -istemsiz de ol
sa- belirtmek zorundaydı. Roman yazarı eninde sonun
da yapıtıyla kendi ideolojisini ele vermek zorundadır.
Anlatım biçimi olarak ve bunun yanında özgün kahra
manlar yaratmak yoluyla Dostoyevski'ye öykünmek;
amaçsız, ne yapacağını bilmeyen ve sanki soyut bir d ün
yada yaşıyormuşçasına roman içinde dolanıp duran kah-
74.
ramanlar yaratma tehlikesini ister istemez içinde barın
dırır.
Selim lleri, Freud'un bakışı i � e bireylere baktığın
dan, insan davranışlarının içgüdülere bağlı bulunduğu.
nu, bu nedenle de kişinin pisikoloj ik yapısının çevreden
etkilenmediğini, açıkça olmasa da vurgulamıştır. Tip
ler toplumla çelişkili görünseler de, asıl çelişki kendile
rindedir. Sözgelimi, «Cehennem Kraliçesi» romanında
Belkıs'ın resim yaparak yönlendirmek istediği çabaların
da bile cinselliği araması gibi. Ayrıca tipler yaşamlarını
sürdürmek için bu içgüdülerini baskı altına alırlar. Bü
tün tipler «yüceltme» içinde cinsel dürtülerinin yönü
nü değiştirme çabasındadırlar. Böylelikle, örneğin «Ce
hennem Kraliçesi» ndeki tipler kendileriyle toplum ara
sındaki çelişkiyi çözmenin tek çaresi olarak topluma uy
mayı görürler. Ama Selim tıeri bunu topluma uyum
suzluk olarak vermiştir ve sağladığı geçici başarı da öz
suyunu bu yapay çelişkiden almıştır. Genel olarak bu
tavır da, roman boyunca değişmez, durağan toplumsal
konumlarıyla birbirinin benzeri tipierin iç dünyalarının
çelişkilerini yinelerneyi gerektirir. Dostoyevski'de bu çe
lişki yoktur. Onun tipleri olumlulukla olumsuzluk ara
sında bir çelişki içinde değildirler. Onlar, Dostoyevski'
nin kendilerine sunduğu en son gerçek için savaşırlar
ve yine onlar tüm çarlık Rusyasıdır.
Diyalektik bütünlüğü karşıtıarın çelişkisi olarak de
ğil de, karşıtların birbirinden bağımsız basit bir rast
laşması olarak ele almak, bir anlamda diyalektiği yad
sımak demektir. Bu nedenle genel olarak bireyci yazar
lar, toplumu insanın ilerlemesinde olumlu bir basamak
olarak görecekleri yerde tam tersine; içgüdüleri ve is
tekleri bastırmaya eğilimli olduğunu benimseyerek, öz
nel bir özgürlük yanlısı olmaktadırlar.
Yenilikçi akımın başarısız kahramanları, konumla-
rını değiştirme umudu olmadığına inanırlar; başlarına
gelenleri çekmekle yükümlü yazgıcılardır hemen hepsi,
kötülükleri bile iyilik maskesi aıtında yaparlar. Tüm
yaptıkları sapkınlıkları topluma mal ederken, toplumu
değiştirmek için en ufak çaba göstermezler. Tek amaç
ları yaşamı sürdürme ve yaşamak için savaşmaktır.
Selim tıeri, insanın bireysel düşüncelerini gereğin
den fazla büyütüp, sanki insan soyut bir varlıkmış gibi,
yaşam sürecini sınırlayan etkenleri gözardı ederek, ken
di yasalarının doğrultusunda tipler yaratmıştır. Bu da
kahramanlarının yazgıcılığın karşısında elleri kolları
bağlı kalmasına neden olmuştur. Selim ileri'nin ruhsal
çözümlernelere derin olarak girmesi, kahramanlafiının
yaşadıkları çevreden geri plana doğru itilmelerine ne
den olmaktadır. Gerçi, her şey gerçek bir görünüm
içindedir -kahramanların gerçek yaşamdan alındığı
savunusu gibi- ama bu gerçeklik öylesine bireysel dü
zeyde kalmaktadır ki, kişi bunun gerçekliğinden ancak
yüzyüze geldiğinde emin olabilmektedir. Bu da, Selim
tleri'nin aramızda yaşadığı savunulan kahramanlarının
gerçekliğine ve sağlıklılığına gölge düşürrnekte; bireyci
liğin içine girip, mutluluktan yitip gideceği derin ve ka
ranlık bir kutuyu açmaktadır.
Lukacs yenilikçi edebiyatta tarihin yadsınışının iki
ayrı biçimde kendisini gösterdiğini yazar. «Birincisinde,
der Lukacs, kahraman kendi yaşantısının sınırları içine
hapsedilmiştir. Ne onun için, ne de gördüğü kadar yara
tıcısı için, kendisinin ötesinde onu etkileyen ya da onun
tarafından etkilenen varolan bir gerçeklik vardır. tkin
cisinde, kahramanın kendisi · kişisel tarihi olmayan biri
dir. Anlamsız, anlaşılmaz bir şekilde 'dünyaya atılmış'
tır. Dünyayla ilişki kurarak gelişrnez; ne o dünyaya bi
çim verir, ne de dünya ona. Bu edebiyattaki tek gelişme
insan yazgısının yavaş yavaş açığa vurulmasıdır. ınsan,
'78
şimdi, her zaman ne olacaksa odur. Anlatıcı, inceleyen
özne hareket halindedir; incelenen gerçeklik duraldır.»
(4) .
Yenilikçi yazariara göre insan doğuştan yalnızdır;
başka insanlarla ilişki kurmayı beceremez, toplum dışı
dır. Yalnızlığın kendilerine veya bir kaç kişiye değil, in
sanın varoluşunun kaçınılmaz sonucu olarak tüm in
sanlığa ait olduğunu savunur. Yalnızlıkları doğrudur,
ama bu yalnızlık tüm insanlığa maledilebilen bir yalnız
lık değil, her toplumda, her dönemde görülebilecek, öz
nel bir yalnızlıktır.
Anlatımında gerekli ustalığı tutturduğu bir başka
romanı «Yaşarken ve ölürken>> romanında Selim tıeri,
daha önceki romanlarından farklı bir teknik kullanmış
tır. lik atmış sayfa 'materyalist şair dostu' ile olan çe
kişmesi ve bu çekişmenin ışığında hem alay (genel ola
rak aydınlarla, özellikle de materyalist şair dostuyla) ,
hem özeleştiri, hem de özsavunuyu içermektedir. Aslın
da bu temel, romanın sonuna kadar değişmez. Değişen
yalnızca bir kaç Uptir; genel olarak da konu aydınlar
ile kitle arasındaki kopukluk ve aydınların yozlaşmış
illşkileri üzerinde odaklanır. Atmışıncı sayfadan sonra
Turan'ın anıları ile romanı sürdüren Selim tıeri, 20. yüz
yılın Prens Mişkin'ini, Verhovenski'sini, Rogojin'ini on
dokuzuncu yüzyılın, yani Dostoyevski'nin anlatımıyla
vermek istemiştir. Daha sonra kendisinin Y. ilçesine gi
dişi, ardından kadın romancı Tuna Suna'nın (toplum
cu - gerçekçi bir roman yazanyken nedense değişiveren
ve daha önce yazdıklarında hiç de içten olmadığını bü
yük bir açık yüreklilikle (?) belirten bir yazardır Tuna
Suna) anıları ve roman taslağı. En son olarak da, ünlü
bir ressam olan Cemil'tn (Turan'ın anılarında ömer) ,
77
romanda verildiği kadarıyla alabildiğine yoz bir aydın
tipinin öyküsüyle roman noktalanır.
Daha önceki romanlarında olduğu gibi «Yaşarken
ve ölürken>> romanında da Selim tıeri, ele aldığı tipierin
kişilikleri ile eylemleri arasındaki uyuşmazlığı merkez
alarak, konusunu bu merkez etrafında yoğunlaştırır.
Kahramanlarının hepsi de eylemleri ile kişiliklerinin
uyuşmadığının farkındadır. örneğin romancı Tuna Su
na, kişiliğine hiç uymayan romanlar yazmıştır daha ön
celeri ; ama yazdığı sıralarda da, roman içinde boy gös
terdiği anda da bunun pişmanlığı içindedir. Cemil, res
sam olarak kazandığı tüm başarılar ile giderek bir çeşit
nihilizme saplanmıştır, ama sözgelimi Turan'a içini
döktüğünde (5) , farkında olduğu kişilik bozukluğunu ve
bunun bir sonucu olan uyumsuzluğunu sadomazoşistçe
anlatırken, öte yandan salt Turan'a işkence etmek için
Cenap Hanım'ların masasına geç-işinde (6) duyumsadık
larını yine aynı duygularla Turan'dan saklamaktadır.
Turan anılarında, zaman zaman Prens Mişkin budala
lığında (veya saflığında) , zaman zaman da «Yeraltın
dan Notlar» romanının isimsiz kahramanı gibi kendisi
ne acı vermekten zevk alan bir kişilik olarak ortaya çık
tığı halde, dıştan bakıldığında, yani romanın diğer kah
ramanlarının aniatılarında -Cemil'in, Tuna Suna'nm
ve doğrudan yazarın kendisinin- bambaşka davranışlar
göstermektedir. Bunun yanında Turan da anılarında,
sözgelimi, Tuna Suna'yı veya Cemil'i, Açalya'yı; bu kişi
lerin kendilerini anlatımlarından daha farklı yansıtmış
tır. Bu, Cemil'in anlatısında da aynı yöntem olarak or
taya çıkar, Tuna Suna'nın roman taslağında da aynı
78
yönterndir. Her üçü de, yani Cernil, Tuna Suna ve Tu
ran, başkalarının kendilerinde gördüğü davranışların
aslında o kişilerin düşündüklerinden çok farklı olduğu
nu gösterrnek için ortaya çıkrnışlardır. Böylelikle yazar
şu sonucu ortaya koymaktadır : Hiç bir birey kişiliğinin
gerektirdiği davranışlarda bulunmamaktadır ve bu in
sanlık hastalığı hiç bir toplumsal reçete ile giderilernez.
Son yüzyılın kentsoylu edebiyatında sık rastlanan
bir konudur bu. Çünkü kentsoylu gerçekçilik insanın do
ğuştan yalnız olduğunu bir ilke olarak benimseyip öyle
yola çıkar. Toplumdışılık romanın tüm kahramanları
na şu veya bu şekilde kotarılrnıştır; çevreyle ilişki ku
rarnazlar ve kurtuluşları kendi içlerindedir, ya da «Ya
şarken ve ölürken>> de olduğu gibi yeniden üretilen so
yut bir dünyadadır.
Dostoyevski ile başlayan yenilikçi akımın serüveni,
gerçekçilik akımına bir karşı eylem oluştururken, doğal
olarak da toplumsal güdüJ erin yerine biyolojik ve ruh
sal güdüleri yerleştirmiştir. Varoluşçuluğu, ardından da
bilinç akımı tekniğini yöntem olarak kulanarak, bir
yandan piyasa romancılığını alabildiğine yerıne ve onun
yerine _geçme çabası, öte yandan da birey ile toplum ara
sındaki ilişkide bireyi sürekli üstün tutma çabası, ege
men olan ideolojisidir. Bu da toplumsal değerlerin bi
reylerin gözlerinde yansırnasına, bir başka deyişle par
çalanınasına neden olur. Bireylerin, hiç bir toplumsal
koşul altında eylemleri ile kişiliklerini bağdaştırarnaya
cağı görüşü, biraz önce de değinildiği gibi, çok eski bir
ideali�t görüştür ve tüm sornutluğuna karşın toplumsal
gelişmeyi etkileyerneyecek kadar güçsüz ve kaba öykün
rnelerle varlığını sürdürmektedir. Çünkü bu anlayışa gö
re kendi yaşantısının içine tutsak olan insanın geçmişi
yani 'tarihi' yoktur. Tarihsizlik ise çok açıktır ki felse
feye özgü bir kısır döngüdür ve nesnesizliği içerir. Böy-
79
le olunca da, Dostoyevski'den bu yana gelişen yenilikçi
akımın; Wiliam Faulkner, Albert Camus, Franz Kafka,
James Joyce gibi en yetkin örneklerini vermiş yazarla
rın da insan ve toplum ilişkisinin özünde hiç de�işme
den, ama sürekli kılık de�iştirerek güneele dönüştüğü so
nucu çıkmaktadır. Ama, sorunun çözümlenmesi bu ka
dar da basit de�ildir. Herşeyden önce dönemlerinin bi
rer temsilcisi olarak en yetkin örnekler sunan bu ya
zarlar, yalnızca roman sanatının gelişimi açısından ba
kıldı�ında bile hazmedilmesi güç bir gelişimin öncüleri
olmuşlardır. Ama, yenilikçi edebiyatta öykünme ile gele
neksel edebiyatta öykünme birbirinden çok farklı şey
lerdir. Sözgelimi Puşkin - Tolstoy - Şolohov arasındaki
benzerlik bir anlatım biçimi olarak açıkça ortada olduğu
halde, özünde, her üç romaneıda da gelişim açısından
müthiş bir farklılık sözkonusudur. Bu farklılık yalnızca
birey ile toplum arasında, değişen ekonomik ve sosyal
gelişmelere ba�ımlı olarak gelişen ilişkilerde kendini
gösterir. Çünkü, insanın toplumdan soyutlanması ola�
naksız bir tarihi oldu�u ve gittikçe gelişen sınıf müca
delesi içinde, her dönemde farklı biçimlerde dünyayı
kavramak zorunda oldu�u geleneksel gerçekçi edebiyat
içinde daima canlı tutulmuştur. Bunun yanında, dünya
ya anlamsızca fırlatılmış ve 'kişisel tarihinden' yoksun
insaniann nesnesiz dünyalarını yansıtmak için roman
cı, daha önce, sözgelimi Faulkner, Kafka, Joyce gibi ro
mancılar tarafından denenmiş örneklerin dışında yep
yeni bir anlatım biçimi geliştirmek zorundadır. Çünkü
sözkonusu olan yenilikçi akıma öykünmek olduğunda
yazarın, varolan örneklerin özüne değil, doğrudan anla
tım biçimine öykünmesi zorunluluk haline gelmektedir.
Bununla birlikte, Joyce Kafka'ya Kafka da Faulkner'e
benzemedi�i için tek ve büyük örneklerdir.
Kuşkusuz, yenilikçi akımın ele aldığı türde insanlar
80
vardır ve özellikle azgelişmişlik sürecinde hiç olmadık
ları kadar çok ortaya çıkarlar. Ama bu tüm insanlık için
genel geçerli bir kural değildir. Ne bütün bilim adamları
Sefa Akdağ gibi kişisel çıkarları ağır basan toplumcudur,
ne bütün romancılar inanmadıkları bir dava uğruna ka
lem oynatan Tuna Suna gibi «dönektir», ne de bütün
sanatçılar ressam Cemil gibi bu dünyaya fırlatılmış bi
rer «İbliS>> tir.
«Yaşarken ve ölürken» romanının kahramanları
umutsuzdur. Umutsuzlukları ise, yaşam içinde davranış
ları ile kişiliklerinin çatışmasında ortaya çıkmakta ve
bunu kapamadıkları çevrelerinde sık sık görmelerinden
ileri gelmektedir. Güzelliği ya da çirkinliği, yani bütün
dünyasal biçimleri parçalama eğilimi taşıdıklarından, en
uygun anlatım yolu olarak kendilerini aniatmayı yeğ
lerler ve bunu yaparken de uyduruk bir acı çekiyor gö
rünümündedirler. Sanki gizlice tüm insanlığı kendi
umutsuzluklarına, karanlıkianna çekmek gibi bir niyet
leri vardır da, bunu sezdirmek istememektedirler. Kendi
anlatılarıyla; Turan olsun, Cemil olsun, Tuna Suna ol
sun, davranışlarının altında yatan sahteliği çıplak bir
biçimde gözler önüne sererek erdemli ( ! ) insan katına
sı�nmakta ve bundan da gizli bir haz duymaktadırlar.
Kendi kendilerini yok etme ve özellikle de kendilerine
acı çektirmekle, Dostoyevski'de sık görülen yaşama dü
zenine başkaldırının daha karmaşık, ama çok daha soyut
bir tablosu çizllmektedir bu romanda. Roman dikkatle
incelendiğinde; Turan'ın anılannda, Mişkin, «Yeraıtın
dan Notlar» ın isimsiz kahramanı ve Verkhovenski'nin
özelliklerini taşıdığı Cemil'in Rogojin'i, zaman zaman
da Stavrogin'i andırdığı, Tuna Suna'nın ise (portre sah
nesi anımsanırsa) , Nastasya Filipovna'y ı (7) canlandır-
81
dı�ı gözlenebilir. örneğin Turan, Cemil'in (kendi anı
l�nda ömer'in) karşıs.nda VerkhovenSki:''ni n Stavro
gin karşısında düştüğü duruma benzer bir duruma düş
mektedir. Verkhovenski Stavrogin'e, « . . . siz bir güneşsl
niz, der, bense sizin solucanınızım . . . » (8) ve Stavrogin'
in ellerinden öper. Turan ise, «Hepağlayarak yere diz
çöktüm, çıldırmışçasına ayaklanna kapandım» (9) , ya
da, «Diledi�i kadar ezebilirdi beni boyun eğecektim.»
(10) . Ama birkaç yaprak sonra Verkhovenski gider, ye
rini Mişkin'e bırakır (ll) . Diğer yandan Turan'ın Cen
net Bahçesine davetsiz gidişi; Dostoyevski'nin adından
en çok söz ettiren «Yeraltından Notlar» romamnın
isimsiz kahramanının istenınediği halde Zverkov ve ar
kadaşlarının içki içtiği lokantaya gidişini andırır. Dosto
yevskl'n:in isimsiz kahramanı onları lokantada bulamaz,
o sırada bir aynaya ilişir gözü : «Altüst olmuş sapsarı,
haşin, çirkin yüzümü son derece iğrenç buldum.» (12) .
Turan ise, Cemil ve Tuna Suna'nın oturdukları masaya
yanaşırken, Tuna Suna'nın zavallı tekir bir kediden ayır
dığı gözlerini, kediden de zavallı durumda olan haline
çevirdiğini anlattıktan sonra : «Tanrım, diye sürdürür
anlatısını, kimbilir ne gülünç - acıklı bir durumdayım ;»
(13) .
Kuşkusuz, Selim İleri'nin amacı salt öyküornek de
ğildir. O, gerçeği insanların hayvansal dürtülerinde, cin
selliğinde, ikiyüzlülü�ünde, sevgisizliğinde, umutsuzlu-
82
ğunda aramakta Dostoyevski biçimi bir anlatım yöntemi
seçmiştir, o kadar. Ama daha önce de belirttiğimiz gibi,
anlatım biçiminde herhangi bir değişiklik sağlanmadık
ça veya yaratılmadıkça bu akım içersinde aynı yöntem
lerle yazılacak romanlar ilk örneklerine öykünmekten
kurtulamazlar. Çünkü yenilikçi akımın ideolojisi, ken
disini daha ileri götürebilecek bir ideolojiyi sü:rekli
yadsıyıp, «Sisiphus Efsanesi» gibi her seferinde baştan
başlayarak aynı noktaya varmaktadır.
«Sisiphus Efsanesi» ne örnek bir başka roman da
Hulki Aktunç'un, «Bir Çağ Yangını» romanıdır. Bir bü
tün olarak bu roman, William Faulkner'in çoktan dene
yip noktaladığı bir biçim denemesinin yinelenmesinden
başka bir şey değildir. Soru işaretlerinden sonra küçük
harflerle başlamak, heceleri bölmek ve alt alta yazmak,
parantez acmadan kapamak, büyük harflerle soru eklerine
başlamak, tek heceli cümleler kurmak, kelimeleri boz
mak; bütün bunlar romanın özü ile ilgisi olmayan bi
çim denemeleridir. Nasıl ki Faulkner, Darl'ın babasının
ayak tırnaklarını anlatırken, aynı paragraf içinde Ver
non'un tulumla kente hiç inmediğine, karısının da okul
da ders verdiğine geçiyor ve anlamı çöle düşmüş uçak
enkazı gibi dört bir yana savuruyorsa (14) ; cümlelerini
alt alta yazıp numaralandırıyorsa (15) veya tam parag
rarın ortasına bir tabut deseni çiziyorsa (16) ; Hulki Ak
tunç da olayların düzenini bozarak, kişilerin mantık dı
şı davranışıarına ağırlık vererek, simgeleri gerçeğin üze
rine bir örtü gibi kapatarak ve cümle düzenlerine an
lamlar yüklerneye çalışarak denenmiş, üstelik en yetkin,
en mükemmel örnekleri verilmiş ve «Sisiphus» yolculu-
83
�unu tamamlamış bir anlatım biçimini yinelemeye ça
lışmıştır. Böyle olunca da, yepyeni bir bakış açısı getir
di�i düşünülen yazarı anlamak için, nesnelere kadar
a�ır biçimde donanmış cümleler arasındaki öznel bağın
tıları çözümlernek için yoğun çaba gerekir. üstelik varı
lacak nokta da hiç bir değişikliğin olmadığını bile bile
yapılacak bu çabanın sonucunda ortaya çıkacak olan an
lam da okurun öznel düşüncelerinden öteye geçemeye
cektir. Oysa, bilinç akımı tekniğinin bütün olanakları
kullanıldığı halde «Bir Çağ Yangını» nda simgelenmiş
bir eleştiriye veya örneğin Faulkner'da olduğu gibi, çok
ince ve ayrıntılı bir doğalcılığa da rastlamak mümkün
değildir. öte yandan, gerçeğin ve gerçeküstünün karma
karışık bir bilinç dokusunda verilmesinin yanında, «Sin
rnek, kimi zaman karşı koymaktan daha güçlü ve yıkı
cıydı.» (17) veya «Kaygıların olduğu gibi, coşkunun da
her zaman buyurduğunu ve yaptırdığını bildim. . . tki·
sinin de güneşleri ve karanlıkları olduğunu» (18) , tü
ründen kapalı cümlelerle «kedibıytklı» veya «kedibıyık
sıZ>>ların kargaşasıyla roman, zaman zaman kabuğundan
sıyrılırmış gibi görünse de, yazarın edilgenliği tüm ro
man boyunca kendini hissettirir.
Bir uygarlığ'ı baştan başa simgeleyecek olsa bile
Nuh'un roman içindeki monolog ve diyalogları günlük
yaşamın sorunlarını açıklamaktan uzak olduğu gibi, her
hangi uzak veya yakın bir çözüme de yaklaşamamakta
dır. Nitekim, ne ölen «gülbalığı», ne aklı estikçe tıpkı
Marquez'in Melquiades'i gibi geri dönen «ölü Jülide
Hanım» ın çabaları, ne de Zerdüşt tavırlarındaki Nuh'
un ôzdeyişleri, bu bataklığı kurutınaya yetmemektedir.
84
Çünkü her romanda anlatıcının, yani yazarın önem ka
zanması kendi elinde değildir. Hangi tipi yaratırsa ya
ratsın, hangi soyut koşullarda düşünürse düşünsün, kal
dıracağı her taşın altında. kendi benliğinden bir şeyler
bırakacaktır.
Diğer yandan, bir romanda yaratılan tipierin gerçek
yaşamdan alınıp alınmadığının mutlak kanıtlanması ge
rek.memekle birlikte, romandaki tipierin insana özgü
binlerce özelliklerinden hangisinin başat olacağı ve ya
zarın kendi benliğinden katmak zorunda kaldığı özellik
lerle roman tiplerinin hangi özelliklerinin uyuşacağı,
romanın bütünlüğü ve özü açısından önemli ayrıntılar
dır.- Abartılmış bir örnek olmakla birlikte, sözgelimi,
Jack London'un unutulmaz kahramanı Ernst Ever
hard'ın (Demir ökçe) ne tür yemekleri sevdiği ya da
yağmurlu bir havanın romatizmalarını arttırıp arttır
madığı, romanın amacı açısından önemli değildir. Ama
şurası unuUmamalıdır ki, yok gibi kabul edilen bu ay
rıntılar da insana özgü davranışlardır; önemli olan, ya
zarın yarattığı veya esinlendiği tipleri bütünüyle yansı
tamayacağını bilerek, dünyayı kavrayışına en uygun ay
rıntıları seçebilınesidir. Aslında her yazar, şöyle ya da
böyle bunu yapmaktadır, çünkü bu yazarın elinde olma
yan bir yönelmedir : «Althuser sanatın ideolojiye indir
genemeyeceğini, aksine, ideolojiyle özel bir ilişkisi oldu
ğunu savunur. tdeoloji insanların gerçek dünyayı yaşa
yıp tanıdıkları hayali yolları gösterir; işte edebiyatın
bize aktardığı deneyimler de bu türdendir, edebiyat be
lirli koşulların kavramsal bir çözümlemesini yapmaktan
çok bu koşullarda yaşamanın nasıl olacağını anlatır»
(19) .
85
Yazarın elinde olmadan yaptığı ayrıntı seçimi doğ
rudan doğruya dünya görüşü ile bağıntılı olduğundan,
genellikle yazarın istemi dışında romanda kendisini gös
terir. Nitekim, hasta «gülbalığı» için akvaryuma damla
tılan ilacın rengi, «gülbalığının sesiere duyarlılığı, incir
ağacının küskünlüğü, Marika'nın sükunet içinde işeme
si, kaplanbalıklan» ve benzeri bir yığın aynntı, belirsiz
simgeler olarak roman içinde başıboş dolanır dururlar.
Roman ve dolayısıyla da yazarı çağını aşamayacağı
gibi, çağına yabancı da kalamaz. Aynı çağda yaşayan
tüm insanlar gibi o da, herkesin gördüğünü görmekte
dir. Bunun yanı sıra tanık olduğu olaylar ne kadar ola
ğanüstü olursa olsun, yapıtı geçici bir dünyanın yansı
masıyla sınırlanmamalıdır. Yani, roman bir gerçeğin
körü körüne yansıtılması değildir : «Sanatta yeniden
yaratmak, salt kopyacılık yada öykünme değil, özel bir
'estetik gerçek' tir, yaşamı incelemek, anlamak ve değiş
tirmek icin bir araçtır» (20) . Bunun aksine davranış, ya
zan doğalcılık ile karşı karşıya bırakmaktadır. Doğalcı
lığın ise en tehlikeli yanı, yaşamın dış gerçeklerini bir
gazete muhabiri titizliğiyle yansıtmanın yeterli olaca
ğı düşüncesinden gelmektedir. Bir roman yazarı, olayla
n yalnızca mantık sırasına koymak ve ondan sonra bir
kenara çekilip romanının gelişimini kahramanların ge
lişimi ile belirlemekle görevini tamamlamış olmaz. An
cak, doğalcılıktan kurtulma çabasıyla da roman tipleri
n e dışarıdan kotarılan düşünceler, eğer yazarın olayları
çözümlerneye yönelik bakışı tüm kahramanlarını kavra
maya yeterli değilse, romandaki tiplerden bir veya bir
kaçı romanın baş kişisini kurtarmak için feda edilmek
zorundadır. tık gerçekçilerin bilinçsiz olarak yaptıkları
86
bu yaklaşım, do�alcılarda bilinçli bir ayıklamayı zo
runlu kılmıştır. Kuşkusuz bu fedanın bedeli, romanın
bütünlüğü açısından oldukça ağır olacaktır. Çünkü o za
man, asıl yapılınası gerekeni, yani biçim ve öz ilişkisini
bir uyum içinde işlernek yerine yazar, insanın yalnızca
doğasından gelen dürtü ile karşıkarşıya bulunduğu hak
sızlıklara, öfke ile cevap vermek zorunda kalacaktır. Oy
sa bir olguya salt karşı çıkmak demek, o olgunun tam
karşıtı olan bir olguyu bütünüyle özümlemiş olmak de
mek değildir. Bu burjuvazinin sığındığı, ı 789'dan beri
de sürekli kullandığı bir savunu biçimidir : «Bir burju
va, Marksçılığa yakınlık duyabilir, toplum düzenini sert
bir dille eleştirebilir, dahası bu düzeni değiştirmek de
isteyebilir; ama bütün bunlar eninde sonunda havanda
su dövmekten öteye gidemez, çünkü insanın kendi ba·
şma özgür olduğuna inanır burjuva.» (21) .
Amaçları ne kadar yüce olursa olsun temelsiz bir
başkaldın, örneğin Pugaçev ya da Stenka Razin ayak
lanmaları, toplumun zararına sonuçlanmak zorundadır.
Bir başka deyişle, yalnızca öznelliğe karşı koymak için
mutlaka nesnelliği çok iyi kavramak gerekmeyebilir.
Çünkü, insanın doğasında var olan bu çelişki, herhangi
bir çaba gösterilmese de şu veya bu yönde elbette geli
şecektir. Bu nedenle, doğadan gelen içgüdülerle, hiç bir
yapmacılığa sapmadan deneysel bilimler yönteminin
edebiyata da uygulanmasını savunan doğalcılık, Zola'
dan bu yana amansızca eleştirilir. Zola'nın gerçeğe sıkı
sıkıya bağlı yapıtıarında burjuvaziye olan öfkesi tüm
ayrıntılarıyla çizilmiştir, ama yalnızca öfke ve öykün
ınesi güç bir örnek olaı:ak kalmıştır bu yapıtlar.
Romanı, ilk gerçekçiler g;bi, nesnel gerçekliğin oldu-
87
�u gibi yansıtılması biçiminde bir sanat türü olarak
sürdürmek, geleneksel gerçekçi akımın önünde önemli
bir engel oluşturmuştur. Bunun yanında ise yenilikçi
akım, ilk romantiklerin kazandığı başanya benzer bir
başarının eşiğinde giderek ağırlık kazanmıştır. Ancak,
günümÜZ yenilikçilerinin ilk romantiklerden ayrılan
önemli yanlan, çevrelerinden bütünüyle koparılmamış
olmalarıdır. Onlar, tek başlarına değillerdir ve çevrele
rindeki kendi benzerleri ile birlikte toplumun karşısına
çıkmakta, dahası buna toplumculuk süsü vermektedir
ler. Bu göstermelik toplumculuk kimi zaman yanına dün
ya düşmanlığını ve insana saygısızlığı alarak karanlık
bir öznelliğe bürünmekte ve giderek tekleşmektedir. Bu
tekleşme, ilk romantiklerin açıkça ortaya koyduğu yalnız
lıktan fazlaca farklı değildir. Onların kahramanları,
Byron'un kahramanları gibi örneğin, «toplumun kıyısı
na dikilip, sırf bir birey olarak topluma karşı çıkarlar.»
(22) . Ve yine onlar, gelişmekte olan toplumsal gerçeği
kulak arkası edip, eskimekte olan toplumsal değerlere,
daha doğrusu bilinçsizce tutundukları birey özgürlüğü
ne sıkı sıkı sarılırlar. Böylece tam bir tutuculuk içinde
geleceğe kapanır ve tarihin gelişimine gözlerini kapar
lar. Bu nedenle de tarih onlara karşı işler, bütün kur
tarmaya çalıştıklan değerler zamanın akışı içinde ister
istemez yok olur. Sonuçta «tarihsiz kişiler» in edebiyatı
kendiliğinden doğmuş olur ve «Sisiphus» yolunun her
hangi bir noktasından yolculuk yeniden başlar.
Tüm bireysel savunulara, bireye dönük özgürlük ya
zılarına rağmen şu gerçektir ki ; edebiyatta yapılan ide
olojik bir hata, tıpkı matematik veya fizikte yapılan bir
işlem hatası gibi, tüm mantık zincirinin altüst olması-
88
na neden olur. üstelik edeblyatta bu, deneysel bilimler
den daha da acımasızdır, çünkü genel olarak deneysel
bilimlerde yapılan bir işlemin yinelenmesinin olanaklı
lığı yanında, edebiyatta yaPJ,lan bir hatanın ortadan
kaldırılması hemen hemen olanaksızdır. Ne kadar soyut
ve sonsuz gibi görünse de, düşler de yaşanmışlıkla sı
nırlıdır ve bir süre sonra kendi kendini yinelemek zo
rundadır. Yenilikçi akımın yöntemini uygularken ya
zar, kullandığı imgelerin birbiri ile çakışması gibi bir
tehlike ile karşı karşıya olduğundan, imgeler üzerine
yoğunlaştırdığı dikkatinin dağılması sonucu, edebiyat
adına bir yığın hatalar ortaya çıkacaktır. Roman dünya
sı, bu akıma öykünmelerine getirdiği hatalarla dolu bir
çok örneği aralık vermeksizin tarihin çöp sepetine at
maktadır.
Bunun yanında geleneksel gerçekçi edebiyatın öy
künmeleri biçime değil, öze yönelik olduğundan benzer
hatalara düşmesi, en azından elinde somut veriler olma
sı nedeniyle, benzer bir sonuçtan uzaktır. Ama gelenek
sel edebiyatın sorunları yenilikçilerinkinden hiç de aşağı
kalmamaktadır. Çünkü, bir yanda artık çoktan aşılmış
olan nesnel gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı romanı sürdür
meye çalışan başarısız örneklerle, öte yandan henüz ge
lişmesini t)amamlayamamış örnekler arasında sıkışıp
kalmıştır. Geleneksel romana en ağır darbeyi Ise, ilk ger
çekçilerin anlayışında roman yazmayı sürdüren yazar
lar indirmektedir.
ELEŞTiRi EKSiKLtlit
91
zer. Ancak bu ayna görüntüleri seçer ve biçimlendirir.
Bu nedenle, romanda anlatıcının kişiliği ve dünya görü
şü, romanın ayrılmaz bir parçasıdır. Daha önce de be
lirttiğimiz gibi, anlatıcı romanına başlamadan önce
olayı kime anlatacağını, olaylara ne derece yakınlaşaca
ğını, yalnızca olaylarla mı sınırlı kalacağını belirlemek
zorundadır. örneğin, köyden kente göçün nedenleri üze
rinde çalışan bir yazar için göç edenlerin ayağındaki
ayakkabıların hiç önemi olmayabilir, ama aynı konuyu
kentin ayakkabı piyasası veya ayakkabıcıları açısından
inceleyen bir yazar için, gittikçe artan ayakkabı talebi
açısından önemlidir. Aynı şekilde, İspanya İçsavaşında,
Christopher Caudwell'in öldürülmesi, İspanya İçsavaşı
nın sonuçları a,çısından önemli olmayabilir, ama edebi
yat dünyası açısından en az savaşın nedenleri ve sonuç
ları kadar önemlidir.
Kısacası, romanda ayrıntı seçimi bakış açısı ile öz
deşleşmiştir. Henry James'e göre roman, yaşamdan kaçı
şı değil , onu en anlamlı biçimde yansıtabilmeyi amaç
lamalıdır : «Roman yaşamdan daha gerçektir, çünkü ro
manda yaşam karşımıza içindeki anlamın kaybolup git
mesine yol açan ayrıntılardan ve fazlalıklardan arın
mış olarak çıkmaktadır. Böyle bir arınmayı sağlayan sa
nat olduğuna göre, James'in romanlarında biçim ve yön
tem sorunlarına verdiği büyük önem yaşamdan kaçış
değil, tersine onu en dolgun, en anlamlı biçimde yansı
tabilmek amacını güder » (1) .
öte yandan romanın bir düş olduğu görüşü, geçerli
ğini hiç yitirmemiş bir yaklaşımdır. Genel olarak ro
man okura en yakın yazı sanatı olduğu için, yazarın bi
raz da okuru gözetmesi yükümlülüğü vardır. En azın-
92
dan bu yükümlülük, konusuz romanlar çıkıncaya de�in
tartışmasız bir koşuldu. Eğer yazar kitabının üzerine
roman yazdıysa, okuyucuya sıcak koltuğunda hoş zaman
geçirteceğine dair söz vermiş kabul ediliyordu. Eleştiri
ler de genel olarak bu özellik üzerinde odaklanıyordu.
tşte bu geleneksel eleştiri bakışından kurtulamamak, ro
man sanatının benimsenmesindeki güçlükleri do�urmuş
tur. Salt kurgu, okuru sıkmama, gerilim veye gerçeğe
sıkı sıkıya bağlılık açısından romanı belli kalıplarda
tutmaya çalışan eleştiri bakışı, romanın gelişmesini en
gellemekle kalmamış, aynı zamanda yalnızca biçim kay
gısıyla geleneksel eleştirel bakış, bireyc i ve nihilist b!r
edebiyatı desteklemede uygun ortamı kendiliğinden ya
ratmıştır. Böylece de romanın gelecekteki varlığı salt
biçimsel değişikliğe bağlıymış gibi pragmatik bir sonuç
yapay olarak yaratılmak istenmiştir. Geleneksel eleşti
ri, yenilikçi edebiyatın burjuva dünya görüşünü yalnız
ca biçimsel açıdan, sözgelimi, eksik kurgulama, duygu
suzluk, dildeki ustalık anlatım örgüsünün sağlamlığı,
gerçek yaşama katıksız ba�lılık açılarından ele alınca,
ister istemez tutuculuk damgasını yemek zorunda kal
mıştır. Oysa yalnızca biçimsel açıdan, örneğin kurgu
yönünden bir roman değerlendirilseydi ; kurgulamada
doruk noktasına ulaşmış polis romanları varken, James
Joyce'un «Ulysses»i, veya Backett'in «Malone Meurt»ü
roman sayılmamalıydı. Kurgu ve gerilim ile birlikte ro
mana duyguların da eklenmesi söz konusu olunca da
Barbara Cartland'ın «Gelinlik Kız» romanının veya Ha
rold Robins'in herhangi bir romanının, Flaubert'in
«Madam Bovary>> sinden veya Tolstoy'un «Diriliş» inden
daha çok tartışılması gerekirdi. Salt konu bir romanın
başarısı için ölçüt olsaydı. okur Charles Dickens'in «tki
Şehrin Hikayesi» romanmı okuyacağına, Picrre Gaxot
te'nin «Fransız thtilali Tarihi» nı okumayı yeğlerdi her-
93
halde. Yalnızca öze dayalı bir roman yerine de okur
Kant veya Hegel'i tercih etmekte haksız sayılmazdı.
Bu arada yazar, yalnızca geleneksel roman yapısını
yıkmak için bu tekniklerden bir kaçını kullanarak, salt
biçimsel bir değişikliğe de gidebilir. O zaman Robert
Brasillach'ın «Yedi Renk» romanının başarısızlığını
amınsatmak yararlı olacaktır. Brasillach'a göre roman
yazmak için birbirinden ayrı yedi teknik vardır. Bunlar
sırasıyla : üçüncü tekil kişinin anlatısı, birinci tekil ki
şinin anlatısı, anı, diyalog, monolog, mektup ve son ola
rak da belgeler. Brasillach bu yedi tekniği de bir roman
içinde ayrı ayrı bölümler halinde kullanmış ve edebiyat
tarihine ilginç bir örnek olarak geçmekten öteye gide
memiştir.
Eleştiriyi yalnızca yüceltmek ya da yere batırmak
gibi kısır iki kavram arasına sıkıştırmak, ele aldığı sanat
yapıtının içindeki ideolojiyi amaçlı olarak gizlerneye
çalışmak demektir. tık romancıları eğlendirici olmak ve
ya olmamakla değerlendirmekten öte hiç bir değerlen
dirmeye gitmeyen ilkel eleştiri bakışı günümüze ger
çekçi, gerçek dışı tanımlar olarak katarılmak istenmek
tedir. Bu ise ilk romancıları eleştiren bakışın ustaca kı
lık değiştirmiş halidir. Çünkü, artık bir romanın gerçek
le illntlsi, topluma veya herhangi bir olguya «ayna tut
ması» ile ölçülmemektedir. Günümüzde roman birtakım
teknik özellikleri barındırmak zorundadır. Böyle olun
ca da geriye yazarın dünya görüşü ve buna bağlı olarak
yaptığı ayrıntı seçiminin anlamlı bileşimi kalmaktadır.
Yani, bir romanın değeri ne militanca yazılmış olmasıy
la, ne doğalcılığa varan gerçeğe bağlılığıyla, ne taşıdığı
gerlllmle, ne de zor okunur olmasıyla ölçülür.
S4
DURAKLAMA DöNEMİ VE NEDENLERİ
95
bus evreni yaratmıştır kendine. Bütün bunlar açıktır
ki. savaş sonrasının getirdiği yoksulluk ve ekonomik
krizlerle ilintilidir. Ama savaş sonrasının yarattığı sava
şa bağlı romanlar savaşın sona erm�siyle birlikte etki
lerini yitirmek zorundaydılar. Çünkü savaşı yaşamamış
kuşaklara savaşın acılarını anlatmak, ne kadar yaşan
mışlığın acılarını bütün dokunaklığı ile verebiise de,
etkisi sınırlı olmaktadır.
Kafka kAbus evreni ile. Camus saçma kavramı ile,
Sartre insanın seçme özgürlüğünden doğan bunaltı ile
savaş sonrası dünyanın görüntülerini çizmişlerdir, ama
yalnızca birey davranışıarına yönelik olan ve araların
da benzerlikler kadar büyük uçurumlar bulunan bu tek
tek ateşler de, türlerinin en mükemmel örnekleri olarak
edebiyat tarihine geçmişlerdir. Son günlerde romanı
kurtaran adam gözü ile bakılan Gabriel Garcia Marquez•
in de veya gelişmekte olan ülkelerin «egzotik» yazarla
nnın da ulaşabilecekleri en üst basamak. belli bir tü
rün doruğu Qlabilir ancak. Çağımııda romanın kurtulu
şunu toplumsal gelişimden soyutlayarak, tek tek birey
lerin çabalarına bağlamak biraz saflık olur.
Kuşkusuz. bireyin toplum karşısındaki açmazlarını
irdeleyen yenilikçi edebiyat ile, bir çıkmaz içinde buıu ..
nan geleneksel edebiyatın bugünkü durumlarını yalnız
ca endüstri toplumu ve ardarda gelen dünya savaşlan
ile açıklamak mümkün değildir. Bu, madalyonun bir yü
zünün bize gösterildiği kadarıdır.
öte yandan. 20. yüzyılın başlarında, romanın var
lığını sürdürmesinin bir nedeni de, henüz 19. yüzyılın
dev romancılarından bazılarının, örneğin Tolstoy, Zola,
Gorki, Anatole F'"rance gibi yazarların yaşıyor olmasıdır.
Toplumdaki okuma alışkanlığının henüz yitmemiş ol
ması da önemlidir. Ancak, 19. yüzyı l yazarlarından ba
zılarının 20. yüzyıla kadar uzanmaları, romanın bu ne-
96
denle de yaşamını hala sürdürebildiği, fazlaca ciddi bir
yaklaşım olamaz. Çünkü bu görüşü kabul etmekle, 20.
yüzyılda büyük romancıların yetişmediği gibi bir dün
şünceyi kabul etmek aynı şeydir. 19. yüzyıldaki gibi ro
manın yeniden bir doruğa doğru tırmanışa geçeceg-ini
ummak, en azından 20. yüzyılda romancı yetişmemiştir
türünde bir yaklaşımdan daha insancıldır. Batıda ro
mana yeniden bir dönüşlin gündemde olduğu, roman
üzerine yapılan yoğun tartışmalardan ve yayınlardan
izlenebilir. Ama bu dönüşü, romanı ölümden kurtaran
yazarların çabası olarak görmenin olanağı yoktur. Çün
kü roman, yazanndan çok çağının gerçeklerini ele ver
di�! ölçüde varlı�ını sürdürebilir. Ama eğer, roman gibi
anıatı sanatlan yerine bunu kitlelere ulaştırmanın baş
ka yollan gelişmekte ise, bu görsel sanat kollarının an
lah sanatından elini çekip, bağımsız olmalarına kadar,
roman yok olmak tehlikPsi ile karşı karşıya kalacaktır.
Ya da roman, kendi anlatım tekniğini ve biçimini değiş
tirerek yeniden, ama başka bir kılıf içinde ortaya çıka
caktır. �tnemanın ilk yıllarından yakın zamana kadar
konusunu bütünüyle yazılı yapıtlardan alması, bu yapıt
lardaki ayrıntıları ve betimlemeleri silip, bunlara oyun
cunun hareketliliği ile yeni boyutlar vermesi, anıatı sa
natının kendisine yeni bir yol çizmesi gerektiği düşün
cesini güçlendirmektedir.
Hızla gelişen kitle iletişim araçlan karşısında hiç
bir sanat kolu roman kadar aciz duruma düşmemiştir.
Çünkü roman, yapısı gereği biçimsel de�işikliğe en ka
palı sanat türüdür. Hatta şiir ve öykü bile roman kadar
değer yitirmemiştir. Romanın bütünlüğünde önemli ye
ri olan içerik -ve aynı zamanda yazarın dünya görü
şü- istendiğinde görüntü sanatı ile birleştirilerek, okur
yerini alan izleyiciye aktarılabilmekte, böylelikle sözge
limi Anna Karenina'yr merak Nien sıradan bir okur,
97
sayfalarca süren betimlemeleri bir iki dakika içinde
karşısında bulabilmektedir. Bu da okurun zaman kaybı
olarak nitelediği süreyi ortadan kaldırmaktadır. Kuşku
suz, bu varsayımlar sıradan okur için türetilebilir, ama
sanat, yapısı gereği seçme özgürlüğüne sahip değildir.
En soyut sanatçı bile örneğin, kendisi için yaptığı ese
rini sergilemekten geri dur:amaz. Yalnızca kendi için
yazdığım savlayan bir yazann günce derterinin baskıya
girmesinin nedeni de budur.
Yine de kitle iletişim araçlannın romanı okurun
gözlerinin önüne sermesi, roman sanatının ölmesi için
geçerli bir neden olamaz. Çünkü, ne denli güçlü kamera
olursa olsun, örneğin Balzac'ın şu satırlannı hiç bir per
deye yansıtmak mümkün değildir : «İhtiyar Matmazel
Michonnesu yorgun gözlerinin üstüne yeşil taftadan ya
pılmış, pirinç; telle çerçeveli pis bir güneşlik takardı; ha
ni onu bu haliyle görse bir merhamet meleğinin bile
dehşet duygusu içine düşebileceği söylenebilir,>/ (1) .
Yaşlı bir matmazele -yorgun gözler de verilebilir
yeşil taftadan, pirinç tel çerçeveli ve pis bir güneşlik ta
kılabilir, ama bir merhamet meleğinin bile dehşete ka
pılacağı bir görüntü, hangi somut koşullarda elde edile
bilecektir?
Ardı ardına gelen bağımsızlık savaşları ve iki bü
yük dünya savaşı, roman sanatına yepyeni bir zemin
hazırlamıştır. Bu zemin üzerinde roman iki ana çıkıntı
yapmıştır : Bunalım edebiyatı ve savaş edebiyatı. Acılı
bir kuşak olan yirminci yüzyılın ilk yazarları, acılarını
savaşa lanetler yağdırarak, ya da bütünüyle kendilerini
bu dünyadan soyutlayarak yansıtmışlardır.
Bunalım edebiyatı, savaş edebiyatma oranla daha
98
fazla ilgi toplamıştır. Bunun nedenini de, savaş edebi
yatı yapan yazarların, savaş dönemini yaşayan okurla
ra sesleniyor olmasında aramak gerekir. Bir dünya sa
vaşının henüz yaraları iyileşmemişken, savaşın kötülük
leri üzerine henüz yeterince yazılmamışken, ikinci bir
dünya savaşının çıkması, insanlığın haklı bir umutsuz
luğa düşmesine neden olmuştur. Böylece de, insanlığın
kendi kaderini kendisi çizınediği ve yaşam ile ölüm ara
sındaki ince bağlantının başkalarınca hoyratça koparıl
dığı düşüncesi, sözgelimi, varoluşçuluk edebiyatının
varolan tohumlarına can vermiştir. Kuşkusuz, çok sınır
lı bir evren içersinde insanın kendi kendini kurtarma
sı ideolojisini barındıran bunalım edebiyatı, roman sa
natını kendini yineleyen bir sanat haline sokmuştur.
öte yandan da, savaşın her türlü korkunçluğu binlerce
yazar tarafından gözler önüne serildiği halde, savaşların
giderek artması, . ya da en azından hızından hiç bir şey
yitlrmemesi, bir anlamda insanıann birbirlerine aman
sızca düşman edilmesinin sürdürülmesi, geleneksel ede
biyatın da tıkanıp kalmasına neden olmuştur.
Yirminci yüzyıl Avrupa edebiyatında görülen bu kı
sırlığın bir başka önemli nedeni de, yirminci yüzyılın
vaadlerini gerçekleştirememesidir. Bu süreç, aslında en
düstri çağının başlamasıyla hızlanmış ve sınırsız bir
gelişmenin insana sağlayacağı her türlü olanaklara ula
şabilme vaadi ile pekişmiştir. Tekniğin baş döndürücü
hızı, insanların teknik aracılığı ile herşeyi kavrayabile
cekleri ve en yüksek gönence ulaşabilecekleri sanısım
uyandırmış, böylellkle de insan, tekniğin gelişmesi için
de kendi çabalarını oldukça önemli oranda yitirmiştir.
Çünkü, gelişen teknik aynı zamanda yeni bir dünya kur
ma yolunda insanların en son ve en büyük umudu ol
muştur.
Roman açısından ise bu yüzyılda, sanat ve düşünce
özgürlüğüyle sınıflar üstü bir edebiyatın geliştirilmesi
99
olasıllg-ı düşünülmüştür. Bu, aynı zamanda apolitik bir
sanatın savunuculuğudur. İnsanın kendi yaşamının efen
disi olduğu inancı, feodal düzenin yıkılmasıyla gelişirken,
herkesin her istediğini yapma özgürlüğü de onunla bir
likte gelişmiş ve bu da yirminci yüzyılın edebiyatına,
konumuz gereği de romanına, bütün ağırlığıyla yansı
mıştır. özgürlük en önemli kavram haline gelmiş ve ge
lişen teknolojinin her insana ayrı ayrı tüm özgürlükle
rini sağlayacağı inancı, bazı ileriyi görebilen aydınlar dı
şında tüm insanlığın ortak düşüncesi durumuna gelmiş
tir. Bu düşünceler romanın gelişmesini engelleyici et
kenler olmuştur. Çünkü, bu düşüncenin yazıda uygula
maya geçilmesi, pek çok yazarın bu dünyadan uzaklaş
masına, yapıtıarını yirminci yüzyılın soyut vaadleri üze
rinde temellendirmesine neden olmuştur. Böylece de,
birey üzerine daha çok eğilen yazarlar çoğalmış ve hat
ta bireyin toplumu düşünmekten sürekli geri bırakıldı
ğı öne sürülerek, bütünüyle bireyi irdeleyen ve toplum
karşısında sanki başka bir varlıkmış gibi, sanki mut
suzluğunun nedeni salt toplummuş gibi, onu toplumdan
korumaya veya ayrı gözetmeye çalışan romanlar yazıl
mıştır.
Böyle bir özgürlük umudu içinde insanlığın teknik
olanaklar dışında yeni bir şeyler öğrenmeye yönelik ça
bası, kuşkusuz, anlamsız gelmektedir. Nasılsa tüm insan
lığın bir gün özgürlüğe kavuşacağına ve bu özgürlük
içinde tekniğin yarattığı tüm olanaklardan yararlanaca
ğına inanan insanoğlu, zaman yitirme olarak nitelediği
bilgi aktarımını başka yollarla da olsa eninde sonunda
kazanabiieceği umudundadır artık.
Gerçekte, bu düşüncede biraz da haklı nedenler ara
mak gerekir. Her şeyden önce bir eğlence, zaman öldür
me ve bu arada birşeyler öğrenme amacı ile doğan ro
man, ilk örnekleri ve daha sonra gelişen benzer örnek-
leri ile sanatsal niteliğinden çok aniatı ve öğreti niteli.·
ği ile önem kazanmış ve insanlığı bu özellikleri ile ken
disine bağlayabilmiştir. Sinema ve televizyon gibi; bilgi,
eğlence, öğreti konularını anlatıya göre çok daha kısa
zamanda ve daha etkili olarak sunabilen teknolojik ola
naklarla birlikte roman, yavaş yavaş önemini yitirecek,
bu olanakların olmadığı yerlerde, sözgelimi yolculuk·
larda veya görsel kitle iletişim araçlarıyla yansıtılması
mümkün olmayan olayların anlatımında kullanılmaya
başlanacaktır.
Ancak, roman bir sanat türü olarak varlığını koru·
ma çabası içinde sürekli olagelmiştir. Bu varlığını koru
ma çabası da, daha çok kendini biçim arama çabası
içinde yoğunlaştırmıştır. Bunun temel nedeni, baştan
beri sürekli vurgulamaya çalıştığımız, romanın herhangi
bir olguyu olduğu gibi yansıtmak olmadığı, varlığını ise
ancak biçimsel değişikliklerle sürdürebileceği düşüncesi
dir. Bilindiği gibi, romanın biçimsel değişikliği ise, an
cak dil üzerinde yapılan oynamalarla sağlanabilmekte
dir ve bu da biçim üzerine yapılan çalışmaları oldukça
kısıtlamaktadır.
Roman dili üzerine ise, geleneksel romancılarla ye
nilikçi romancılar arasında kıyasıya bir sürtüşme söz
konusudur. Ancak, şunu unutmamak gerek ki, bir ro
mancının anlatım dili romanından önce gelen ve salt
yazara ait bir özelliktir. Çünkü, romancı dil ustası ol
mak zorundadır. Bir yazar ancak dil ustalığına ulaştık
tan sonra romancı olabilir. Bu ustalığa erişmemiş bir
roman yazarı dili yetkin kullanamamasından dolayı
eleştirilebilir, ama dili sanatsal bir gereklilik olarak us
taca kullanan bir yazar da, salt dil ustalığı nedeniyle
göklere çıkarılamaz.
Ancak, burada hemen şunu belirtmek gerekir ki, bir
yazarın anlatım dili ile üslubu birbirinden ayrı iki kav
ramdır. 'Oslup, daha çok ayrıntı seçimiyle Hintili bir ko-
101
nu olmakla birlikte, romanın bütünü içinde delaylı do
laysız tüm ilişkileri içine alır. Yani, başka bir deyişle
üslup, romanın anlatım dilini, bakış açısını, ayrıntı se
çimini; kısacası yazarlll dünyayı kavrayışındaki yön
temin tümünü kapsayan daha büyük bir alandır.
Dil ise romanın kullanım aracıdır. Her sanat kolu
nun içinde barındırdığı, var olması gereken teknik özel
likleri gibi, romanın da var olması gereken teknik özel
liklerinden en önemlisi dil ustalığıdır. Nasıl ki bir res
sam renkleri ve bu renklerin birbiri ile uyumunu iyi
bilmek zorunda ise, roman yazarı da dilini iyi kullan
mak zorundadır. O, kelimeleri birbirine ustaca ekleye
rek, yaşamı şu veya bu biçimde yansıtacak bir olguyu
sürekli kılan bir yazın mimarıdır. Ve işte bu andan son
ra ortaya çıkan yapıtın sanatsal değeri, dünyayı kavra�
yışı, içerik ve biçim bütünlüğü, bireyselliği veya toplum
sanığı ve benzeri özellikleri roman sanatı içinde değer
lendirilebilir. Yine bu andan sonra, yani anlatıcı bir dil
ustası olarak dünyayı kavrayışını ele verdikten sonra; is
ter nihilistçe yazsın, ister bireyci yazsın, isterse toplum
cu yazsın, bir roman olarak ele alınmak ve titizlikle hak
ettiği yere oturtulmak zorundadır. Arzu ettiği biçimde
yazılmış romanlar bulamayan ve bu arzuları üzerine de
hiç bir ip ucu vermeyen eleştirmenlerin roman üzerine
yaklaşımları genellikle doğrudan romanın dili üzerinde
yoğunlaşır. Oysa eleştirmen daha önce belirlediğimiz gi�
bi, neyin ne olduğunu göstermekle ve yakın bulduğu
dünya görüşünü desteklemekle yükümlüdür. Eleştiride
öfke olmamalıdır. Taraflılığın en somut biçimde sergi
lendiği gerçek bir eleştiri yazısında bile öfkenin yerini
bir küçümseme, ama yazarının kişiliğini veya roman tip
lerini hedef alan bir küçümseme değil, doğrudan doğ
ruya yazarın dünya görüşünü hedef alan bir küçümse
me almıştır. Bu açıdan bakıldığında, dil ustalığına ulaş
mış bir romancı hangi yoldan olursa olsun okurunu et-
102
kileyecektir ve kaba eleştirinin yöneıtec�i her türlü
basmakalıp saldırı; yalnızca dil ustalığı ile sağladığı et
kinliğini, dünya görüşü ile pekiştirecek ve yazarım kimi
zaman haksız bir başarının eşiğine getirecektir. Çünkü,
çoğu zaman ustalıkla kı... ııanılmış bir dil, yazarın ideolo
jisini başarılı bir biçimde gizleyerek, romanının çok da
ha farklı düzeylerde aniaşılmasına neden olabilir.
Ama, bir romanın iyiliği ve kötülüğü en ustaca bi
çimsel ögelerle örtölmeye de çalışılsa eninde sonunda or
taya çıkacağından bu fazlaca önemli sayılmayabilir.
Çünkü, bir romanın iyiliği veya kötülüğü dilindeki us
talıkla ilintisiz bir yargıdır ve tıpkı bir mimari yapının
temel i gibi varolması gerekli bir özelliktir. önemli olan
ise, yapının hangi amaçla inşa edildiği ve Goethe'nin
de belirttiği gibi yapısındaki malzemenin niteliğidir.
Dll, gerek somut, gerekse soyut tüm duygu ve düşün
celerin aktarılmasında en yaygın kullanım aracı oldu
ğundan, yazılı sanatın en etkin ögesidir. Ancak, dil bir
sanat aracı olarak kullanıldığında sayısız imgelerle yük
lenebilme olanağı olduğu için, gerçeklikle çoğu zaman
çelişkiye düşebilir veya düşmüş görünebilir. Bu çelişki
belki o anda çözümlenemeyen bir çelişki de olabilir, ama
�ilin durağanlığı, yani bir fotoğraf gibi olayları durdur
ması, onun giderek kavramlaşmasına neden olacak ve
bir sanat olarak kullanılan dil, konuşma dilinden kendi
liğinden ayrılacaktır. Bu gelişme insanlık yaşı kadar
eskidir ve insanlık kadar da yaşayacaktır. Konuşm a di
linden veya basit bir anıatı dilinden farklı olarak ortaya
çıkan ve sanatsal içerik taşıyan böyle bir dil, tüm yazı
lı sanatlarda kullanılmak zorundadır. Bu nedenle, bir
roman yazarı dil ustası olarak eleştirildiğinde, eleştir
menini onarılınası olanaksız yaniışiara götürmeye ge
bedir.
Satranç oynayanlar bilirler; kuralları öğrenip de
satranç oynamaya hazır duruma geldiğinde kişi, satranç
103
hakkında hiç bir şey bilmiyor demektir. Çünkü satranç
o andan sonra başlıyordur. Roman da böyledir, bir ro�
man yazarının dilini iyi kullanmasından sonradır ki
ancak, o roman üzerinde «roman» tartışması yapılabilir.
Romanın yalnızca bir dil sanatı olduğu görüşü de
20. yüzyılda ağırlık kazanmış bir görüştür. Böylelikle
romanda konu iyice daralmış ve örneğin Virginia Woolf'�
un «Mrs. Dolloway» inde olduğu gibi bir günün sabahı
ile akşam saatleri arasında sıkıştırılmış ya da James
Joyce'un «Ulysses» inde olduğu gibi bir günün yaklaşık
yirmi saatlik bölümünde roman aktarılmıştır. özellikle
Joyce'un <<F'innegans Wake» romanı, romanın yalnızca
bir dil sanatı olarak kabul edilmesini öneren örnek bir
yapıttır. Bu romanın ilginç olan yönü : Okur romanın
neresinden başlarsa başlasın sonunda yine aynı yere dön·
mektedir. Romanda başlangıç veya son diye birşey yok
tur.
ınsan bilincinin önem kazanması ve Freud'un da et
kisiyle gelişen bilinç akışı tekniği, roman yazarının ger
çekleri yakalaması için zihinde belirlenen imgeleri ar
dı ardına ve sırasını bozmadan yazması gerektiğini öğüt
lemektedir.
Kuşkusuz, gelişen teknoloji ile birlikte roman sanatı
da değişiklikler geçirmek zorundaydı ve bunu yirminci
yüzyılın başından bu yana büyük bir çabayla sürdürmek
tedir de. Ancak bu gelişme çok yavaş olmaktadır. Bir
yandan bu değişikliği salt biçim kaygısı ile yürütmek
ve roman sanatını toplum karşısında bireylerin uyum
suzlukları biçimde işlernek şeklinde yürüten yenilikçi
akım ile, ondokuzuncu yüzyıl geleneklerinden bir türlü
kopamayan ve eleştirel gerçekliğin, kapitalizmin insan
dışılığı temasına karşı, kitlelerin baş kaldırışını dile ge
tiren yapıtlannı aşamayan gerçekçi kesim arasında ro
man yeni bir çıkış yoluna do�ru ilerlemektedir.
104
X. GERÇEKLiK AÇlSINDAN TANZIMAT
DöNEMt ROMANLARINA GENEL BtR
BAKlŞ
105
giriştikleri özverili çabadan çok farklı düzeyde gelişir.
Anıınsanacağı üzere, kitabın önceki bölümlerinde ilk r�
mancıların, nesnel gerçekliğe bağlılıkla roman sanatını
aynı düzlemde gördüklerinden sözetmiştik. Ama bu ro
mancılar, kendilerinden önce örneği verilmemiş bir sa
nat türünü yaratma çabası içinde, nesnel gerçekliğe zo
runlu bir bağımlılık içindeydiler. öte yandan, yine bu
romancılar kendilerinden sonra yazılacak tüm roman
larda bile, nesnel gerçekliğe ne kadar yaklaşılmış olu
nursa olunsun, onun ele geçirilemeyeceğinin farkında
değildiler.
Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğine kadar sürecek
olan gerçeğe bilinçsizce bağlılığın nedenleri üzerinde da
ha önceki bölümlerde durmuştuk. Ancak, burada şunu
da ekieyebiliriz : tık romancılar için kendi bilinçlerinin
dışında bir gerçekliğin varlığı kabul edilmekle birlikte,
yine de gözleriyle görmedikleri veya duygu organlarıyla
algılayamadıkları mistik bir gerçekliğin varolduğu inan
cını da korumaktadırlar. Bu inanç, onların romanı görü
nen gerçeklikten ayrı bir anlatım biçiminde aktaı:maları
nı engellemektedir. Kimbilir, belki de böylelikle bilin
meyen bi r gücün -ilk akla geldiğ i biçimiyle tanrının
işine karışmadıklarını düşünmektedirler.
Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise,
bilimdeki bulgular sonucu, yalnızca duygu organlanyla
algılanabilen nesnelerin gerçek olduğu, bunun dışındaki
lerin ise gerçek olmadığı inancı egemen olmuştur. Böy
lelikle de bu dönem gerçekçi yazarı, roman yazmakla
yalnızca olayları yansıtmayı amaçlamaktadır. Çünkü
ona göre, yaşamın gerçekliğine ancak bu gerçekliğin bi
linebileceği tek yoldan, bilimsel yoldan varılabileceği
inancı, çağlarının bilimsel gelişmesine koşut olarak baş
ka bir seçenek bırakmarnaktadır. öte yandan ise, Dos
toyevsk i ile başlayan yeni bir roman geleneği kendisine
108
zemin hazırlamaktadır. Artık romancı, gerçek olarak algı
ladı�ı tüm varlıkların de�erini kabul etmekte ve onu ye
niden yaratmak üzere hareket etmektedir. Bu benimseyiş
yalnızca sanatsal içerik taşıyan romanlarda de�il, tarih
sel romanlardan polis romanlarına, günce romanlar
dan aşk romanıarına kadar tüm romanlar için geçerli
dir. Yazar, otobiyografik bir roman bile yazsa, yeniden
yarattı�ı «ben»inde, yaratırken ki «bem>inin izleri olaca
�ını bilmekte ve ona göre hareket etmektedir.
Osmanlı toplumuna roman sanatı girdi�inde, kuşku
suz, batılı ilk romancıların kaygılarından çok farklı bir
kitle tarafından karşılanmak durumundaydı. Çünkü,
her şeyden önce batılı romancılar, ilk kargaşalı dönem
lerini anlattıktan sonradır ki, ortaya koydukları yetkin
örnekler bu dönem Osmanlı yazarlarınca ele alınmış
tır. Sözgelimi, Ahmet Vefik Paşa, Moliere'den 16 oyunu,
gerek çeviri gerekse uyarlama yoluyla Osmanlı yazarıa
rına kazandırmıştır. Ondokuzuncu yüzyıl batıda eleştirel
gerçekçilik döneminin doruklarını yaşarken, aynı za
manda tüm Avrupa ülkelerini derinden etkilemektedir
de. Burjuvazinin yine burjuvazi tarafından eleştirilme
si, tatlı bir oyun olarak başlatılan ve desteklenen roman
i!
potansiyelinin, sahibini yemesi olarak suy züne çıkmak
tadır. Artık romanın, olayların kurgusu biçimindeki ilk
örnekler i yerini, toplumsal kargaşanın sözcüsü olan eleş
tirel gerçekçi örneklerine bırakmıştır. Tüm bu de�işikli
�ine karşın yine de roman, e�lendirici ve ilgi çekici özel
li�ini korumayı sürdürmektedir. Bt: özelliği de, bir sanat
olarak algılanmasının ötesinde, bir aktarım ve anlatım
aracı olarak algılanmasının ön plana çıkmasına neden
olmaktadır. Bu bakış açısı altında bakıldı�ında ilk Türk
romanı olarak anılan «Taaşşuk-i Ta.la.t ve Fitnat» roma
nının, Victor Hugo'nun romantizmi ile Daniel Defoe'
nin nesnel gerçekçili�i ba�lılı�ında, alaturka bileşkesiyle
sonuçlanmasına neden olmuştur.
107
Şemşettin Sami, yalnızca «roman» yazmak üzere
yola çıktığından, doğal olarak da konu üzerinde yoğun
laşmış ve etkili bir son kullanarak da romanını bitir
miştir. Basit olarak ele alındığında roman, günümüzün
ucuz filmleri gibi, sonu ile yakın Hintili bir etkileme
özelliğini her zaman korumuştur. «Trajik sözcüğü, diye
yazıyor Moissej Kagan, genellikle, bir kimsenin yokolup
gidişini ya da bir kimsenin acı çekişini bizde çağrıştırır.
Bunun nedeni, üzüntü sıkıntı, bir başka deyişle, ölüm ya
da acı karşısında bizlere coşkusal tepkilere yakın duygu
lar uyandıran bir olayı bizim trajik olarak görmemiz
den gelir.» (1)
Traj ik olanın akıldan çıkması, günlük yaşamla ilgili
bir konudur. örneğin küçük bir gazete haberi, ya da sı
radan bir cinayet haberi, ortalama okuru, sözgelimi Şili,
ya da Filistin soykırımından daha çok etkiler. Bunun
nedenini olayların -kitlesel ve siyasal- büyüklüğü ve
ya küçüklüğü ile ölçmek yerine, doğrudan karşısına al
dığı bireyin günlük yaşamı ile ilişkilendirmek gerekir.
Çünkü, insanda doğuştan varolan acıma güdüsü, ilkel
konumunu aşamadığı sürece kendini savunma içgüdü
süyle birlikte gelişecektir. Yani, bir cinayet haberi karşı
sında neredeyse gözleri dolan kişinin, kitle katliamları
na karşı duyarsız kalması doğrudan doğruya öz savunu
suyla, bir başka deyişle bireyselliği ile ilintilidir. Rastla
dığı her trajik olay, kendisi ile karşılaştırma olanağı ya
ratacak, böylelikle de haline «şükür» edebilecektir.
Ortalama insanın en yakın olduğu «trajik» olay, özü
açık seçik olan ve kolayca anlayabileceği duygu ve düşün
celeri dile getirmesini sağlayacak olaydır. Bu nedenle de
duygularını doğrudan hareketlendirecek ve kendisi ile
109
ken geniş ve değişik alanı tekrar tekrar yaratır.» (2)
Lukacs'ın da belirttiği gibi, 19. yüzyılın eleştirel ger·
çekçi yazarlan kahramanlarını sıradan insani ilişkiler
sonucunda ve birden bire ortaya çıkan bir trajedi içine
sokmazlar. Onların trajedisi, kahramanıarına yükledik·
leri; sözgelimi, «Emma Bovary» deki tutkular, «Yevgeniy
Onegin» deki ben · merkezcilik veya «BazaroV>> daki
nihilizmin yarattığı sonuçların, tüm roman boyunca
özenle yerleştirilmesinden sonraki müthiş patlamadır.
«Felaketin kendisi çoğunlukla anidir, fakat bu anilik
ancak görünüştedir, çünkü felaketin parlak bir şekilde
aydınlattığı özellikler, daha küçük bir şiddette de olsa,
uzun süredir gözlemleyebildiğimiz özelliklerdir.» (3)
Namık Kemal, «tntibah» romanındaki Ali Bey tiple
mesiyle, zayıf bir kişiliğin «trajik» sonunu ustaca hazır
lamış olmasına rağmen, DilaşO.b'un yanlışlıkla da olsa
öldürülmesi, Mehpeyker'in Ali Bey tarafından bıçaklan
ması, ardından kendisinin de ölmesi ile roman bir anda
bir gazete haberi çerçevesine iniverlr.
Bütün bu acılı sonların :ı;ıedeni - NabizAde Nazım'ın
«Zehra» romanında da benzer bir acıktı son ve ölümler
vardır- ölümün tek trajik sonuç olarak görülmesidir.
Romanın, şiir gibi örneğin, duyguların direkt aktarımı
olmadığının bilincine varamayan ilk romancılar; ya ger
çek yaşamdan aldıkları olaylan aslına yakın biçimde
yeniden kurgulamaktaydılar, ya da, sözgelimi Ahmet
Mithat'da olduğu gibi batılı özentisi, zengin Felatun
Bey'in mutsuzluğu ve yoksulluk içinde büyüyen Rakım
Efendi'nin mutluluğu biçiminde, yani siyah ve beyaz zıt
lığını kullanarak, yalnızca olaylara dayalı bir düş evre-
110
ni kunııaktaydılar. Gerek Felatun Bey tiplemesinde,
gerekse Recaizade Mahmut Ekrem'in «Araba SevdasD>
romanındaki Bihruz Bey tiplemesinde batılılaşma özen
Usinin köklü bir eleştirisi yoktur. Her iki tip de, daha
çok insani ilişkilerinin kurbanı olarak birer «NehlyudoV>>
turlar.
Ama, romanın böylesine ilkel adımlarla yola çıkma
sının tek nedenini, geleneksel edebiyatın bir kenara atıl
ması ve batıda do�an bir tür olan romanın, Türk edebi
yatma dışarıdan sokulması ile açıklamak güçtür. Çün
kü, eğer roman batıda tarihsel gelişimini gösterernemiş
olsaydı, şu veya bu biçimde dünyanın herhangi bir ye
rinde kendiliğinden ortaya çıkacaktı. Romanı belirle
yen Avrupa kültürü değildir. Ama, bireyin toplum karşı
sındaki konumunu irdeleyen ve anlatıcı ile okur arasın
da dolaylı ve dolaysız her türlü ilişkiyi banndıran roma
nın gelişmesinde Avrupa'nın tarihsel ve siyasal koşulları
önemli rol oynamıştır.
Türk romanının başarısızlığı ileri sürülürken, bunu
romanın batıdan gelen bir tür olmasıyla ba�daştırmak,
sinema sanatının geleneksel sanatımız içinde va r oldu
ğunu kabul etmek demektir. Ya da, ilk fotoğraf makina
sını bir Türk bilim adamı bulduğu için, fotoğraf sanatın
da başarılı yapıtlar verdiğimizi savunmak gerekir.
O halde, neden yalnızca roman için, «batıdan geldi
ği için, kültürümüze yabancı olduğu için,» başarısız bir
sanat olduğu görüşü yaygındır? Romanın iilkemizde,
özellikle de yinıı inci yüzyılın ortalarına kadar başarılı
bir gelişim izlemediği ileri sürülebilir, ama bunun nede
nini, romanın bir «transfer» sanat olduğuna bağlamak
yerine, romanın iç dinamiğinde ve roman yazarlanmı
Zin dünya görüşlerinde aramak, görüş açısını değiştire
cektir. Romanın «transfer» inden doğan başarısızlığını
kabul etmek, Kolombiya'lı Marquez'in veya Guatamela'-
lll
lı Asturias'ın başarılarını açıklamayı güçleştirir.
Gerçekte, genel olarak roman sanatı üzerine değer
lendirme yapılırken, eleştirmenler herhang i bir romanı
alıp, tarih içersinde bir yere oturtma eğilimindedirler.
Böyle bir incelemede, romanın çevresindeki olay örgü
leri ve tarihselliği değerlendirilirken, romanın özgün
dinamiği ve yazarının dünyayı kavrayış yöntemi gözar
dı edilir. Tüm sanatlar için geçerli olan kurallar, o dö
nem içinde roman için de geçerlidir. Böyle olunca da, ör
neğin şiirde, oldukça etkili olan tarihsel veya sınıfsal
bir olayın, roman üzerinde yarattığı etkinin zayıflığı
hissedildiğ i andan itibaren de, roman için kesin yargı
lar verilme yoluna gidilir ve bu yargılar da genellikle
olumsuzdur.
Bu anlayış, kimi zaman doğru bir eleştiri anlayışı
dır, ama unututmaması gereken önemli nokta, romanın
da bir iç dinamiği, esneklik gösteremediği bazı yapısal
özellikleri olduğudur. Yani, romanın içinden tarihe bak
mak da uygulanabilir bir yöntem olarak bir kenarda
durmalıdır. Şiirin, denemenin ve hatta öykünün göstere
bildiği duyarlılığı, romanın aynı çabuklukla gösterebil·
mesi, herşeyden önce teknik olarak zordur. Ama yazar,
aynı duyarlılığa ulaşmak amacıyla roman yazmaya baş
larsa, «trajik» bir son ile baştan pazarlığa girmiş demek
tir. Çünkü, basit anlamda ele alındığında, romanın en
etkileyici bölümü, yani duygusal açıdan doruk noktası,
genellikle son yapraklandır.
Romanın batıdan örnek alındığı düşüncesiyle kötü
örnekleri verildiği biçiminde bir yaklaşım, ancak şu açı
dan doğru olabilir : Roman yazarı, doğrudan uyarlama
yoluyla romanı aktarmaya yöneldiyse, o zaman ortaya
çıkacak olan yapıtı dolayısıyla bir öykünme olacaktır
ve doğal olarak da kendi toplumuna yabancı kalacak
tır. Yazar, romanının yabancılığını önleyebilmek için
112
de kendisinden bir şeyler katmak zorunluluğunu duya
caktır. Bunu ise, ancak günlük yaşamın «trajik» olayla
rından yararıanınakla sağlayabilecektir. Bu da, «ölüm»
olgusu ile sağlanabilir ancak.
Moissej Kagan, ölümün genellikle neden trajik bir
şey olarak görüldüğünü şöyle yanıtlıyor : «Ölüm, insa
nın karşı koymaya çalıştığı, ama ister istemez karşısın
da yenik düştüğü temel doğa güçlerinden biridir. Blf
rada, trajik-olan'ın, salt biyolojik değil, estetiksel bir
doğası olduğu açıkça görülmektedir. Çernişevski'nin,
Feuerbach'cı antropolojik maddeciliğinin etkisi altında
kalarak düşündüğü gibi, sırf biyolojik olarak yaşamı sı
nırlandırmasından ötürü trajik bir karakter taşımaz
ölüm. Ancak yaşam insan idealinin odak noktasında
yer almışsa, ölüm trajiktir; bunu açık seçik anlayabil
mek için, ölüme dinsel ve estetiksel olarak nasıl· yer
verildiğini karşılaştırmak yetecektir.» (4)
*
öte yandan, aniatı sanatı Türk edebiyatında olduk-
ça eski bir gelenek olmasına rağmen, romanda batıya
öykünıneye gidilmesinin bir başka önemli nedeni de, 19.
yüzyıl batı romancılığının doruk noktasında olmasıdır.
Eğer, Tanzimat ile birlikte batıya yaklaşma çabaları
içinde, batı romanından çevirilerle ve uyarlamalarla ro
man Türk edebiyatma girmemiş olsaydı, belki de kendi
kendine gelişecek olan geleneksel edebiyat içinde özgün
örnekler vermesi mümkün olabilecekti.
islamlığın kabul edilmesi ile birlikte Türk edeblya
tına, Arap-tran estetiğiyle birlikte, bu ülkelerin işledik
leri yazın türleri, nazım biçimleri ve aruz veznl girmeye
başlamıştır. Aslında bu dönemde yazılan yapıtıarda da
ha çok açıklayıcı bir çaba egemendir.
113
Onbeşinci yüzyıla gelindiğinde Çağatay lehçesi ve
divan düzyazı örneklerine rastlanır. Bu arada, Çağatay
lehçesi ile birlikte Türkiye lehçesinin de gelişmesi, Os
manlı İmparatorluğu'nun merkezi olan Anadolu'nun gö
rülmesi olarak açıklanabilir. Bu yüzyılda düzyazı alanın
da, halk için yazılan yapıtlarda açık ve doğal olma önem
li özelliktir. Mercimek Ahmet'in Kabus - name çevirisi ile
ve Anadolu Türkleri arasında tasavvufu yaymak, halka
dervişlik yol ve törelerini öğretmek amacıyla ele aldığı
Garibname ile Aşıkpaşaza.de, önemli düzyazı örnekleri
vermişlerdir.
Onaltıncı yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'nun par
lak devrine rastladığından, edebiyatta da parlak bir dö
nem yaşanmıştır. Türkiye lehçesi bu dönemde, geçen
yüzyıllara oranla daha fazla kullanılan yazı dili olmuş
tur. Çağatay-Türk düzyazısının en güzel örneklerinden
biri olan Vekayi, bu dönemde Babür Şah tarafından ya
zılmıştır.
Onyedinci yüzyılda Türk edebiyatı, daha çok özgün
leşmeyle gelişimini sürdürür. Bu yüzyılın en belirleyici
düz yazı örneği, Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sidir. Bu
yüzyılın önemli yazarlanndan bir diğeri de Tarih alanın
da yapıtlar vermiş Peçevi'dir.
Onsekizinci yüzyılda divan düzyazısı alanında ve ta
rih türünde Naima, Salahtar, Suphi gibi yazarlar önemli
örnekler vermişlerdir. Seyahatnamenin önemli bir yazı
türü olduğu bu yüzyılda Yirmisekiz Çelebi Mehmet, Dür
ri, Resmi Ahmet akla gelen yazarlardır.
Türk edebiyatı, İslamiyetten sonra girdiği bu yeni
dinin toplayıcı gücü altında, her toplum gibi, bazı özve
rilerde bulunmuştur. Bu yeni dinin getirdiği ilkelere gö
re düşünce sistemleri geliştirmiş ve bunları benimsemiş
tır. Bu da yenı bir edebiyatın doğmasına neden olmuş
tur. Doğu düşüncesinin anlatımı olan ve özellikle de Fars
1 14
edebiyatının etkisi altında gelişen bu edebiyatın başlıca
özelliği kuralcı olması, ortak kavramiann dar çerçevesi
içinde sıkışması, genel duyguları açıklayıcı esneklikten
yoksun bulunması ve yaşamla ilgisinin az olmasıdır. Böy
le olmakla birlikte, yaşamla ne kadar az ilgili olursa
olsun, bu edebiyatın bağlı bulunduğu toplumun yansıla
rını taşıdığı ve bulunduğu dönemin karmaşıklığı ve eği
limlerini içinde barındırdığı kuşkusuzdur. Divan edebi
yatı diye adlandırdığımız bu edebiyatın herhangi bir
ürününe bakıldığında, çağın gelişimini, gerçek ve ger
çek üstü bilgilerinin izlenimlerini, geleneklerini ve boş
inançlarını bir arada görmek mümkündür.
Diğer yandan, divan edebiyatının eri büyük zayıflığı,
bir bütün oluşturacak güç ve genişlikten yoksun olması
dır. Bu değerlendirme yalnızca roman açısından bir de
ğerlendirme olarak alınmalıdır. Çünkü, divan edebiyatı
insan ruhunun binbir çeşit kararsızlıklarını, umutları
nı, mutluluk ve acılarını irdelemek ve açıklamakta ye
tersiz kalabilmektedir. Ayrıca, yalnızca sanat dilinin
güçlü olmasıyla da sorunun bu yönü çözümlenmiş olma
maktadır. Bu bakış, kuşkusuz çok özel bir bakıştır ve
çürütülebilir.
Divan edebiyatının yalnızca Osmanlı azınlığına ve
onun çevresindeki aydınlara seslenınesi ve halka etki
edememesi, halk edebiyatının da gelişmesiyle hiç bir za
man birleşmeyecek bir paralel çizgi oluşmasına ortam
sağlamıştır.
Sonuç olarak; «Türk yazınında bir anlatım yöntemi
olarak gerçekçilik XIX. yüzyılın sonlarında görülür. Da
ha önceki örnekler, öteki ulusların yazınlarında da oldu
ğu gibi, dış gerçekliğin görüldüğü biçimde yansıtılmasın
dan öteye geçmez. Bu yapıtlar için gerçekçi sözcüğünü
sıfat olarak kullanabiliriz yalnızca. Söz konusu olan, ya
şananın, görülenin betimlenmesidir çünkü. örneğin ge-
115
rek destanlarda, gerekse bunların süreği sayabiieceği
miz Dede Korkut öykülerinde ya da sözlü gelenekde do
ğup yazıya geçmiş halk öyküleri benzeri destansı anlatı
larda eski Türk topluluklarının günlük yaşayışlanndan
görüntüler bulmak olasıdır. Giderek bu tür ürünlerden
yola çıkıp göçebe yaşayış biçiminin özellikleri bile sapta
nabilir. Ama bu, o yapıtların gerçekçi kavramıyla nite
lemnesi için yetmez. Homeros'un yapıtlarında da eski
Yunan sitelerinin yaşamını buluruz, ama onları gerçekçi
olarak nitelerneyi düşünmeyiz. Bu nedenle XIX. yüzyıl
öncesi Türk yazınını gerçekçilik açısından değerlendi
rirken gerçekçiliğin bir yöntem olduğunu unutmamak
gerekmektedir.» (5)
Aitıla özkırımlı'nın bu önemli saptaması genel ola
rak doğru olmakla birlikte, içinde şu eksikliği barındır
maktadır : Ondokuzuncu yüzyıldan önceki edebiyatta
gerçekliğin, gözle görüldüğü gibi algılanması olduğu hal
de, roman türünde ondokuzuncu yüzyılda verilen örnek
lerde de gerçeğe bağlılık, yukarıda sözü edilen anlatım
içindedir. Ama özkırımlı, hemen birkaç satır sonra şu
nu da eklemiştir bu öneml i incelemesine : «Gerçekçilik
açısından Türk Yazınını değerlendirirken unututma
ması gereken en önemli nokta ise, gerçekçiliğin temelde
roman türüne özgü bir anlatım yöntemi olduğudur. 'Üs
telik batı toplumlarının kapitalistleşme sürecinde doğup
gelişmiştir. Gerçekçi yönelişterin XIX. yüzyılda görül
mesi bu nedenle rastlantı sayılmaz.» (6)
Avrupa ile ilişkilerin III. Selim zamanında başlama
sıyla, batının etkileri de edebiyat üzerinde kendisini gös
t ermeye başlamıştır. Aslında bu dönem Osmanlı tmpa-
116
ratorlu�unun da çözülmeye başladı�ı ve eski zarerlerle
kendisini oyaladığı bir dönemdir. Bozgunlar birbiri ar
dına gelmekte, ülkede ayaklanmalar olmakta, kısacası
ülkenin her yanında genel bir tutarsızlık ve anarşi hü
küm sürmektedir. Bütün bunlar, siyasi potansiyeli zorla
makta ve bir çöküş dönemini hızlandırmaktadır. Yöne
tim, bu çöküşün farkında olduğu halde hiç bir önlem
almamakta bilinçli olarak direnmektedir. Böyle bir tu
tum da, aydınların giderek gelişen batıya özlemlerini
kamçılamaktadır.
Çünkü, feodalizmi ve bunun insan ilişkilerini yıkan
burjuva demokrat devrimleri İngiltere ve Fransa'da baş
ka başka zamanlarda olmakla birlikte, yapı olarak ben
zer değişmelere, aynı teknik gelişmelere ve bazı değişik
likler gözönünde tutulmakla aynı koşullara dayandığın
dan, Osmanlı toplumu içindeki bazı aydınları da bir
beklenti içine sokmuştur. Ondokuzuncu yüzyılda ticari
burjuvazinin yanında yerini alan sanayi burjuvazisi, As
ya, Afrika ve denizaşırı ülkeleri sömürge olarak paylaş
maya başlamıştır. Bundan sonra kapitalizm, kendi varlı
ğını daha da ileri götürerek emperyalizm aşamasına gir
miştir. Bu dönemde yetişen yazar ve ozanların yapıtla
rında bu değişmeye karşılık bir eleştirel edebiyatın var
lığı göze çarpar. Fransız Devrimi ve ardı ardına gelen
savaşlar Avrupa'da ondokuzuncu yüzyılın başlarından
bu yana insanlığa yeni bir içerik aşılamıştır. Edebiyat
da bundan payını alacaktır.
Ondokuzuncu yüzyıl batıda eleştirel gerçekçilik döne
mini başlatırken, onaltıncı yüzyıla kadar ticaret burju
vazisinin desteği ile Akdeniz kıyılarına, Asya'ya, Afrika'
ya yayılan Osmanlı İmparatorluğu, onyedinci yüzyılda
duraklamış, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda Av
rupa'daki teknolojik hareketlenmelerinden sonra da bir
yıkılış dönemine girmiştir. Osmanlı imparatorluğu, Av-
117
nıpa ülkelerinin geçirdiği bu temel değişiklikler karşı
sında ha.la. feodal düzen içinde yaşamını sürdüren bir
devlet durumundadır. Ama gittikçe gelişen teknolojinin
karşısına, inatla koruduğu ağalık düzeni ile karşı koya
bilmesinin olanağı yoktur. El emeği gücüyle ortaya koy
duğu ürünlerin, makinalarla yapılan ürünlere karşılık
vermesinin olanaksızlığı sonucunda, Osmanlı ımparator
luğu ne iç, ne de dış pazarın gereksinimine karşılık vere
meyecek duruma düşmüştür. Gümrük vergilerinin kal
dırılması sonucu, Avrupa için yeni bir pazar olan Os
manlı ımparatorluğunun üretim kapasitesi giderek düş
ıneye ve sonunda bütünüyle yok olmaya başlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, tarihin belirli bir döne
minde doğmuş, ticaret burjuvazisi döneminde ardarda
gelen yayılma politikasıyla gelişmiş, ama tarihin bir
başka döneminde oluşan temel değişiklik ve iyileştirme
hareketleri karşısında, özellikle kapitalizm ve emperya
lizm aşamalarında artık gelişebilme olanağını yitirmiş
tir. Bu çöküntünün etkileri, Osmanlı tarihinin büyük
bir bölümünü kapsayan feodalizm mücadeleleri, ayaklan
malar, halkın beylere ve merkezi feodalite durumunda
olan padişaha karşı yaptıkları başkaldırılar, ülkeden
kopma ve bağımsızlık girişimleri sürekli olarak bir sava
şı sıcak tutmaktadır. ımparatorluğun temelinde oluşan
bu sarsıntılar, doğal olarak üst yapıda da kendini gös
termekte ve ahlak, kültür ve yönetim alanında gerilerne
lere ve bozukluklara neden olmaktadır. (7)
Tanzimat fermanı ile birlikte kültürel etkinliklerio
de Avrupa kültürü ile yakınıaşması başlamıştır. O yıl
lardan başlamak üzere, Avrupa Kültürünün mutlak üs
tünlüğü sarsılmaz bir inanç haline gelmiştir. Daha ön-
1 18
celeri, yani Tanzimat öncesi Avrupa'ya böyle bir yakın
lık açık biçimde duyulmaktadır :
«tşlerinde yalnız teknik cihetlere eheınıniyet veren
ler vardı. Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve oğlu Sait Efen
di gibi mesela bentıer, cetveller veya matbaacılık vesai
re gibi hususlara dikkat edenler bulunurdu. üçüncü Se
lim zamanında başlayan Avrupa temayülü o zamanlar
yalnız maddi ve şekli meselelere münhasır bulunuyordu.
önce askeri isiahat münasebetiyle Fransadan muallim
getirildi. Daha sonra oraya yine askeri tekamülden is
tifade için talebe gönderildi. Hatta Pariste Mektebi Os
mani açıldı. Teknik sahaya inhisar eden, hatta inhisa
rına ayrıca ihtimam olunan bu temas yavaş yavaş ma·
nevi ve içtimai bilgilere ve o arada edebiyata da sir'lyet
etmiştir.» (8)
Bunun sonucunda ise, özellikle Fransız edebiyatıımı
etkisi ile, bilinçsiz bir öykünıneye yönelmek neredeyse
kaçınılmazdır. İbrahim Alaettin Gövsa, özellikle Reşit
Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa'nın elçilikleri sırasında
Fransızlarla olan sıkı ilişkilerinin sonucunda, ülkeye
dönüşlerinde yazılarında ve söyleşilerinde Avrupa'ya
hayranlıklarını dile getirmeleri sonucu, gelişmekte olan
gençliğin Avrupa'ya özenerek ve Fransız diline ağırlık
vererek yabancılaşmalarına neden olduklarını belirtir.
(9)
Toplumdaki batılılaşma çabası ve buna bağlı deği
şiklikler, edebiyat üzerinde de etki yapmıştır. Batı kül
türünün etkisi altında yetişmeye başlayan yeni kuşak,
böylece batı edebiyatı yolunda yeni bir edebiyat çığırı
açmaya girişmiştir. Böyle bir hareket sonucu olarak
119
da, Türk edebiyatı, başlangıcından itibaren en önemli
gelişme ve d�işme hareketiyle karşı karşıya kalmıştır.
Bir kaç yüzyıldır süren Türk-tslam geleneği, yerine yeni
bir geleneğin eklenmesi ile Türk edebiyatı, biçimden ve
düşünceden dil kurallarına kadar önemli değişikliklere
uğrama sürecine girmiştir.
Bilindiği gib i Tanzimat edebiyatı, batı kültürü ile
yetişen sanatçıların, batılı sanatçıları örnek alarak oluş
turdukları bir edebiyat okuludur. Başlangıç olarak da
Tanzimat Fermanı'nın ilanından yirmi yıl sonra, 1860
yılında, «Tercüman-ı Ahval» gazetesinin yayınlanması
ile ilk hareketine başlamış ve 1895 yılına kadar da var
lığını sürdürmüştür. Batı kültürüyle yetişen yeni kuşak,
divan edebiyatının yeni yaşamı anlatmaya ve açıklama
ya yeterli olmadığını düşünmektedir ve yeni bir edebi
yat akımı oluşturmak için ortaya çıkmıştır. Bu devirde
yetişen sanatçılar, doğal olarak Fransız edebiyatını ör
nek almışlardır ve divan edebiyatında bulunan edebiyat
türlerin i de batı anlayışına göre yenileştirmeye çalışmış
lardır.
Ama bu yenileşme, yalnız edebiyat türleri, yani bi
çim yönünden olmamış; edebiyatta toplumla ilgili konu
lar incelenmiş, topluma ilişkin yeni kavrarnlara yer ve
rilmiştir. Sözgelimi özgürlük, hak gibi sözcükler en çok
bu dönemde kullanılmaya başlamıştır. Kuşkusuz, batı
dan bir çok biçimsel özellikleri alırken yeni kuşak, aynı
zamanda düşünce alış verişinde de bulunmaktadır ve ba
tı dillerinden çevrilen yapıtlardaki toplumsal içerik, ya
zarları da derinden etkilemektedir. Böylelikle yeni ku
şak, bu kavramların bütün ülkeye yayılmasını başlıca
amaç olarak üstlenmiş ve divan edebiyatı gibi belli bir
azınlık için değil, halk için edebiyat yapma düşüncesi ile
dilde özleşmeye, yazı dilini konuşma dili haline getirme
ye çalışmıştır.
120
Ama, bütün bu çabaların roman için de geçerli ça
balar olduğunu söylemek biraz güçtür. Çünkü roman
sözkonusu olduğunda, yenileşme hareketinin başladığı
dönemlerde yerleşik olan görüşlerin, alışkanlıkların ve
romanın ana konusu olan birey-toplum ilişkilerinin ye
niden şekillendirilmesi ayrıca özel bir çabayı gerektir
mektedir. Romanın ilk olarak yazıldığı dönemler olan
bu yıllarda, Avrupa'nın, 18. yüzyılın sonlarında Fransa'
da gelişen olaylar karşısında, aydınlanmacı felsefenin
yarattığı iyimser dünya ile, bu düşüncenin iflasından
sonra gelmesi beklenen devrimler ve toplumsal dönüşüm
ler çağı arasındaki bocalama döneminde yazılan roman
lara benzer bir eğitim vardır. Bir yandan Osmanlı İmpa
ratorluğu'nun çökmekte oluşu, öte yandan her türlü iyi
leştirme hareketine karşı dinsel unsurların baskısı, ko
nuları yüzeysel olarak yansıtan bir roman ortaya konma
sına neden olmuştur. Böyle olunca da, çok az değişiklik
yapabileceği roman sanatında yazar, zorunlu olarak en
ortak olan noktada, konuda bir benzerlik sağlamakla
işe girişerek, yapıtını oluşturma yolunu seçmiştir. Çün
kü, merkezi feodalite durumunda olan padişahın ve çev
resinin, gerici din adamlarının da yardımıyla Imparator
luğu bir ortaçağ devleti konumunun dışına çıkartmamak
taki kararlılıkları ; ayrıca, varolan ilkel üretim araçları
ve bunlarla sağlanacak ilişkilerle ülkenin Avrupa tekni
ği ve sermayesi karşısında tutunamayacağının açık bir
biçimde ortada olması, roman yazarını tarihsel bir göre
ve zorlamaktadır. Yazar görevini romantik akımı içinde
de olsa gerçekçi oluşu içinde de olsa, şu veya bu şekilde
dile getirebilirdi.
«Ama Tanzimatçılar bu inceliğin ayrımına varamaz
lardı. Gerçekçiliği kavrayamamaları bir yana, tam anla
mıyla coşumcu da olamadılar. örneğin, divan yazınını
'hakikat ve tabiat a.lemlerinden hariç bir cihan-ı evha.m-
121
dan iktibas olunmuş birtakım na-merbO.t tasavvurlardan
ibaret' (Celalettin-i Harzemşah önsözü) olduğu için eleş
Uren Namık Kemal, düşsü bir tutuma kapılmaktan, ger
çek dışlıktan kurtulamaz. Bir yapıtı «Müşahedat» (göz
lemler) adını taşıyan Ahmet Mithat da Fransız gerçek
çilerinin toplumun, insanların hep kötü yanlarını konu
almalarını eleştirir.» (10)
Tanzimat döneminde batılı anlamda tiyatro, makale,
öykü gibi yeni türlere yer verilmeye, dil ise bir ta�ım dü
şünceleri yaymak için yalınlaşmaya, cümlelerde kurallı
dizimler oluşmaya başlamış olmakla birlikte yazarların
roman anlayışı, batının ilk roman anlayışı kadar basit
biçimiyle kalmıştır. Yani, batının artık terketmiş olduğu
gerçeğe sınırsız bağlılık ilkesi, tanzimat yazarları için
henüz keşfedilmiş bir alan durumundadır. üstelik bun
dan kaçabilmesine de olanak yoktur. Böylelikle de, başta
roman olmak üzere, tiyatro ve öykülerde topluma, özellik
le de tarihle sıkı ilişkisi bulunan ve gerçekliğ i şu veya
bu şekilde kanıtlanabilen olaylar yansıtılmaya çalışıl
mıştır. Bu arada da, genel olarak insan özellikleri yeri
'
ne, ırkçı bir yaklaşımla, genel olarak Türk özelliklerine
ağırlık verilmesi, böylelikle de eski zaferierin kağıt üze
rinde yinelenmesi yolu resmi politika olarak benimsen
miştir.
Diğer yandan, tanzimat ülkede bir yenileşme hareke
ti vaadiyle ortaya çıkmıştır. Böylelikle de, yepyeni bir ya
şam biçimini beraberinde getirmiştir. Batıda öğrenim
görmüş gençlerde önüne geçilmez bir batı hayranlığı
başlatmıştır. Fransız dilini öğrenen bu gençler, Fransız
edebiyatma karşı da ister istemez bir yakınlık duymak
ta, onlar gibi yaşamak ve yazmak istemektedirler. Bu
etkilenmenin en olumsuz yanı ise romanda kendini gös-
122
termiştir. Tanzimat romanı hem bunun farkındadır, hem
de bu kısır döngünün içinden çıkamaz. Fransız gerçekçi
leri olsun, Rus gerçekçileri olsun, bulundukları toplu
mun değer yargılarını altüst ederken, Tanzimat roma
nının yalnızca bireysel acıları deşmesi, yazarlarının dün
ya görüşlerini gizlemedeki bilinçli çabasıyla alabildiğine
yüzeyselliğe düşmüştür. Romancılar, yeni bir kültürün
ortaya çıkardığı yeni tipleri ele alırken, yalnızca gördük
leri ve duyduklarını kağıda geçirmişler, hiç bir toplum
sal yoruma gerek görmeden ve ancak gizli bir alay ile,
-üstelik o da doğru hedeflenınemiş bir alaydır, sözgeli
mi Ahmet Mithat'da olduğu gibi- romanlarında Balzac,
Flaubert çapında kahramanlar yansıtmaya çalışmışlar
dır. Bir takım şeyleri eleştirmeleri gerektiğini düşüne
bilmektedirler, ama bu eleştiri konusu olan yabancılaş
manın kökenini ne araştırmaya çalışmışlardır ne de
bunu romaniarına merkez yapmışlardır. Salt batı taklit
çiliğini eleştirınekle kendilerinin de bir çeşit öykünıne
nin içine düştüklerinin farkına varamamışlardır.
Çünkü, batıya olan hayranlık aynı zamanda iç iliş
kilerde ve yönetirnde de benzer sorunları ortaya çıkar
maktadır. Sözgelimi medreselerin yanına yeni okulların
açılması, şer'iye mahkemelerinin karşısıda nizami malı
kernelerin kurulması her ne kadar yenilik olarak benim
seniyorsa da, buna karşı gelen geniş bir kitle de var gü
cüyle savaşım vermektedir. Artık yeni düşünceler, yeni
kavramları doğurmaktadır. Bu yeni kavramları karşıla
yacak kelimeler, cümle yapıları ve sonuç olarak da ya
pıtlar gereklidir.
Kuşkusuz, tanzimat döneminde acemilik, kötü uyar
lamalar ve bunun doğal sonucu olarak da kötü yapıtlar
bi r mantık zincirinin halkalarıdır. Henüz iyi özümlenme
miş batı kültürü, yeni ürünler vermekte, bu da zorunlu
olarak öykünmeyi beraberinde getirmektedir. Romanın ilk
123
olarak batıdan geçişinin bu döneme rastlamış olması onu
aldırmasız ve daha çok da idealist bir konuma getirmiş
tir. Bulundu�u durumdan şikayetçi olmak özelli�ini ise,
batının eleştirel gerçekçili�inden almaktadır. Ama . batı
daki gibi köklü bir gelişimi, köklü bir geleneği olmadı
ğından, benzer şikayetlerin kendi ülkesine uyarlanması
çabasıyla, romanlarda bir basitlik, baştan savmalik ve da
ha da önemlisi başka bir dilden çeviri izlenimini yarat
maktadır. Herşeyden önce, böyle bir eleştiri rnekanızma
sını yapısında hiç bulundurmamış olan Osmanlı toplu
mu aydınları, roman konusuna el attıklarında, batıya
öykünmenin yalnızca insani ilişkiler düzeyinde kalma
sıyla bir anda kendilerini yabancılaşmış bir romanın
kucağında bulmuşlardır. Ortaya bir edebiyat türü çık
mıştır çıkmasına, ama bunun ilkeleri ve gelişim süreci
ile ilişkisini yeterince de�erlendirememiş olan tanzimat
romancıları, yalnızca biçim olarak romanı ele alınca, or
taya yabancı bir yazı türü çıkmıştır. Oysa, toplum de
nilen her insan kitlesi için roman sanatının yaba:1cılaş
ması düşünülemez. Yabancılaşmanın tek nedeni, toplu
ma uymayan alışkanlıkların ve düşüncelerin aktarılma
ya çalışılması ile açıklanabilir. Tanzimat romancıları,
batıya özentiliği eleştirirken, sözgelimi Ahmet Mithat'ın
Fela.tun Bey'i veya Recaizade Mahmut Ekrem'in Bihruz
Bey tipi ile bu eleştiriyi ortaya koyarken, her iki yazar da
coşumculukla do�alcılık arasında dengeyi sürekli boz
muşlardır.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki, doğalcılık ile co
şumculuk duygu sömürüsü açısından bakıldığında he
men aynı özellikleri gösterirler. Yani doğalcılık da, co
şumculuk kadar duyguları sömüren bir edebiyat akımı
dır. Çünkü doğalcılık, coşumculuğun biçim olarak alla
yıp pulladığı konuları, sözüm ona nesnel gerçekliğe ve
deneyselliğe bağlı olarak verdiğini savunarak, insanları
124
etkileme yolunu seçmekle aynı noktaya daha dolaysız
bir yoldan varmaktadır. Bu anlamda doğalcılık, kaşlan
çatık romantizmdir. Her ikisi de konuların nooenleri
üzerinde durmaksızın, olayları insanlara en etkileyici
biçimde aktarmayı amaç edinirler. Aralarındaki en önem
li fark, yöntem farkıdır.
Tanzimat dönemi romancıları, sanatsal bir kaygıdan
çok, günlük yaşamı şu veya bu biçimde yansıtmak yoluy
la yapıtlarını oluşturma yolunu seçmişlerdir. Batı kültü
rünün sorunlarını olduğu gibi kendi ülkesine uyarlamak
durumunda kalan romancı, kendi değerlerinin dışında,
daha doğrusu bağlı bulunduğu ahlaksal değerlerin dışın
da kahramanlar yaratmak zorunda kalmıştır. Yazarlar
bunun farkındadır ve uyarlamasını en uygun biçimde
yapmaya da özen göstermektedirler. Ancak, bunun ola
naklannın sınırlı olması sonucunda da, ne yazık ki so
nuç bölümüyle tüm romanı kurtarma çabasında yoğun
laşmaktadırlar.
Azgelişmişlik içinde bulunan tüm ülkelerde genel
çizgi, üç aşağı beş yukarı aynıdır. Yani, gelişmiş ülke
lerdeki yaşam düzeyini duygusal yollarla yakalamak, ne
redeyse doğal bir güdü halindedir. Nitekim, modo:ı, dav.
ranış biçimleri, ilgi alanları gibi konuların, diğer tüm
etkinliklerden, özellikle de kültür ve bilim etkinliklerin
den çok daha çabuk benimsenmesinin nedeni, bu yakla
şımın sonuçlarıdır. Böyle olunca da, en çabuk aktanlan
eğilimler ve kitleler tarafından en çabuk benimsenen
konular, sözde bir batılllaşmaya (veya genel anlamda
yaşja.m düzeyi yüksek toplumlara) insanı çektiğinden,
romanlardaki insani ilişkiler ve burjuva insan hakları
nın biçimsel arayışı da doğal olarak en fazla ilgiyi top
layacaktır.
Tanzimat dönemi, aynı zamanda batılılaşma hareke
tinin başlangıcı bir edebiyat görüşünü getirmiş olmakla
125
birlikte, yine de içten içe batılılaşmaya karşı bir kaygı
yı da barındırmaktadır. öte yandan, 1896 yılından itiba
ren Servet-i Fünun dergisinde yazı yazan ve batı kültü
rünün etkisi yapıtlarında çok daha yoğun görülen bazı
sanatçılar, bu derginin adı ile anılan yeni bir edebiyat
hareketine başlarken, aynı zamanda batının üstünlüğü
nü ve ancak batıya benzemekle ülkenin kalkmacağını
savunmaktadırlar.
Oysa ülkenin durumu alabildiğine karışıktır bu dö
nemlerde. Biçimci bir Avrupa benzerliğinin, üsteJik yal
nızca ıstanbul'un belirli bölgelerini ele alan bir biçimci
benzerliğin, ımparatorluğun genel çöküşü içinde fazlaca
anlamı olmadığı gibi, konumuz gereği, roman aç,smdan
da fazla anlamlı olmamıştır. Halit Ziya UşaklıgU, bu
yıllara rastlayan iki romanında da, «Mai ve Siyah» ve
<<Aşk'ı Memnm> romanlarında aydın orta sınıf yaşamı
nı yansıtmaya çalışırken, dar bir çerçevenin dışına çıka
mamıştır.
Sözgelimi, «Mai ve Siyah» romanında ortaya koydu
ğu aydın tip Ahmet Cemil, edebiyatla i lgilenen, polisi
ye öyküler çeviren (yani yabancı dil de bilen) , zengin
çocuklara özel ders veren, üstelik de Halit Ziya tarafın
dan romana tek merkez olarak seçilen bir roman kah
ramanıdır. Onda, topluma uyumsuzluğun açık izleri gö
rülür, ama roman çok dar bir çevrede geçtiğinden bu
uyumsuzluğu Osmanlı toplumundaki bozukluklara bağ
layabilmenin olanağı yoktur. Nitekim, sonunda Ahmet
Cemil, tstanbul'u terkederek sorunları olduğu yerde bı
rakmakla, bütün bozukluğu ıstanbul'un küçük bir ma
hanesine mal eder. Oysa, ülkenin genel gidişi tam an
lamıyla başaşağıdır.
1839 Tanzimat fermanı, iç ve dış savaşırnlar içinde,
bir yandan feodal düzen koşulları içinde yaşayan, bir
yandan da Avrupa sanayi, kapitalizmi karşısında gide-
126
rek zayıflayan bir imparatorluğun gelişme atılımı oldu
ğu gibi, birinci Meşrutiyet reformu da aynı koşullar
içinde oluşmuş bir devrim niteliğindedir.
Abdülhamit devrinde baskısını gittikçe artıran mut
lakiyet yönetimi, iç ve dış çelişkilerin çarpışmasında ya
şamını sürdürebilmek ve koruyabilmek için her türlü
değişmelere, özgürlük ve demokrasi düşüncelerine karşı
gelmekte; feodal unsurları, tutucu hocalar ve her çeşit
gerici unsurlarıyla bir çıkar beraberliği yüzünden birleş
miş bulunmaktadır. Böylelikle ülkede halkın içinden do
ğan her ayaklanma hareketi anında bastırıldığı gibi, her
çeşit gelişme eğilimleri, özgürlük, halkın egemenliği gi
bi ilerici hareketler de gelişme olanağı bulamamaktadır.
1908 devrimi mutlakiyeti yıkmakla, burjuva demokratik
devrimine doğru bir adım ilerlemiş, ama böyle bir devri
mi gerçekleştirebilecek koşulların yeterince olgunlaşma
ması yüzünden ve diğer bazı nedenlerden bu devrim, bir
demokrasi devrimi biçiminde gerçekleşememiştir. Bu
nun ekonomik, sosyal ve siyasi bir çok nedeni vardır
kuşkusuz.
Toplumların gelişmelerinde oluşan iyileştirme hare
ketleri, devrimler, belirli kişilerin kafalarından birden
bire çıkmış hareketler değildir. Her değişme, bir doğum,
bir oluş ve yıkılış sürecinin zorunlu sonucudur. Bu de
ğişmeYi gerektiren ekonomik ve sosyal koşullar olgunlaş
tığı anda, eski kalıpların içinden bir yenisi do�ar. Ya
şam araçlarının iç üretimine insanlar, kendi istemleri ile
bağımsız olarak kesin ve zorunlu ilişkilere girerler. Bu
üretim ilişkilerinin toplamı, toplumun ekonomik yapısı
nı oluşturur. Bu ana temelin üzerinde hukuksal ve
siyasal bir üst yapı oluşur. Bu toplumda ahlakın, ailenin
ve diğer yönetim ve kültürel kuruluşların geriliği, bozuk
luğu, dayandığı ekonomik yapının bozukluğunu ve buna
lımlarını gösterir. Yönetim bilincinin kesin biçimleri bu
127
yapıya denk düşer. Yani, dışa yansıyan bütün bozukluk
lar, yapıdaki bozuklukların yansımalarıdır aslında.
Osmanlı ımparatorluğu ekonomik yapısı feodal dü
zene dayandığı gibi, hukuksal kuruluşunda da otokratik
devlet görünümündedir. Yani başına buyruk bir hüküm
dar yönetimindedir. ülkedeki (imparatorluktaki) hukuk
sistemi dine dayalı bir sistemdir. Devlet yaşamında llle
manın yetki ve gücü büyüktür. Merkezi feodalite varlığı
nı koruyabilmek için, dini elinde alet olarak kullanmak
tadır, halifelikten aldığı güçle halk üzerinde mutlak bir
egemenlik kurmuştur. Padişaha isyan eden halk kitlele
rine karşı gönderilen askerin önünde yeşil bayraklarla
hocalar yürümekte, cahil halkı haklarından ve çıkarla
rından yoksun bırakmak, padişaha boyun eğdirmek için
dini ellerinde bir araç olarak kullanmaktadırlar. Halk
ayaklanmaları mutlaka bir eşkiya, serseri hareketi biçi
minde açıklanır. Hocalar zümresinin yaşamı mutlakiyet
iöaresine bağlı oldukları için, saltanatla din birbirinin
ayrılmaz müttefiki durumundadırlar. Medreseler batı
kültürünün ,bilim ve tekniğindn ülkeye girmesini engel
liyor, en basit yenileşme hareketini bile muhalefetle kar
şılıyordu. Sultan Selimin Yeniçeri ordusunu kaldırıp ni
zami asker sistemini kabul etmesine karşı koyan bu ho
calar olduğu gibi, sultan Mahmut'un giysilerin i değiştir
mek için yaptığı girişime de muhalefet eden bu gruptur.
ülkenin yaşam koşulları gündengüne aşağı düştüğü
gibi, hukuk, aile, ahlak ve öğretim gibi diğer üstyapı ku
ruluşları da bu temelin üzerinde giderek çözülmekte, ba
zı ünitelerde oluşan değişmeler ve gelişmeler sürekli ge
rici kesim tarafından engellenmektedir. Bu çöküş için
de Avrupa sermayesinin ülkeye girmesi, Avrupa malla
nnın pazara akması yaşam koşullannda büyük değişik
lik yapmıştır. Ama değişmekte olan yaşam koşullarıyla,
değişmeyen temel arasındaki ilişkiler çelişkiyi arttırmak"
128
tan başka sonuç vermemektedir. Sömürgeci Avrupa kapi
talizmi emperyalizm aşamasına girdikten sonra, Afrika
ve Asya'yı sömürgesi haline getirdiği gibi, Osmanlı Im
paratorluğunu da bu alana çok uygun bir av olarak gör
müştür. Ama Imparatorluk dıştan gelen bu baskı ve eko
nomik etkiler karşısında yalnızca üst yapıyı değiştirecek
iyileştirme tasarılarıyla uğraşmaktadır. Devlet yönetimi
baskıcı padişahların, paşaların, derebeylerin keyfi yöne
timine bağlıdır.
Böylelikle imparatorluk, bir taraftan toprak kölesi
olarak derebeylerin esiri olan, işkence ve angaryaya tabi
köylülerin ve ulusal bağımsızlıklarını kazanmak
i çin sürekli savaşım halinde olan azınlıkların ayaklan
malarıyla karşılaşıyor, diğer yandan savaşlar nedeniyle
sürekli zayıflıyordu. Her savaş, hak yığınlan için eski
sinden çok daha büyük yoksulluk getirmekte, ancak yöne
tici sınıf ile harp zengini sınıflar kendilerini ayakta tu
tabilmektedir. (ll)
Böylesine kanşık bir ortam içinde toplumsal olay
lardan hemen hemen bütünüyle uzak yapıtlar vermeyi
yalnızca romanın batıdan öykünülen bir sanat olarak
görmekle açıklayabilmek mümkün değildir. Şiir alanın
da da (Fikret bir yana bırakılırsa) fazlaca duyarlı ozan
lar yetişmemiştir, oysa baştan beri özetlemeye çalıştığı
mız çizgj içersinde şiir romanın aksine, Türk toplumu
nun başından beri süregelen bir gelenek olarak varlığını
sürdürmektedir. Şiirde de ulaşılmayan bu toplumsal içe
rlğe romanda ulaşabllmenin gerekçesi batı ile açıklanabi
lir mi?
Böylesine karışık toplumsal yaşamın darlığı ve yöne
timin baskısının yoğunluğu, Servet-i Fünun edebiyatçı
larının yapıtlarını konu olarak sınırlarnalanna neden
129
olduğu görüşü sıklıkla öne sürülür. Ama, Ali Süha Delil
baş bir yazısında, Servet-i Fünun edebiyatının değerlen
dirmesini şöyle yapar : «Edebiyatı Cedideninin yaptığı
iş, Fransada on dokuzuncu asrın sonlarına doğru revaç
bulan 'pornographie-menage a trois' edebiyatlarının şöy
le böyle bir taklidinden başka bir şey değildir. Şu farkla
ki, Fransada bu edebiyat yaşarken 'Goncourt' lar, 'Zola'
'Daudet', 'Maupassant', 'Anatole France', 'Bourget' . . .
vesaire gibi herbiri kendi tarzında 'classique' vasfını al
mış, ve şöhretleri eski ve yen i dünyaların bütün hudut
larını aşmış şahsiyetler mevcuttu. Bizde bu da olmamış
tır. Acaba niçin? Bu suale karşı umumiyetle bir tekerle
me gibi tekrarlanması mutad olan bir cevap vardır : ts
tibdat idaresinin zulmü. Fakat bence zulüm denilen
nesne azmi, iradeyi ve san'atı parlak bir çelik haline ko
yan, bileyen, ve keskinleştiren bir müessirdir. Sosyal
san'atkarın yetişmesinde ben bundan daha kuvvetli bir
müessir bilmiyorum. ( . . . ) Dostoyevski'nin, Puşkin'in,
Gogol'un, Tolstoy'un, ve hayatında iki zıd devirde de
takdir ve ihtiram görmek saadetini idrak ederek ölen
Maksim Gorki eserleri ni yazdıkları zaman Rusyada Çar
lığın kızıl ve kanlı a.sa.sını ellerinde tutanlar, Abdülaziz
den, Abdül&midden daha az mı zalimdiler?» (12) .
Sonuç olarak, Servet-i Fünun edebiyatının batı ile
daha yakın ilişkiler içinde bulunmasının sonucu , bu
edebiyat hareketinin batı hayranlığını derinden etkile
miştir. önceleri dağınık biçimde çeşitli dergilerde ve ga
zetelerd e yazılar yazan bu grup, daha sonra Servet-i Fü
nun dergisi çevresinde toplandıktan sonra, genel olarak
düşünce alanında pozitif yaklaşımlan ve edebiyatta ger
çekçi eğilimleri benimsemişlerdir. Her biri kendi yasası
na göre çalışan bu yazarların oluşturduklan yapıtlar,
130
bireysel olmaktan öteye gidemem i ştir. Bu da, Fransa'da
veya diğer Avrupa ülkelerinde başlayan doğalcılık ve ger
çekçilik akımlarından ayrı olarak, olaylarda gerçekçi bir
yol izlemek, ama bu arada sanat kaygıları da gütmek şek
linde karma karışık bir edebiyat hareketinin dağınasına
neden olmuştur. Hem sanat için sanat . yapma eğilimi,
hem de batıdan öykünmek zorunda kaldıkları gerçekçi
yapıtların yöntemiyle bu yazarlar, toplumun ortalarında
bir yerde kendilerini göstermişlerdir.
XI. SONUÇ
1 32
lis romanının ulaşacag-ı en alt düzey kitaplig-ın en uzak
köşesidir, ama yine de «romanlar» arasında bir yerde
dir.
,Ucuz aşk romanlarını ele aldığımızda sorun polis ro
manlarından daha farklı bir konuma dönüşmemektedir.
Konu ne kadar basit olarak da ele alınsa, günlük ya
şamdan çok uzak da olsa, bütün aşk romanlarında nes
nel gerçeklig-e bağlılıktan sözedilir. üstelik aşk roman
larında, polis romanlarında olduğu gibi karmakarışık
bir olay örgüsü de olmayabilir. Bu da yazarına, kahra
manlannın duygularıyla diledig-i gibi oynama olanağı
verir. Böylelikle de yazar, her türlü rastlansal olayı ko
laylıkla işlemekle, en soyut ilişkileri ve olayları günlük
yaşama indirgeyebilir.
Yirminci yüzyılda önem kazanan bir roman türü de
«porno» romanlardır. Bu romanlarda da nesnel gerçek
liği en doğalcı yanıyla bulmak mümkündür. Yazar
«fantaziye» kaçsa bile, bu romanlarda nesnel gerçeklik,
niteliğinden bir şey yitirmez.
Yine yirminci yüzyılın bir başka gözde roman türü
Kurgu - bilim romanları, nesnel gerçekliğe en uzak olan
roman tipi gibi görünüyorsa da, bize verilen bilgilerle
sınırlı bir dünyada yaşadığımız için, bu yazarların ele
aldıkları konular soyut da olsa, eninde sonunda bu dün
yaya ait imgelerle yeni bir dünya yaratmak zorunda
dırlar.
Bütün bu roman türlerine ek olarak, aynı kitap
içinde birkaç türü birden ele alan romanı, tarihsel ro
manları, özyaşam romanlarını, anı romanlarını sayabi
liriz. Hepsi romandır ve üstelik gerçektir.
Bertholt Brecht için gerçekçilik : «şu anlama gelir :
toplumun nedensel karmaşalarını açıklığa çıkarmak/ege
men bakış açılarını, egemen sınıfın bakış açıları şeklin
de ortaya koymak/yenilmesi gerekli güçlüklere karşı çö-
133
zümler getirebilecek, insandan yana bir toplumu oluştu·
rabilecek bir sınıfın açısından sorunlara bakmak/geliş
menin etmenlerini vurgulamak/somutu ve soyutlamayı
olabilirleştirmek» (1) .
Kuşkusuz, bu sözleriyle Brecht, nesnel gerçeklikten
sözetmiyor. Sorun da bu zaten : eğer nesnel gerçeklik
merkez alınıp, romanı değerlendirmede ölçüt olarak kul
lanılırsa, yukarıda sözünü ettiğimiz bütün roman türleri
«gerçekçilik» tanımının içine girmesi gerekir. Oysa, hiç
birisi Brecht'in tanımının içine girmemektedir. Bu kar
şılaştırma kolaylıkla yapılabilir. Ne polis romanlarında,
ne porno romanlarda, ne de ucuz aşk romanlarında, «ge
lişmenin etmenlerini vurgulamak» ya da «egemen bakış
açılarını, egemen sınıfın bakış açıları şeklinde ortaya
koymak» gibi bir kaygı yoktur. Bu romanlar doğrudan
doğruya insanın haz duygulannı biyolojik olarak hare
kete geçirerek ilgiyi sağlarlar. Bu da çok açıktır ki, sanat
dışı bir uyarımdır. Çünkü, bir sanat yapıtının vereceği
haz duygusu mutlaka estetiksel olmalıdır. Genellikle
birbirine çok benzer olan bu hoşlanma, zevk alma duy
guları, sanat izleyicisini olduğu kadar sanatçıyı d a ya
nılgıya düşürür : «Söz gelişi, erotik olarak hoşlanma,
tabiatı gereği, salt fizyolojiktir; estetiksel olarak hoşlan
madan nitelikçe ayrılır. Aynı şekilde, haz duyduğumuz
birçok şey vardır : güzel yemekler, temiz hava, sıcaklık,
hareket etme ya da dinlenme, hoş kokular, çocuklarla
oyun oynama, tatlı tatlı sohbet etme, bilimsel araştır
malar, vs. Ama bunlardan hiç biri estetiksel haz deği l
dir. Kuramsal açıdan en yaygın şekilde yapıla gelen en
tehlikeli hata, estetiksel olarak hoşlanma ile sırf hoş-
134
lanmanın, çok hatalı bir şekilde, özdeşleştirilmesidir.» (2)
Bu görüş açısından bakıldığında, porno, polisiye ve
aşk romaniarına «gerçekçilik» açısından bakmanın ola
nağı yoktur. öte yandan, genel olarak tüm sanatlar için
geçerl i olan bu görüş açısıyla roman sanatını yorumla
mak oldukça zordur. Çünkü, anıatı sanatları içinde ve
hatta yazılı sanatlar içinde en geniş yeri kapsayan ro
man sanatının <<fizyoloj ik» hoşlanmayı sağlayabileceği
sonsuz olanakları varken, estetiksel hoşlanmayı sağlaya
bilme olanağı son derece sınırlıdır. Tibor Dery'nin ,
Çehov'un ya da Sait Faik'in öykülerinden, Pablo Neru
da'nın, Lorca'nın Nazım Hikmet'in şiirlerinden alınan
estetik hazzın, aynı çabuklukla Tolstoy'un, Balzac'ın ya
da Yaşar Kemal'in romanlarından da alındığını savun
mak, herşeyden önce zaman açısından olanaksızdır. Kuş
kusuz, roman içersinde bu hazzı sağlayacak bölümlerle
karşılaşmak mümkündür, ama burada sözkonusu olan,
yapıtın bütününün sağlayacağı hoşlanmadır.
öte yandan, «form» olarak romanın değişiklik yap
ması güç olduğundan, başlangıç - gelişme - sonuç «form»u
içinde yazılan bütün yazıların (kuşkusuz, belli sayfa sa
yısını da geçmek zorunda) roman kapsamına girmesi
sözkonusudur. Böyle olunca da, sıradan bir insanın ya
şamından uyduruk bir kahramanın maceralarına kadar
bu «form» içindeki tüm ürünler roman adı aıtında de
ğerlendirilmektedir. Nesnel gerçeklik ile «gerçekçilik»
kavramları da birbirleriyle karıştırılınca, diğer bir de
yişle, kabaca gerçeğin yansıtılması hemen akla «gerçek
çiliği» çağrıştırınca, roman sanatında estetiksel değer
lendirme güçleşmektedir. Brecht'in tanımladığı «gerçek-
135
ç1llk» anlamındaki roman sanatı, bilinçli ya da bilinç
siz, anaç bir konuma sokulmaktadır : Ortaya çıkışından
bu yana kendine miras kalmış «form» içindeki tüm an
latıları kanatları altında korumak ve gelecek her türlü
saldırıyı da gö�üslemek durumundadır. Böyle olunca da,
gelişimi çok yavaş olmakta ve gelişmeye yönelik attı�ı
her adımda, kanatları altındaki birimlerden acımasız
eleştiriler almaktadır.
Bunun yanı sıra yenilikçi edebiyat veya bireyci ede
biyat, toplumcu gerçekçi edebiyata saldırılarını bu alt
birimlerden do�ru yapmakta ve haklı bir başarı elde et
mektedir.
Bütün bu zor koşullara ra�men yine de «gerçekçi» ro
man, nesnel gerçeklikle ba�lannı zaman içinde daha
da iyi ayarlayarak henüz alanı terketmedi�ini gösteren
başanlı örnekler vermektedir. Ça�daş gerçekçi roman yeni
bir bilincin ürünüdür ve zamana ihtiyacı vardır. Ger
çeklikle gerçekçilik ayırımı gere�ince anlaşıldı�ınaa
«gerçekçi» roman örnekleri artacaktır sanırım.
<>
136