Você está na página 1de 289

SAĞLIK BİLİMLERİNDE

AKADEMİK ARAŞTIRMALAR
Yayın Koordinatörü • Yaşar HIZ
Genel Yayın Yönetmeni • Aydın ŞİMŞEK
Baş Editörler • Prof. Dr. Hasan BABACAN
Prof. Dr. Tanja SOLDATOVIĆ
Doç. Dr. Nihada DELOBEGOVIĆ DZANIĆ
Editör • Dr. Öğr. Üyesi Murat A. KUŞ
Kapak Tasarım • Begüm Pelin TEMANA
İç Tasarım • Begüm Pelin TEMANA
Sosyal Medya • Betül AKYAR

Birinci Basım • © NİSAN 2018 / ANKARA


ISBN • 978-605-288-391-4

© copyright
Bu kitabın yayın hakkı Gece Kitaplığı’na aittir.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz, izin
almadan hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Gece Kitaplığı
Adres: ​Kızılay Mah. Fevzi Çakmak 1. Sokak
Ümit Apt No: 22/A Çankaya/ANKARA
Tel: 0312 384 80 40
web: www.gecekitapligi.com
e-posta: gecekitapligi@gmail.com

Baskı & Cilt


Bizim Büro Matbaa
Sanayi 1. Cadde Sedef Sk. No: 6/1
İskitler - Ankara

Sertifika No: 26649


Tel: 0312 229 99 28
SAĞLIK BİLİMLERİNDE
AKADEMİK ARAŞTIRMALAR
İÇİNDEKİLER

Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları......................................... 7


SARIMSAK VE SAĞLIK........................................................................ 9
FONKSİYONEL BESİNLER................................................................27
SUÇ ARAŞTIRMALARINDA EVCİL KÖPEKLERE AİT
DELİLLERİN ÖNEMİ..........................................................................47
Diş hekimliği Çalışmaları......................................................................55
HİPODONTİ, HİPERDONTİ, HİPO-HİPERDONTİ: GENEL BİR
BAKIŞ.....................................................................................................57
Ebelik Çalışmaları...................................................................................73
TIBBIN GÜNCELLİĞİNDE YENİLİK: PRENATAL
ALGORİTMALAR................................................................................75
EBELERDE MESLEKİ TÜKENMİŞLİK VE DUYGUSAL
ZEKÂNIN DEĞERLENDİRİLMESİ VE ETKİLEYEN
FAKTÖRLERİN BELİRLENMESİ......................................................93
Hemşirelik Çalışmaları........................................................................113
Y KUŞAĞINDAKİ HEMŞİRELİK ÖĞRENCİLERİNİN SOSYAL
AĞLARI KULLANIM AMAÇLARI VE YAŞANAN ETİK
SORUNLAR.........................................................................................115
KADIN VE GÖÇ.................................................................................133
ENGELLİ BİREY VE EVDE BAKIM ..............................................149
HEMŞIRELIĞIN PROFESYONELLEŞME SÜRECINDE
BILIMSEL YÖNTEM SORUNU......................................................161
MEKANİK VENTİLATÖRE BAĞLI HASTALARIN SEMPTOM
KONTROLÜNDE TAMAMLAYICI VE BÜTÜNLEŞİK
TEDAVİLERİN KULLANIMI...........................................................171
KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELEDE BİLİŞSEL VE
DAVRANIŞÇI YAKLAŞIM TEMELLİ PSİKOEĞİTİM MODELİ:
HEMŞİRE VE HEMŞİRELİK ÖĞRENCİLERİNE YÖNELİK
ÖRNEK.................................................................................................191
BAĞLANMA VE İNSAN İLİŞKİLERİ ............................................205
Tıp Çalışmaları......................................................................................223
SESSİZ HİPOFİZ ADENOMLARI...................................................225
ÇOCUKLUK ÇAĞI OBEZİTESİ......................................................235
KARACİĞERİN PRİMER TÜMÖRÜ; HEPATOSELLÜLER
KARSİNOM.........................................................................................249
YÜKSEK ÖĞRETİMDE KALİTE YÖNETİMİ
AÇISINDAN MOBBING (YILDIRMA) HAKKINDA
BİR DEĞERLENDİRME....................................................................267
PORTAL VEN TROMBOZUNDA TANI VE TEDAVİ.................279
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri
Çalışmaları
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 9

SARIMSAK VE SAĞLIK
GARLIC AND HEALTH

Yahya ÖZDOĞAN1, Lale Sariye AKAN2,


Kerim Kaan GÖKÜSTÜN3

ÖZET

Sağlık, toplumların yaşam kalitelerinin arttırılabilmesi için oldukça önemli bir


etmendir. Sağlıklı bir yaşamın anahtarı ise yeterli ve dengeli beslenmedir. Yeterli
ve dengeli beslenme ile sağlıklı bir yaşam için gerekli olan tüm besin öğeleri ve
biyoaktif bileşikler vücuda alınabilmektedir. Meyve ve sebzeler yeterli ve dengeli
beslenmenin bir parçası olup sağlık otoriteleri tarafından hastalıkların önlenmesi
ve tedavisinde son derece önemli oldukları vurgulanmaktadır. Bu çalışmanın
amacı sağlık otoriteleri tarafından önerilen bir sebze olan sarımsağın sağlık üzerine
etkilerini incelemektir. Sarımsak içerdiği kükürtlü bileşikler (alliin, allisin, ajoen,
diallil disülfit, diallil trisülfit vb.), saponin, fruktooligosakkaritler, inülin ile önemli
kronik hastalıklar üzerinde etkili olabileceği hipotez edilmektedir. Sarımsakta
bulunan bu bileşikler lipolizi indükleyen genleri uyarmakta, insülin sekresyonunu
arttırmakta, serum kolesterol, LDL düzeylerini ve kan basıncını azaltmakta, platelet
agregasyonunu inhibe etmekte, kanser hücrelerinin davranışlarını değiştirmekte ve
bazı antioksidan enzimlerin aktivitelerini arttırmaktadır. Sarımsağın hastalıkların
önlenmesi ve tedavisinde olumlu etkileri olabileceği öngörülmektedir. Fazla
miktarda tüketildiğinde yan etkileri olabileceği ve güvenilir alım miktarının iyi
belirlenmesi gerektiği düşünülmektedir.
Anahtar Kelimeler: sarımsak, ajoen, allisin, diyabet, kanser

ABSTRACT

Health is a very important tool for increasing the quality of life of societies. The
key to a healthy life is adequate and balanced nutrition. All nutrients and bioactive
compounds necessary for a healthy life can be taken into the body with adequate
and balanced nutrition. Fruits and vegetables are part of an adequate and balanced

1  Dr. Öğr. Üyesi, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi,
Beslenme ve Diyetetik Bölümü, Ankara/TÜRKİYE, yozdogan@ybu.edu.tr
2  Dr. Öğr. Üyesi, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi,
Beslenme ve Diyetetik Bölümü, Ankara/TÜRKİYE, laleakan@yahoo.co.uk
3  Arş. Gör., Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi,
Beslenme ve Diyetetik Bölümü, Ankara/TÜRKİYE, kerimkaangokustun@hotmail.
com
10 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

diet and are emphasized by health authorities as being extremely important in the
prevention and treatment of diseases. The aim of this study is to examine the health
effects of garlic, a vegetable recommended by health authorities. It is hypothesized
that garlic-containing sulphurous compounds (alliin, allicin, azeno, diallyl
disulfide, diallyl trisulfide etc.), saponin, fructooligosaccharides and inulin may
be effective on important chronic diseases. These compounds in garlic stimulate
lipolysis inducing genes, increase insulin secretion, reduce serum cholesterol, LDL
levels and blood pressure, inhibit platelet aggregation, alter the behavior of cancer
cells and increase the activity of certain antioxidant enzymes. It is anticipated that
garlic may have positive effects in the prevention and treatment of diseases. It is
considered that when consumed in excess amount, there may be side effects and
reliable intake amount should be determined well.
Keywords: garlic, ajoene, allicin, diabetes, cancer

GIRIŞ

Küreselleşen dünyada toplumların hedeflenen yaşam kalitesine


ulaşabilmesi için toplumda yer alan her bir bireyin sağlıklı olması
gerekmektedir. Sağlıklı bir yaşam ise ancak yeterli ve dengeli beslenme
ile mümkün olabilmektedir (TBSA, 2014: 1). Yeterli ve dengeli beslenme
vücudun metabolik fonksiyonlarını düzgün bir şekilde yerine getirebilmesi
için yaş, cinsiyet, fizyolojik özellikler, genetik, hastalık durumu ve fiziksel
aktivite düzeylerine göre enerji, besin öğeleri ve diğer biyoaktif bileşiklerin
yeterli ve dengeli olarak vücuda alınmasıdır (Merdol, 2013: 4). Yeterli
ve dengeli beslenmenin sağlanabilmesi beş temel besin grubunda yer
alan besinlerin her bir öğünde uygun miktarlarda ve dengeli bir şekilde
tüketilmesine bağlıdır (Baysal vd., 2011: 24). Temel besin gruplarından
biri olan sebze ve meyve grubu vitamin, mineral, flavonoidler ve fenolik
bileşikler gibi biyoaktif molekülleri içerdiğinden dolayı birçok sağlık
sorununun oluşum riskini azaltarak sağlıklı bir yaşamın önemli bir
parçasını oluşturmaktadır (Olofsson vd., 2016: 712; Aune vd., 2017: 1029).
Bu sebzelerden biri olan sarımsak (Allium Sativum) Liliaceae ailesinden
olup dünyada en çok yetiştirilen bitkilerden biridir (Bongiorno vd., 2008:
1). Bu bitki 25-100 cm uzunluğunda, yeşile çalan beyaz veya pembe çiçekli,
otsu kök, gövde, yaprak, diş ve çiçeğe sahiptir. Anavatanı Orta ve Batı Asya
olup daha sonra Çin, Yakın Doğu ve Akdeniz bölgelerine yayılmıştır (Ayaz
& Alpsoy, 2007: 145; Londhe, 2014: 129). Günümüzde Meksika, ABD,
Çin, Hindistan, Mısır, Kuzey Afrika, Batı, Orta, Güney Asya ve Türkiye’de
üretilmektedir. Türkiye’de ise en fazla Kastamonu, Kahramanmaraş ve
Gaziantep’te yetiştirilmektedir (Aşkan & Dağdemir, 2015: 21). Yemeklere
tat ve aroma verdiği için baharat ve besin maddesi olarak tüketilmektedir
(Cardella-Cobas vd., 2010: 2).
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 11

Sarımsağın Besin Öğesi İçeriği

Makro ve Mikro
Sarımsağın 100 gramı yaklaşık olarak 150 kkal enerji vermektedir. Sa-
rımsak soğanının %33.06’sı karbonhidrat (CHO) %6.36’sı protein %0.5’i
yağ, %58.58’i su ve %1.5’i külden oluşmaktadır (USDA, 2016). Sarımsakta
karbonhidrat kaynağı olarak glikoz, sükroz, früktoz ve fruktanlar bulun-
maktadır. Lektin sarımsakta en çok bulunan proteindir. Sarımsağın protein
içeriği fasulye ve bezelyeden fazla; yağ içeriği ise nispeten daha düşüktür
(Cardella-Cobas vd., 2010: 3). Ayrıca sarımsakta galaktooligosakkaritler,
pektin, fruktooligosakkaritler gibi diyet posası olarak nitelendirilen bile-
şikler de bulunmaktadır (Cardella-Cobas vd., 2010: 3; Koca & Tasci, 2015:
142).
Sarımsak yüksek oranda fosfor (153 mg), potasyum (401 mg), kükürt
ve çinko (1,16 mg); orta düzeyde selenyum (14,2 mcg), C vitamini (31 mg);
düşük oranda kalsiyum (181 mg), magnezyum (25 mg), sodyum (17 mg),
demir (1,7 mg), mangan (1,67 mg), tiamin (0,20 mg), riboflavin (0,11 mg),
niasin (0,70 mg), pantotenik asit (0,60 mg), B6 vitamini (1,24 mg), folat (3
mcg) ve kolin (23,2 mg) içermektedir (Agarwal, 1996: 111; Koca & Tasci,
2015: 141; USDA, 2016).

Biyoaktif Bileşikler
Sarımsak birçok sağlık sorununun tedavisinde kullanılabileceği öne
sürülen birçok kükürtlü bileşiği bir arada bulundurmaktadır. Bu bileşikler
alliin, allisin, ajoene, allilpropil disülfit, diallil trisülfit, S-allil sistein,
vinilditinler, S- allil merkaptosisteindir. Ayrıca allinaz, peroksidaz, mirosinaz
gibi enzimleri de içermektedir. Allinaz sarımsağın suya maruz bırakılması
ezilmesi, kesilmesi, dehidrate ve pulverize edilmesiyle aktifleşerek
sarımsakta bulunan alliyini parçalamaktadır. Bunun sonucunda diallil
sülfit, diallil disülfit, diallil trisülfit, ditiyinler, ajoen ve allisin (sarımsağın
kendine has tat ve kokusunu veren madde) açığa çıkmaktadır (Rana vd.,
2011: 60; Gebreyohannes & Gebreyohannes, 2013: 402).
Sarımsak birçok kronik hastalığın iyileştirilmesinde yararlı etkilerinin
olabileceği ifade edilen kükürt içermeyen diğer bileşikleri de bir arada
bulundurmaktadır. Bu bileşiklerden bazıları kuersetin, apigenin, mirisetin,
kafeik, p-kumarik, ferulik ve sinapik asit; linalol, sitral, α-fellandren,
geraniol, propiyonik aldehit ve valeraldehitdir (Agarwal, 1996: 111;
Touloupakis & Ghanotakis, 2010: 111; Koca & Tasci, 2015: 140).
12 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Sarımsağın Kronik Hastalıklar Üzerine Etkisi

Sarımsak ve Obezite
Alınan enerjinin harcanan enerjiden fazla olması nedeniyle adipoz
dokuda yağ birikiminin sağlık durumunu etkileyecek düzeyde anormal
veya aşırı olması durumuna obezite adı verilmektedir. Obezite günümüzde
son derece popüler olan ciddi bir sağlık sorunudur (Çukur & Erdem, 2017:
123). Dünya genelinde ölüm riskinden sorumlu önemli faktörler arasında
5. olduğu bildirilmektedir (WHO, 2017: V). Ayrıca bazı kanser türleri,
diyabet, metabolik sendrom ve kardiyovasküler hastalık riskinin artışında
önemli bir rol oynamaktadır (Kabat vd., 2017: 170).
Birçok kronik hastalığa yol açması nedeniyle obezitenin önlenmesi ve
tedavisi sağlıklı bir yaşam için oldukça önemlidir. Besin alımının azaltmak,
fiziksel aktiviteyi arttırmak obezite tedavisi için ilk olarak tavsiye edilen
öneriler arasındadır (Jakicic & Davis, 2011: 829; Barquissau vd., 2018: 1079).
Bu önerilerin başarılı olmadığı durumlarda ise sibutramin, fenfluramin
ve rimonabant gibi ilaçlar kullanılmaktadır. Ancak bu ilaçların ciddi yan
etkileri bulunduğu için bilim adamları alternatif çözüm yolları aramak
zorunda kalmıştır. Bu çözüm yolları arasında yer alan sarımsak içerdiği
organosülfür bileşikleri sayesinde adipogenezi inhibe ederek obezite
üzerinde olumlu etkilerinin olabileceği bildirilmiştir (Ambati, 2013: 1).
Yapılan çalışmalarda bu bileşiklerin 3T3-L1 hücrelerinde ve insanlarda
lipit sentezini baskıladığı gösterilmiştir (Keophiphath vd., 2009: 2055; Kim
vd., 2012: 1552) . Lipit sentezini baskılayan ve sülfür içeren bileşikler ise
diallil trisülfit, tiakremonon ve ajoendir. Diallil trisülfit CCAAT / arttırıcı
bağlayıcı protein (C/EBP-α) ve yağ asidi sentezi (FAS) baskılayarak ERK
aktivasyonunun uzamasına neden olmakta, PPAR γ, ekspresyonunu
baskılayarak lipit akümülasyonunu önlemekte ve PGC-1β, UCP-1 gibi
lipoliz ile ilişkili genlerin ekspresyonunu uyarmaktadır (Lii vd., 2012: 478;
Chang vd., 2015: 414). Tiakremonon AMPK aktivasyonunu arttırarak yağ
asitlerinin sentezinde kilit rol oynayan asetil coA karboksilaz-1 (ACC-1)
enziminin ekspresyonunu azaltmaktadır. Ayrıca aP2, ADD1/SREBP1 gibi
adipojenik faktörlerin mRNA ekspresyonlarını baskılamaktadır (Kim vd.,
2012: 1552). Ajoen ise adipoz hücrelerinin yaşam sürelerini, adipogenezi
baskılayarak ve 3T3-L1 adipozitlerinin apoptozisini indükleyerek adipozit
sayısının azalmasına neden olmaktadır (Ambati, 2013: 2).
Hayvan ve insan çalışmalarında sarımsağın obezite üzerine olumlu
etkilerinin olduğu bildirilmiştir (Kim vd., 2007; Lee vd., 2011; Joo vd., 2013;
Ha vd., 2015; Soleimani vd., 2016). Ancak literatüre bakıldığı zaman insanlar
ile yapılan çalışmaların yetersiz olduğu görülmektedir. Joo vd.’nin (2013:
100) yaptığı bir çalışmada sarımsak özütü verilen sıçanların verilmeyenlere
göre vücut ve adipoz doku ağırlığının daha az olduğu belirtilmiştir. Ha
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 13

vd.’nin (2015: 30) yaptığı bir çalışmada 5 hafta boyunca %1.5 sarımsak
takviyesi yapılan ve yüksek yağ ile beslenen Sqrague-Dawley sıçanların
sadece yüksek yağla beslenenlere göre daha düşük vücut ağırlığına sahip
olduğu rapor edilmiştir. Soleimani vd.’nin (2016: 1) non-alkolik yağlı
karaciğer hastalığı bulunan 110 birey ile yaptığı bir çalışmada günlük 2
sarımsak tozu tableti (400 mg/adet sarımsak tozu) alan bireylerin 15 hafta
sonunda vücut ağırlıklarının anlamlı düzeyde azaldığı gösterilmiştir.

Sarımsak ve Diyabet
Tip 2 Diyabet kronik hiperglisemi ve uzun süreli komplikasyonlarla
karakterize olan metabolik bir hastalıktır (Kumar vd., 2013: 49). Dünya’da
425 milyon insanın diyabetli olduğu; 2045 yılında bu sayının 629 milyona
ulaşacağı tahmin edilmektedir (IDF, 2017).
Diyabetli bireylerde mikrovasküler komplikasyonlar, nefropati, nöropa-
ti, miyokard infarktüs ve inme gibi ciddi sağlık sorunları görülebilmektedir.
Diyabetin erken tanı ve tedavisi ise bu sağlık sorunlarının oluşumunu en-
gellemektedir. Diyabetin tedavisinde beslenme alışkanlıklarının değiştiril-
mesi, fiziksel aktivitenin arttırılması gibi yaşam tarzı modifikasyonlarının
olduğu bilinmektedir. Bunun yanında T2DM tedavisi için alternatif terapi
yöntemleri de bulunmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bu sağlık so-
runu için bazı bitkilerin alternatif terapi olarak kullanılabileceğini bildir-
mektedir. Bu bitkilerden en önemlileri çemen otu, Ginseng türleri, kudret
narı, soğan ve sarımsaktır (Kumar vd., 2013: 50).
Sarımsak içerdiği birçok kükürtlü bileşik sayesinde hipoglisemik
aktivite gösterdiği ileri sürülmektedir (Kumar vd., 2013: 50). Hayvanlar
üzerinde yürütülen çalışmalarda sarımsak özütünün serum glikoz düzeyini
düşürdüğü, insülin konsantrasyonlarını arttırdığı saptanmıştır (Hosseini
& Hosseinzadeh, 2015: 1149; Naderi vd., 2015: 383). Streptozosinle
diyabetikleştirilmiş ratlar ile yapılan bir çalışmada 7 hafta boyunca
intraperitoneal yolla 500 mg/kg sarımsak özütü verilmesinin kan glikoz
düzeylerini %57 oranında azalttığı belirlenmiştir (Thomson vd., 2007:
108). Naderi vd.’nin (2015: 380) yaptığı bir çalışmada 6 hafta boyunca
250 mg/kg homojenize sarımsak verilen diyabetikleştirilmiş sıçanların
verilmeyenlere göre serum glikoz düzeylerinin daha düşük olduğu
kaydedilmiştir. Yapılan başka bir çalışmada alloksan ile diyabetikleştirilmiş
sıçanlara 4 hafta boyunca oral 1 ml/100g sarımsak suyu takviyesi yapılmış;
bu sıçanların insülin sekresyonunun kontrol grubuna göre daha yüksek
olduğu gösterilmiştir (Hosseini & Hosseinzadeh, 2015: 1149). Fareler ile
yürütülen bir çalışmada 200 mg/kg sarımsak suyu verilen (çiğ ve siyah)
streptozosinle diyabetikleştirilmiş farelerin açlık insülin/glikoz oranlarını
arttırdığı, kan glikoz seviyelerinin düşürdüğü gözlemlenmiştir (Kim vd.,
2017: 362).
14 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Sarımsağın diyabetleştirilmiş deney hayvanları üzerindeki etkilerini


gözlemleyen birçok çalışma olmasına rağmen insanlar ile yürütülen
çalışmaların sayısı oldukça azdır (Ashraf vd., 2011: 565). Diyabetik
60 birey ile yapılan bir çalışmada 4 hafta boyunca günde 2 defa 300 mg
Allikor takviyesinin (sarımsak tozu tableti) serum fruktozamin düzeylerini
önemli oranda azalttığı belirlenmiştir (Sobenin vd., 2008: 3). Metformin
tedavisi alan 60 diyabetik birey ile yürütülen başka bir çalışmada 24 hafta
boyunca günde 3 defa 300 mg sarımsak tableti takviyesinin açlık kan
glikoz düzeylerini %3.12 oranında azalttığı gösterilmiştir (Ashraf vd., 2011:
567). Diyabetik 96 hastayla yapılan bir çalışmada gliburid ve metformin
ile birlikte sarımsak tableti verilmesinin kan glikozunu düşürmede etkili
olabileceği savunulmaktadır (Manafikhi vd., 2015: 13).

Sarımsak ve Kardiyovasküler Hastalıklar


Kardiyovasküler hastalıklar birçok faktörün bir araya gelmesiyle oluşan
ciddi bir sağlık sorunudur. Bu sağlık sorunu yüksek kolesterol, hipertansiyon,
fibrinolizin azalması, LDL oksidasyonu pıhtılaşma zamanı ve platelet
agregasyonunun artmasıyla ilişkilidir. Diyet tedavisi ise bu faktörlerin
yönetimi için ilk adım olarak görülmektedir (Rahman, 2001: 977; Rahman
& Lowe, 2006: 736). Diyet tedavisinde sebzelerin içerdiği mikro besin
ögeleri ve biyoaktif bileşikler nedeniyle kardiyo-protektif etkilerinden söz
edilmektedir (Ness & Powles, 1997: 1). Bu sebzelerden biri olan sarımsak
kolesterolü ve kan basıncını düşürerek, platelet agregasyonunu inhibe
ederek, antioksidan kapasitesini arttırarak kardiyovasküler hastalıklar
üzerinde olumlu etkilerinin olduğu rapor edilmektedir (Rahman & Lowe,
2006: 736).

Kolesterol Üzerine Etkisi


Kolesterol hücre membranı, steroid hormonu ve safra asidinin yapısına
katılan lipoproteinlerle taşınan ve hücrelerde kolesterol esterleri şeklinde
depolanan biyolojik bir üründür. Kolesterol ve kolesterolden zengin
lipoproteinlerin koroner arterlerde anormal bir şekilde depolanması
kardiyovasküler hastalıkların gelişimine zemin hazırlamaktadır (Cardella-
Cobas vd., 2010: 8,9). Bu nedenle serum kolesterol düzeylerinin kontrol
altında tutulması bu hastalıkların gelişim riskini azaltmaktadır. Kan
kolesterol düzeylerinin kontrol altında tutulabilmesi için besinlerle alınan
diyet posası, vitamin, mineral, antioksidanlar ve biyoaktif bileşiklerin
önemli olduğu vurgulanmaktadır (Torres vd., 2015: 408). Bu besinler
arasında yer alan sarımsak serum kolesterol, LDL düzeylerini önemli ölçüde
azaltmaktadır (Bayan vd., 2014: 3). Randomize kontrollü 39 çalışmanın
yer aldığı (n: 2300) bir meta-analiz çalışmada minimum 2 hafta boyunca
sarımsak takviyesinin total kolesterol ve LDL düzeylerini %10 oranında
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 15

azalttığı gösterilmiştir. (Ried, 2016: 389). Başka bir meta-analiz çalışmada


sarımsak tozu takviyesinin serum LDL düzeylerini yaklaşık olarak 16 mg/
dl azalttığı bildirilmiştir (Kwak vd., 2014: 644).

Hipertansiyon Üzerine Etkisi


Hipertansiyon (sistolik kan basıncı: >140 mm Hg, diastolik kan basıncı:
>90 mm Hg) aterosklerozis, kalp ve damar hastalıklarının gelişimi ve
progresyonu için oldukça önemli bir faktördür. Bu nedenden dolayı
hipertansiyonun nedenleri iyice araştırılmalı ve tedavisi bu nedenlere
göre planlanmalıdır. Hipertansiyon tedavisinde egzersiz, vücut ağırlığı
kaybı ve diyetsel takviyelerle birlikte sağlıklı beslenme alışkanlıklarının
kazandırılması gibi yaşam tarzı değişikliklerinin kritik bir rol oynadığı
bilinmektedir (Cardella-Cobas vd., 2010:12). Ancak hipertansiyona
neden olan diyetsel alışkanlıkların düzeltilmesi bahsedilen yaşam tarzı
değişiklikleri arasında en önemli olanlarından biridir. Yapılan çalışmalarda
tuz tüketiminin azaltılması ve sebze tüketiminin arttırılmasının kan basıncı
üzerinde olumlu etkilerinin olduğu kaydedilmiştir (He vd., 2014: 1; Borgi
vd., 2015: 1). Bu sebzelerden biri olan sarımsak intraselüler NO, H2S ve
bradikinin üretimini arttırarak, anjiyotensin-II üretimini baskılayarak
vazodilatasyonu teşvik etmekte ve böylelikle kan basıncını düşürmektedir
(Ried & Fakler, 2014: 73; Borghi & Cicero, 2017: 165). Hipertansif 100
birey üzerinde yapılan bir araştırmada 25 gram sarımsak ile hazırlanan
allisin ekstraktının sistolik ve diastolik kan basıncını yaklaşık %10 oranında
azalttığı gösterilmiştir (Bhardwaj vd., 2015: 231). Çift kör randomize
kontrollü bir çalışmada (n: 50) 12 hafta boyunca 960 mg/gün bekletilmiş
sarımsak özütü (2.4 mg S-allil sistein) takviyesinin kan basıncını yaklaşık
olarak 10 mm Hg azalttığı belirtilmiştir (Ried vd., 2010: 144).

Trombositler Üzerine Etkisi


Plateletler (trombositler) kan dolaşımında bulunan ve herhangi bir
yaralanmada damar bütünlüğünün korunmasını sağlayan hücrelerdir.
Bu hücrelerin fazla miktarda bulunması kan akışının bozulmasına yol
açan pıhtı veya trombüs oluşum riskini artırmaktadır. Pıhtı ve trombüs
oluşumu ise kardiyovasküler hastalıkların gelişimi için bir risk faktörü
olarak görülmektedir (Cardella-Cobas vd., 2010: 15). Bu nedenden dolayı
platelet metabolizmasını düzenleyen ajanlar araştırmacılar için ilgi odağı
olmuştur. Platelet metabolizmasını düzenleyen en önemli ajanlardan birisi
ise sarımsaktır (El-Haouari & Rosado, 2016: 1061). Hiperkolestrolemik
erkekler üzerinde yapılan bir çalışmada 10 ay boyunca 7.2 gr. bekletilmiş
sarımsak özütünün platelet agregasyonunu inhibe ettiği gösterilmiştir
(Bradley & McEwen, 2015 :307). Sağlıklı 14 gönüllü birey ile yürütülen
randomize kontrollü bir çalışmada 9.9 gr sarımsak yağının 4 saat sonunda
16 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

platelet agregasyonunu %12 oranında azalttığı kaydedilmiştir (Wojciowski


vd., 2007: 29).

Sarımsak ve Kanser
Kanser, normal hücrelerin mutasyonu sonucu kontrolsüz bir şekilde
çoğalmasıyla meydana gelen bir hastalıktır (Baysal, 2013: 509). Bu hastalık
dünya çapında ciddi bir halk sağlığı problemi olup bireylerin yaşamını
olumsuz yönde etkilemektedir. ABD’de 2018 yılında yaklaşık 1.7 milyon
yeni kanser vakasının gözlemlendiği ve yaklaşık 610.000 kişinin kansere
bağlı nedenlerle hayatını kaybettiği belirlenmiştir (Siegel vd., 2018: 7).
Kanser oluşumunu tetikleyen birçok faktörün olduğu bilinmektedir.
Bunlar çevresel ve genetik faktörler olarak 2 kategoride toplanabilmektedir.
Kanser oluşumuna en çok katkıda bulunan etmen ise çevresel faktörlerdir.
Çevresel faktörler arasında kimyasal maddeler (Sigara, aromatik aminler
nitrozaminler, kurşun civa arsenik vb.), radyasyon, onkojenik virüsler ve
beslenme alışkanlıkları yer almaktadır (Baysal, 2013: 510).
Yanlış beslenme alışkanlıkları kanseri tetikleyen önemli bir unsurdur.
Bu nedenle yanlış beslenme alışkanlıklarının değiştirilmesi, yeterli ve
dengeli beslenme alışkanlıklarının kazandırılması kanser oluşum riskini
azaltabileceği öne sürülmektedir (Grosso vd., 2017: 405). Yeterli ve den-
geli beslenme ile birlikte karsinojenik moleküllerin uzaklaştırılmasına
yardımcı olan vitamin, mineral ve biyoaktif bileşiklerin vücuda alınması
sağlanmaktadır. Sarımsak da vitamin mineral ve diğer biyoaktif bileşikleri
içerdiğinden dolayı kanser oluşum riskini azaltan önemli bir etmen olarak
görülmektedir. (Tsai vd., 2012: 20). İtalya’da yapılan bir araştırmada fazla
sarımsak tüketiminin oral kavite ve farinks (%39), özafagus (%57), kolo-
rektal (%26), larinks (%44), göğüs (%10), over (%22), prostat (%19) ve böb-
rek (%31) kanser riskini azalttığı gösterilmiştir (Galeone vd., 2006: 1027).
İnsanlar üzerinde yapılan birçok klinik çalışma sarımsağın anti-
karsinojenik bir ajan olduğunu ortaya koymaktadır (Gail & You, 2006;
Tsai vd., 2012) . Kolorektal adenoması bulunan veya kalın barsakta kanser
öncesi lezyonları olan 51 hasta ile yapılan bir çalışmada yüksek dozda
bekletilmiş sarımsak özütü (2.4 ml/gün) tüketen bireylerin düşük dozda
tüketenlere göre (0.16 ml/gün) kolon adenoma sayısının ve büyüklüğünün
daha az ve küçük olduğu rapor edilmiştir (Tsai vd., 2012: 20). Çin’de yapılan
çift kör plasebo kontrollü bir çalışmada günlük 800 mg sarımsak özütü ile
birlikte 4 mg sarımsak yağı takviyesinin kanser öncesi gastrik lezyonların
progresyonunu inhibe ettiği gösterilmiştir (Gail & You, 2006: 815).
Sarımsak birçok mekanizma aracılığıyla anti-kanser özellik gösterebil-
mektedir. Bu bitki tümörlerin biyolojik davranışlarını ve hücre içi olayları
değiştirerek, karsinojenlerin aktivasyonunu inhibe ederek, antioksidasyo-
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 17

nu arttırarak, histon deasetilaz aktivasyonunu azaltarak, tübülin polime-


rizasyonunu engelleyerek, proteazom aktivitesini değiştirerek kanser olu-
şumunu önlemekte, tümör büyüklüğünü ve gelişimini etkileyebilmektedir
(Tsai vd., 2012: 20).

Sarımsak ve Hepatoprotektif Etkisi


Karaciğer vücut ağırlığının yaklaşık %2’sini oluşturan birçok
komplike metabolik olayın gerçekleştiği önemli bir organdır. Bu organ
karbonhidrat, protein, yağ, steroid, toksin ve ilaçların metabolizmasından
sorumludur. Karaciğer fonksiyonlarının bozulması ise bu metabolik
olayların gerçekleşmesini yavaşlatmakta ve birçok ciddi komplikasyonun
görülmesine neden olmaktadır. Bu nedenden dolayı karaciğer sağlığının
korunması sağlıklı bir yaşamın olmazsa olmazıdır (Saka vd., 2013).
Karaciğer sağlığının korunmasında tüketilen besinlerin rolü oldukça
fazladır. Sebzeler diyetin önemli bir parçası olduğu için karaciğer
sağlığıyla yakından ilişkilidir. Karaciğer sağlığını etkileyen sebzelerden
biri de sarımsaktır (Guan & He, 2015: 4). Sarımsak antioksidan enzimlerin
aktivitelerini arttırarak ve karaciğer enzimlerinin konsantrasyonlarını
azaltarak hepatoprotektif etki gösterebilmektedir. Yetişkin Sprague-Dawley
sıçanları ile yürütülen bir çalışmada bekletilmiş sarımsak özütünün
aspartat aminotransferaz (AST), alanin aminotransferaz (ALT), alkalen
fosfataz, laktat dehidrogenaz aktivitelerini azaltarak; glutatyon S-transferaz
(GST), glutatyon peroksidaz (GPx), glutatyon redüktaz (GRd), katalaz ve
kuinin redüktaz aktivitelerini arttırarak alkolün neden olduğu karaciğer
hasarını iyileştirebileceği gösterilmiştir (Kim vd., 2011: 732). Erkek
tavşanlar üzerinde yapılan bir çalışmada 0.8 g/kg sarımsak takviyesinin
lipit peroksidasyonunun bir göstergesi olan malondialdehit düzeylerini,
karaciğer enzimlerini ve total bilirubin düzeylerini düşürerek CCl4 ile
indüklenmiş karaciğer hasarına karşı koruyucu olabileceği rapor edilmiştir
(Naji vd., 2017: 411). Kronik hepatitli bireyler ile yapılan bir çalışmada
(n=88) 6 hafta boyunca sarımsak yağı (50 mg) içeren tablet alımının
tablet sayısına bağlı olarak serum aminotransferaz düzeylerini azalttığı
gösterilmiştir (Lee vd., 2012: 778).

Sarımsak ve Mikroorganizmalar Üzerine Etkisi

Antimikrobiyal Aktivite
İnsanlık tarihi boyunca enfeksiyon hastalıkları gibi birçok sağlık soru-
nunun tedavisinde bitkilerin önemli bir yeri bulunmaktadır. Sarımsak da
bu bitkiler arasında olup Rus penisilini olarak bilinmektedir. Sarımsak yüz-
yıllardan beri birçok toplum tarafından enfeksiyon hastalıklarının tedavi-
sinde kullanılabileceği öne sürülmektedir (Cellini vd., 1996: 273; Bilal vd.,
18 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

2016: 313). Yapılan çalışmalarda sarımsağın Vibrio Cholera, Helicobacter


Pylori, Streptokok, Pseudomonas, Proteus vulgaris, Salmonella enteridis,
Myobakterium, Clostridium, Bacillus, Serratia marcescens Eschericia coli ve
Micrococcus türü bakterilerin aktivitelerini inhibe ettiği rapor edilmektedir
(Cellini vd., 1996: 273; Cardella-Cobas vd., 2010: 29; Bilal vd., 2016: 315).

Antifungal Aktivite
Sarımsak sağlığı olumsuz yönde etkileyen mantarların aktivitelerini
inhibe edici özelliği vardır. Sarımsakta bulunan ajoen, diallil sülfit, diallil
disülfit, diallil trisülfit bileşikleri anti-fungal aktivite göstermektedir.
Sarımsak özellikle Candida (Candida albicans), Torulopsis, Kriptokok,
Rodotorula ve Trikopiton gibi mantarlar üzerinde etkili olabilmektedir
(Cardella-Cobas vd., 2010: 30).

Antiviral Aktivite
Sarımsağın antiviral etkisi uzun zamandan beri bilinmektedir. Sarımsak
Herpes Simplex Virus 1 ve 2, Vesiküler Stomatit Virus, Vaksinya Virus ve
Parainfluenza Virus tip 3, sitomegalovirus, rinovirus tip 2, Immunoeficien-
cy Virus (HIV), viral pnömoni ve rotavirus üzerinde antiviral özellikleri
bulunabilmektedir. Sarımsakta bulunan allisin, ajoen, diallil trisülfit, allil
metil tiyosülfinat ve metil allil tiyosülfinat gibi bileşiklerin bu virüslere kar-
şı aktivite gösterebildiği ancak ajoen’nin bu bileşikler arasında en etkili ol-
duğu bildirilmiştir. (Cardella-Cobas vd., 2010: 28).

Antiparazit Etki
Sarımsağın parazit oluşumunu önlediği için parazite bağlı intestinal
hastalıkların tedavisinde kullanılabileceği ileri sürülmektedir (Lun vd.,
1994: 51; Khalil vd., 2015: 2735). Yapılan araştırmalarda insan ve hayvan-
lar için tehlike oluşturan Leishmania, Schistosoma, Trypanosoma, Giardia,
Entamoeba, Balantidium, Leptomonas, Crithidia ve Plasmodium gibi tür-
ler üzerinde antiparazitik aktivite gösterdiği bildirilmiştir (Cardella-Cobas
vd., 2010: 31; Wabwoba vd., 2010: 160;; Khalil vd., 2015: 2735).

Güvenli Alım

Yan etkileri
Sarımsak tüketimine bağlı görülen yan etkilerden en önemlileri nefes ve
vücut kokusu, alerjik dermatitler, astım, rinitler, konjonktiviteler, ürtiker,
anafilaksi ve anjioödemdir. Ayrıca çiğ sarımsak aç karnına fazla miktarda
tüketildiği takdirde gastrointestinal rahatsızlıklara, gaz oluşumuna ve
intestinal floranın değişmesine neden olabilmektedir (Tattelman, 2005:
105; Singh & Singh, 2008: 17).
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 19

İlaç ve Kimyasal Etkileşimler


Sarımsak gibi birçok bitkisel ürün, çeşitli ilaç ve kimyasallarla etkileşime
girebilmektedir. Örneğin sarımsak antitrombotik bir besin olduğu
için Warfarin gibi pıhtılaşmayı önleyici ilaçlarla birlikte kullanılması
önerilmemektedir (Cardella-Cobas vd., 2010: 34). Warfarin dışında
Saquinavir, Paracetamol, Chlorzoxazone ve Ritonavir gibi ilaçlarla da
etkileşime girerek bu ilaçların plazma konsantrasyonlarını değiştirebilmekte
ve farmakokinetiklerini azaltabilmektedir. (Izzo vd., 2016: 696).
Sarımsak bazı ilaçların yol açtığı yan etkilere karşı olumlu etkilerinin
olduğu bilinmektedir. Bu bitkinin kanser ilaçlarının neden olduğu bulantı,
kusma, diyare, stomatit ve gastrointestinal ülserlere karşı koruyucu olduğu
bildirilmiştir (Cardella-Cobas vd., 2010: 34).

Etkili Miktar
Sarımsağın etkili dozajının ne olduğu henüz tam olarak anlaşılamamasına
rağmen literatürde bu konu ile ilgili bazı önerilere yer verilmektedir. Bu
önerilere göre yetişkinler 4 g/gün (1/2 baş, 10 mg alliin ve 4000 mcg allisin)
çiğ sarımsak, günlük 2-3 kez 300 mg kurutulmuş sarımsak tableti (%1.3
alliin ve % 0.6 allisin) ve 7.2 g/gün bekletilmiş sarımsak özütü tükettiği
takdirde sarımsağın yararlı etkilerinin gözlenebileceği belirtilmiştir
(Tattelman, 2005: 105; Bongiorno vd., 2008: 12).

SONUÇ

Sağlıklı bir yaşamın en temel gerekliliklerinden biri yeterli ve dengeli


beslenmedir. Yeterli ve dengeli beslenme ise her bir besin grubundaki
besinlerin yeterli ve dengeli bir şekilde alınmasıyla mümkün olabilmektedir.
Sebze ve meyve grubu içerdiği besin öğeleri ve biyoaktif bileşenlerle sağlığın
korunması, hastalıkların önlenmesi için son derece önemlidir. Bu grupta
yer alan sarımsak içerdiği kükürtlü bileşikler sayesinde obezite, diyabet,
kardiyovasküler hastalıklar, kanser, bazı mikroorganizmalar üzerindeki
etkileri, hepatoprotektif ve diğer özellikleri nedeniyle birçok sağlık
sorununun oluşum riskini azaltmakta ve bu sağlık sorunlarının tedavisinde
kullanılabilmektedir. Ancak ağız kokusu, gastrointestinal problemler ve
bazı alerjik reaksiyonlara neden olabileceği için etki dozu iyi belirlenmeli
ve bireye özgü öneriler geliştirilmelidir.
20 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

KAYNAKÇA

AGARWAL, C. Kailash, (1996). “Therapeutic actions of garlic constituents” .


Medicinal research reviews, Vol. 16, 1, pp.111-124.
AMBATI, S., (2013). “Garlic derivatives: role in obesity and related disorders”, OA
Biotechnol, Vol. 2, 1, pp.1-5
ASHRAF, R., KHAN, R. A., & ASHRAF, I. (2011). “Garlic (Allium sativum)
supplementation with standard antidiabetic agent provides better diabe-
tic control in type 2 diabetes patients”. Pakistan Journal of Pharmacology
Science, Vol. 24, 4, pp. 565-570.
ASKAN, Emine, & DAGDEMIR, Vedat, (2015). “Türkiye Sarımsak Piyasasının
Ekonomik Analizi”. Alınteri Zirai Bilimler Dergisi, Vol. 28, 1, pp.19-26.
AUNE, D., GIOVANNUCCI, E., BOFFETTA, P., FADNES, L. T., KEUM, N., NO-
RAT, T., et al (2017). “Fruit and vegetable intake and the risk of cardiovas-
cular disease, total cancer and all-cause mortality a systematic review and
dose-response meta-analysis of prospective studies” International Journal
of Epidemiology, Vol. 46, 3, pp.1029-1056.
AYAZ, Erol & ALPSOY, C. Hüseyin, (2007). “Sarımsak (Allium sativum) ve ge-
leneksel tedavide kullanımı”. Türkiye Parazitoloji Dergisi, Vol. 31, pp.145-
149.
BARQUISSAU, V., LÉGER, B., BEUZELIN, D., MARTINS, F., AMRI, E. Z., PISA-
NI, ET AL (2018). “Caloric Restriction and Diet-Induced Weight Loss Do
Not Induce Browning of Human Subcutaneous White Adipose Tissue in
Women and Men with Obesity”. Cell reports, Vol. 22, 4, pp.1079-1089.
BAYAN, L., KOULIVAND, P. H., & GORJI, A. (2014). “Garlic: a review of po-
tential therapeutic effects”. Avicenna journal of phytomedicine, Vol. 4, 1,
pp.1-14.
BAYSAL, A., AKSOY, M., BESLER, H. T., BOZKURT, N., KEÇECİOĞLU, S.,
MERCANLIGİL, S. M., MERDOL, T. K., PEKCAN, G., YILDIZ, E.,
(2011). Diyet El Kitabı (6. Baskı), Hatiboğlu Yayımcılık: Ankara.
BAYSAL, Ayşe (2013). Kanserden Korunma ve Kanserde Beslenme Tedavisi.
ALPHAN, T. Emel, (Ed.). Hastalıklarda Beslenme Tedavisi içinde (s. 509-
540), Hatiboğlu Yayımcılık: Ankara.
BHARDWAJ, K., VERMA, M. K., VERMA, N., BHARDWAJ, S., & MISHRA,
S. (2015). “Effect of long term supplementation of active garlic allicin in
reducing blood pressure in hypertensive subjects”. International Journal of
Advances in Medicine, Vol. 2-3, pp.231-234.
BILAL, M., RAUF, A., RASHEED F., BUTT, Q. S., HUSSAIN, A., MEHBOOB, Z.,
et al. (2016). “In Vitro Antimicrobial Activity of Garlic (Allium Sativum)
Against Clinical Isolates of Vibrio Cholerae”. Journal of Rawalpindi Medi-
cal College, Vol. 20, 4, pp.312-316.
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 21

BONGIORNO, P. B., FRATELLONE, P. M., & LOGIUDICE, P. (2008). “Potential


health benefits of garlic (Allium sativum): a narrative review”. Journal of
Complementary and Integrative Medicine, Vol. 5, 1.
BORGHI, Claudio, & CICERO, F. Arrigo, (2017). “Nutraceuticals with a clinically
detectable blood pressure‐lowering effect: a review of available rando-
mized clinical trials and their meta‐analyses”. British journal of clinical
pharmacology, Vol. 83, 1, pp.163-171.
BORGI, L., MURAKI, I., SATIJA, A., WILLETT, W. C., RIMM, E. B., & FOR-
MAN, J. P. (2015). “Fruit and vegetable consumption and the incidence of
hypertension in three prospective cohort studies”. Hypertension, Vol. 67.
CARDELLA-COBAS, A., SORIA, A. C., CORZO- MARTÍNEZ, M., & VIL-
LAMIEL, M., (2010). A Comprehensive Survey of Garlic Functionality.
PACURAR, Mihail, KREJCI, Gavril (Ed.). Garlic Consumption and Health
içinde, Nova Science Publishers: New York.
CELLINI, L., DI CAMPLI, E., MASULLI, M., DI BARTOLOMEO, S., & AL-
LOCATI, N. (1996). Inhibition of Helicobacter pylori by garlic extract
(Allium sativum). FEMS Immunology & Medical Microbiology, Vol. 13, 4,
pp.273-277.
CHANG, W. T., WU, C. H., & HSU, C. L. (2015). “Diallyl trisulphide inhibits adi-
pogenesis in 3T3-L1 adipocytes through lipogenesis, fatty acid transport,
and fatty acid oxidation pathways”. Journal of Functional Foods, Vol. 16,
pp.414-422.
CUKUR, Asuman, & ERDEM, A. Imran, (2017). “Obezite Vergilerinin Obezite
ile Mücadelede Yeri: Türkiye için Bir Değerlendirme”. Sayıştay Dergisi Vol.
106, pp. 121-146.
EL HAOUARI, Mohammed, & ROSADO, A. Juan, (2016). “Medicinal plants with
antiplatelet activity”. Phytotherapy Research, Vol. 30, 7, pp.1059-1071.
GAIL, H. Mitchell, & YOU, Wei-Cheng, (2006). “A factorial trial including garlic
supplements assesses effect in reducing precancerous gastric lesions”. The
Journal of nutrition, Vol. 136, 3, pp.813-815.
GALEONE, C., PELUCCHI, C., LEVI, F., NEGRI, E., FRANCESCHI, S., TA-
LAMINI, R., et al. (2006). “Onion and garlic use and human cancer”. The
American journal of clinical nutrition, Vol. 84, 5, pp.1027-1032.
GEBREYOHANNES, Gebreselema, & GEBREYOHANNES, Mebrahtu, (2013).
“Medicinal values of garlic: A review”. International Journal of Medicine
and Medical Sciences, Vol. 5, 9, pp.401-408.
GROSSO, G., BELLA, F., GODOS, J., SCIACCA, S., DEL RIO, D., RAY, S., et al
(2017). “Possible role of diet in cancer: Systematic review and multiple
meta-analyses of dietary patterns, lifestyle factors, and cancer risk”. Nutri-
tion reviews, Vol. 75, 6, pp.405-419.
22 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

GUAN, Yong-Song, & HE, Qing. (2015). “Plants consumption and liver he-
alth”. Evidence-Based Complementary and Alternative Medicine, Vol. 2015,
pp.1-10

HA, A. W., YING, T., & KIM, W. K. (2015). “The effects of black garlic (Allium
satvium) extracts on lipid metabolism in rats fed a high fat diet”. Nutrition
research and practice, Vol. 9, 1, pp.30-36.

HE, F. J., POMBO-RODRIGUES, S., & MACGREGOR, G. A. (2014). “Salt re-


duction in England from 2003 to 2011: its relationship to blood pressure,
stroke and ischaemic heart disease mortality”. BMJ open, Vol. 4, 4, pp.1-8.

HOSSEINI, A., & HOSSEINZADEH, H. (2015). “A review on the effects of Alli-


um sativum (Garlic) in metabolic syndrome”. Journal of endocrinological
investigation, Vol. 38, 11, pp.1147-1157.

IDF, International Diabetes Atlas (2017). Brussels, Belgium: International Diabe-


tes Federation; 2013. International Diabetes Federation (IDF), 9.

IZZO, A. A., HOON□KIM, S., RADHAKRISHNAN, R., & WILLIAMSON, E. M.


(2016). “A critical approach to evaluating clinical efficacy, adverse events
and drug interactions of herbal remedies”. Phytotherapy Research, Vol. 30,
5, pp.691-700.

JAKICIC, M. John, & KELLIANN K. Davis, (2011). “Obesity and physical acti-
vity”, Psychiatric Clinics, Vol. 34, pp.829-840.

JOO, H., KIM, C.T., KIM I. H., & KIM Y., (2013). “Anti-obesity effects of hot
water extract and high hydrostatic pressure extract of garlic in rats fed a
high-fat diet”, Food and Chemical Toxicology, Vol. 55, pp.100-105.

KABAT, G.C., W.Y.Y. WU, BEA, J.W., CHEN, C., QI, L., STEFANICK, M. L., et al,
(2017). “Metabolic phenotypes of obesity: frequency, correlates and chan-
ge over time in a cohort of postmenopausal women”, International Journal
of Obesity, Vol. 41, pp.170-177.

KEOPHIPHATH, M., PRIEM F., JACQUEMOND-COLLET I., CLÉMENT K., &


LACASA D., (2009). “1,2-vinyldithiin from garlic inhibits differentiation
and inflammation of human preadipocytes”, The Journal of nutrition, Vol.
139, 11, pp.2055-2060.

KHALIL, A. M., YASUDA, M., FARID, A. S., DESOUKY, M. I., MOHI-ELDIN,


M. M., HARIDY, M., et al (2015). “Immunomodulatory and antiparasitic
effects of garlic extract on Eimeria vermiformis-infected mice”. Parasito-
logy research, Vol. 114, 7, pp.2735-2742.

KIM, E. J., LEE, D. H., KIM H. J., LEE S. J., BAN J. O., CHO M.C., et al (2012).
“Thiacremonone, a sulfur compound isolated from garlic, attenuates lipid
accumulation partially mediated via AMPK activation in 3T3-L1 adipocy-
tes”, The Journal of nutritional biochemistry, Vol. 23, 12, pp.1552-1558.
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 23

KIM, J. H., YU, S. H., CHO, Y. J., PAN, J. H., CHO, H. T., KIM, J. H., et al (2017).
“Preparation of S-allylcysteine-enriched black garlic juice and its antidia-
betic effects in streptozotocin-induced insulin-deficient mice”. Journal of
agricultural and food chemistry, Vol. 65, 2, pp.358-363.
KIM, M. H., KIM, M. J., LEE, J. H., HAN, J. I., KIM, J. H., SOK, D. E., et al (2011).
“Hepatoprotective effect of aged black garlic on chronic alcohol-induced
liver injury in rats”. Journal of medicinal food, Vol. 14, 7-8, pp.732-738.
KIM, Y., LEE M. S., KIM J. S., & LEE H. S., (2007). “Garlic decreases body weight
via decrease of serum lipid and increase of uncoupling proteins mRNA
expression”, The FASEB Journal, Vol. 21, pp.59.
KOCA, I., & TASCI, B. (2015, May). “Garlic as a functional food”. In VII Interna-
tional Symposium on Edible Alliaceae Vol. 1143, pp. 139-146.
KUMAR, R., CHHATWAL, S., ARORA, S., SHARMA, S., SINGH, J., SINGH, N.,
et al (2013). “Antihyperglycemic, antihyperlipidemic, anti-inflammatory
and adenosine deaminase–lowering effects of garlic in patients with type 2
diabetes mellitus with obesity”. Diabetes, metabolic syndrome and obesity:
targets and therapy, Vol. 6, pp.49-56.
KWAK, J. S., KIM, J. Y., PAEK, J. E., LEE, Y. J., KIM, H. R., PARK, D. S., &
KWON, O. (2014). “Garlic powder intake and cardiovascular risk factors:
a meta-analysis of randomized controlled clinical trials”. Nutrition research
and practice, Vol. 8, 6, pp.644-654.
LEE, M. H., KIM, Y. M., & KIM, S. G. (2012). “Efficacy and tolerability of
diphenyl-dimethyl-dicarboxylate plus garlic oil in patients with chronic
hepatitis”. International journal of clinical pharmacology and therapeutics,
Vol. 50, 11, pp.778-786.
LEE, S. J., KIM R. J., RYU J. H., SHIN J. H., KANG M. J., KIM I. S., et al. (2011).
“Effects of the red garlic extract for anti-obesity and hypolipidemic in obe-
se rats induced high fat diet”, Journal of Life Science, Vol. 21, 2, pp.211-220.
LII, C.K., HUANG C.Y., CHEN H.W., CHOW M.Y., LIN Y.R., HUANG C.S., et al
(2012). “Diallyl trisulfide suppresses the adipogenesis of 3T3-L1 preadipo-
cytes through ERK activation”, Food and Chemical Toxicology, Vol. 50, 3-4,
pp.478-484.
LONDHE, V. P., GAVASANE A. T., NIPATE S. S., BANDAWANE D. D., CHA-
UDHARI P. D., (2011). “Role of garlic (allium sativum) in various disea-
ses-an overview”. Journal of Research and Opinion, Vol. 1, 4.
LUN, Z. R., BURRI, C., MENZINGER, M., & KAMINSKY, R. (1994). “Antipara-
sitic activity of Diallyl Trisulfide (Dasuansu) ou Human and Animal Pat-
hogenic Protozoa (Trypanosoma sp., Entamoeba histolytica and Giardia
lamblia) in vitro”. In Annales-Socıete Belge De Medecıne Tropıcale Vol. 74,
pp. 51-59.
24 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

MANAFIKHI, R., KALIE, L., & LAHDO, R. (2015). “Effects of garlic supplemen-
tation on fasting blood sugar, HbA1c and lipid profile in type 2 diabetics
receiving metformin and glyburide”. International Journal of Academic
Scientific Research, Vol. 3, 2, pp.11-18.

MERDOL, K. Türkan (2013). Beslenmeye Bağlı Kronik Hastalıkların Önlenme-


sinde Yeterli, Dengeli ve Sağlıklı Beslenmenin Önemi ve Temel İlkeler.
ALPHAN, T. Emel, (Ed.). Hastalıklarda Beslenme Tedavisi içinde (s. 3-32),
Hatiboğlu Yayımcılık: Ankara.

NADERI, R., MOHADDES, G., MOHAMMADI, M., ALIHEMMATI, A., BA-


DALZADEH, R., GHAZNAVI, et al (2015). “Preventive effects of garlic
(Allium sativum) on oxidative stress and histopathology of cardiac tissue
in streptozotocin-induced diabetic rats”. Acta Physiologica Hungarica, Vol.
102, 4, pp.380-390.

NAJI, K. M., AL-SHAIBANI, E. S., ALHADI, F. A., & D’SOUZA, M. R. (2017).


“Hepatoprotective and antioxidant effects of single clove garlic against CCl
4-induced hepatic damage in rabbits”. BMC complementary and alternative
medicine, Vol. 17, 1, 411-422.

NESS, A. R., & POWLES, J. W. (1997). “Fruit and vegetables, and cardiovascular
disease: a review”. International Journal of epidemiology, Vol. 26, 1, pp.1-13.

OLOFSSON, C., DISCACCIATI, A., ÅKESSON, A., ORSINI, N., BRISMAR, K.,
& WOLK, A. (2017). “Changes in fruit, vegetable and juice consumption
after the diagnosis of type 2 diabetes: a prospective study in men”. British
Journal of Nutrition, Vol. 117, 5, pp.712-719.

RAHMAN, Khalid, & LOWE, M. Gordon. (2006). “Garlic and cardiovascular


disease: a critical review”. The Journal of nutrition, Vol. 136, 3, pp.736-740.

RAHMAN, Khalid, (2001). “Historical perspective on garlic and cardiovascular


disease”. The journal of nutrition, Vol. 131, 3, pp. 977-979.

RANA, S. V., PAL, R., VAIPHEI, K., SHARMA, S. K., & OLA, R. P. (2011). “Garlic
in health and disease”. Nutrition research reviews, Vol. 24, 1, pp.60-71.

RIED, K., Frank, O. R., & STOCKS, P., Nigel (2010). “Aged garlic extract lowers
blood pressure in patients with treated but uncontrolled hypertension: a
randomised controlled trial”. Maturitas, Vol. 67, 2, pp.144-150.

RIED, Karin, & FAKLER, Peter, (2014). “Potential of garlic (Allium sativum) in
lowering high blood pressure: mechanisms of action and clinical relevan-
ce”. Integrated blood pressure control, Vol. 7, pp.71-82.

RIED, Karin, (2016). “Garlic Lowers Blood Pressure in Hypertensive Individuals,


Regulates Serum Cholesterol, and Stimulates Immunity: An Updated Me-
ta-analysis and Review”, 2. The Journal of nutrition, Vol. 146, 2, pp.389-396.
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 25

SAKA, M., KÖSELER, E., METİN, S., (2013). Gastrointestinal Sistem Hastalıkları
ve Beslenme Tedavisi. ALPHAN, T. Emel, (Ed.). Hastalıklarda Beslenme
Tedavisi içinde (s. 541-638), Hatiboğlu Yayımcılık: Ankara.

SIEGEL, R. L., MILLER, K. D., & JEMAL, A. (2018). “Cancer statistics, 2018”. CA:
a cancer journal for clinicians, Vol. 68, 1, pp.7-30.

SINGH, K. Vinay, & SINGH, K. Dinay, (2008). Pharmacological Effects of Garlic


(Allium sativum L.). Annual Review of Biomedical Sciences Vol. 10, pp.6-
26.

SOBENIN, I. A., NEDOSUGOVA, L. V., FILATOVA, L. V., BALABOLKIN, M. I.,


GORCHAKOVA, T. V., & OREKHOV, A. N. (2008). “Metabolic effects of
time-released garlic powder tablets in type 2 diabetes mellitus: the results
of double-blinded placebo-controlled study”. Acta diabetologica, Vol. 45, 1,
pp.1-6.

SOLEIMANI, D., PAKNAHAD, Z., ASKARI, G., IRAJ B., FEIZI, A., (2016).
“Effect of garlic powder consumption on body composition in patients
with nonalcoholic fatty liver disease: A randomized, double-blind, place-
bo-controlled trial”, Advanced biomedical research, Vol. 5, 2.

TATTELMAN, Ellen, (2005). “Health effects of garlic”. American family physician,


Vol. 72, 1, pp.103-106.

THOMSON, M., AL-AMIN, Z. M., AL-QATTAN, K. K., SHABAN, L. H., & ALI,
M. (2007). “Anti-diabetic and hypolipidaemic properties of garlic (Allium
sativum) in streptozotocin-induced diabetic rats”. Int J Diabetes & Metabo-
lism Vol. 15, pp.108-115.

TORRES, N., GUEVARA-CRUZ, M., VELÁZQUEZ-VILLEGAS, L. A., & TO-


VAR, A. R. (2015). “Nutrition and atherosclerosis”. Archives of medical
research, Vol. 46, 5, pp.408-426.

TOULOUPAKIS, Eleftherios & GHANOTAKIS, F. Demetrios (2010). Nutraceuti-


cal Use of Garlic Sulfur-Containing Compounds. GIARDI, M. T., REA, G.,
& BERRA, B. (Eds.). In Bio-Farms for Nutraceuticals: Functional Food and
Safety Control by Biosensors (pp. 111-121). Springer Science & Business
Media: USA.

TSAI, C. W., CHEN, H. W., SHEEN, L. Y., & LII, C. K. (2012). “Garlic: Health
benefits and actions”. BioMedicine, Vol. 2, 1, pp.17-29.

TBSA, Türkiye Sağlık Bakanlığı (2014). Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırma-


sı 2010: Beslenme durumu ve alışkanlıklarının değerlendirilmesi sonuç
raporu. Ankara, Sağlık Bakanlığı Sağlık Araştırmaları Genel Müdürlüğü.

USDA, National Nutrient Database for Standard Reference, release 28, U.S. De-
partment of Agriculture, Beltsville, MD (2016).
26 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

WABWOBA, B. W., ANJILI, C. O., NGEIYWA, M. M., NGURE, P. K., KIGON-


DU, E. M., INGONGA, J., et al (2010). “Experimental chemotherapy with
Allium sativum (Liliaceae) methanolic extract in rodents infected with
Leishmania major and Leishmania donovani”. Journal of Vector Borne
Diseases, Vol. 47, 3, pp.160-167.

WHO, World Health Organization (2017). Global Health Risks-Mortality and


burden of disease attributable to selected major risks. Cancer.

WOJCIKOWSKI, K., MYERS, S., & BROOKS, L. (2007). “Effects of garlic oil
on platelet aggregation: a double blind placebo controlled crossover
study”. Platelets, Vol. 18, 1, pp.29-34.
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 27

FONKSİYONEL BESİNLER
FUNCTIONAL FOODS

Lale Sariye AKAN1, Emine ELİBOL2

ÖZET

Günümüzde bireyler beslenme ile ilgili artan bilgileri sayesinde yaşam


kalitelerini ve sağlıklarını iyileştirme eğilimi gösterir. Bireyler yaşam kalitelerini ve
sürelerini artırmak amacıyla hastalıklarını tedavi etme yerine hastalık oluşumunu
önleyici tedbirler alma yolunu seçmektedir. Bu amaçla kullanılan fonksiyonel
besinlerin pazar payı gün geçtikçe artmaktadır. Üreticiler, tüketicilerin taleplerini
karşılamak için yeni teknolojilerle yeni ürünler üretmektedir. Fonksiyonel besinler
ilk olarak 1980’li yıllarda Japonya’da tanımlanmıştır. Besleyici özelliklerinin yanı
sıra hastalıkların tedavisi ve önlenmesini sağlayan besinlere fonksiyonel besin adı
verilmektedir. Fonksiyonel besinler doğal bir besin olabileceği gibi bir fonksiyonel
besin bileşeni ile zenginleştirilmiş olabilir. Fonksiyonel besin bileşenleri arasında
prebiyotikler, probiyotikler, simbiyotikler, omega 3, diyet lifi, fenolik bileşikler,
flavanoidler, karetenoidler, fitosteroller, vitamin ve mineraller yer almaktadır. Süt
ve ürünleri, balık gibi su ürünleri, fonksiyonel etler ve yumurta hayvansal kaynaklı;
soya, yeşil ve siyah çay, keten tohumu ve ceviz ise bitkisel kaynaklı bazı fonksiyonel
besin arasında yer almaktadır. Fonksiyonel besinler ve bileşenleri, vücutta kanserin
önlenmesi ve tedavisi, kalp damar hastalıklarının, hipertansiyonun iyileşmesi,
obezite ve diyabet tedavisi gibi birçok hastalık üzerinde olumlu etkilere sahiptir.
Sonuç olarak fonksiyonel besinler sağlık üzerinde olumlu etkileri bulunmaktadır
ve bu etkinden yararlanabilmek için yeterli ve dengeli bir beslenmenin sağlanması
gerektiğide unutulmamalıdır.
Anahtar kelimeler: Fonksiyonel besinler, biyoaktif bileşenler, sağlık

ABSTRACT

Today, individuals tend to improve their quality of life and their health through
increased nutrition knowledge. Therefore, in order to increase the quality of life
and duration of the individual, instead of treating their illness, they choose to
take preventive measures. In this respect, the market share of functional foods
is increasing day by day, and producers are producing new products with new
1  Dr. Öğr. Üyesi, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi
Beslenme ve Diyetetik Anabilim Dalı, lakan@ybu.edu.tr
2  Araştırma Görevlisi, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Sağlık Bilimleri
Fakültesi Beslenme ve Diyetetik Anabilim Dalı, eelibol@ybu.edu.tr
28 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

technologies to meet consumers’ demands. Functional foods were first described


in Japan in the 1980s. In addition to its nutritional properties, food that provide
treatment and prevention of diseases are called functional foods. Functional foods
may be a natural nutrient or may be enriched by a functional nutritional component.
Functional nutritional components include prebiotics, probiotics, symbiotics,
omega 3, dietary fiber, phenolic compounds, flavanoids, karetenoids, phytosterols,
vitamins and minerals. Milk and its products, fish products such as fish, functional
meat and eggs originated from animal; soy, green and black tea, flaxseed and
walnut are among some functional nutrients originating from plants. Functional
foods and their components have positive effects on many diseases such as cancer
prevention and treatment in the body, cardiovascular diseases, improvement of
hypertension, obesity and diabetes treatment. As a result, functional foods have
positive health effects and should not be forgotten that an adequate and balanced
diet is needed to take advantage of this effect.
Keywords: Functional foods, bioactive components, health
GIRIŞ

Tıbbın babası olan Hippocrates yaklaşık 2500 yıl önce ‘İlacınız besininiz,
besiniz ilacınız olsun’ diyerek beslenmenin önemini yıllar önce vurgulamış-
tır. Hastalıkların önlenmesi, sağlığın korunması ve geliştirilmesi için diyetin
önemi 1900’lü yıllarda ön plana çıkmıştır. Ardından 20. yüzyılın başlarında
vitaminlerin belirlenmesi ve bunların sağlık üzerinde etkilerinin belirlenme-
si ile diyetin önemi gün geçtikçe artmıştır (Raghuveer & Tandon, 2009: 76).
Son yıllarda tüketicilerin besinlere olan taleplerinde değişiklikler meydana
gelmektedir. Günümüzde besinler sadece açlığı gidermek ve günlük besin
ögesi gereksinimini karşılamak için değil aynı zamanda beslenme ile ilgi-
li hastalıkları önlemek ve tüketicilerin fiziksel ve zihinsel refah düzeylerini
artırmak için hazırlanmaktadır. Bu hususta fonksiyonel besinler önemli rol
oynamaktadır. Sağlık bakım masraflarının artması, yaşam beklentisinin ve
yaşam kalitesinin artması isteği fonksiyonel besinlere olan talebin artırılma-
sında etkili olmaktadır (Siro ve ark., 2008: 456).
“Fonksiyonel besinler” terimi ilk olarak 1980’lerde Japonya’da önemli
fizyolojik etkilere sahip bileşenlere sahip besinler için tanımlanmıştır.
Fonksiyonel besinler vücudun sağlığının korunmasına yardımcı (örneğin;
prebiyotik ve probiyotik), bazı hastalıkların riskini azaltıcı (örneğin;
kolesterol düşürücü besinler) ve bazı hastalıkların iyileştirilmesinde etkili
rol oynamaktadır (Siro ve ark., 2008: 456).

1. Fonsiyonel Besinlerin Tanımı


“Fonksiyonel besin” terimi birçok defa tanımlanmıştır. olmasına rağ-
men (Roberfroid, 2002: 133). Şu ana kadar bu besinler için kabul edilmiş
tek bir tanım bulunmamaktadır (Alzamora ve ark., 2005: 205). Birçok ül-
kede fonksiyonel besinler için yasal bir tanım bulunmamakta bu nedenle
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 29

de beslenme uzmanları fonksiyonel besinler arasında yer alan ürünleri


belirlemekte zorlanmaktadır (Mark-Herbert, 2004: 713; Niva, 2007: 384).
Ülkeler yasal statüde farklı isimlendirmede fonksiyonel besin terimine yer
vermektedir. Japonya “sağlıklı yaşam için besinler (FOSHU)”, Avrupa bir-
liğinde “özel beslenme amaçlı besinler veya diyet besinleri”, Kanada’da “özel
beslenme amaçlı besinler veya diyet besinleri” ve Çin de “sağlıklı besinler
(HF)” olarak isimlendirilmektedir. (Patel ve ark., 2008: 1).
Uluslararası Yaşam Bilimleri Enstitüsü (ILSI) tarafından koordine edi-
len Avrupa Komisyonu’nun Avrupa’daki Fonksiyonel Gıda Bilimi Ortak
Eylem Projesi (FuFoSE), fonksiyonel besinleri ‘Bir besin sahip olduğu bes-
leyici özelliğinin yanı sıra insan vücudu için bir ya da daha fazla işleve sahip
olan ya da fiziksel koşulları iyileştirmek ve/veya hastalıkların gelişme riski-
ni azaltmaktadır’ açıklaması ile tanımlamıştır. Foksiyonel besinler yiyecek
formunda olmalı, hap ve kapsül şeklinde olmamalıdır. (Action, 1999: 1).
Japon Sağlık, Çalışma ve Refah Bakanlığı “FOSHU” ya göre fonksiyonel
besinin insan vücudu üzerinde fizyolojik etkileri olan bir besin bileşeni
içermesi gerekmektedir. Ancak Japonya’da 2001 yılında FOSHU fonksi-
yonel besinlerin kapsül ve tablet şeklinde de alınabileceğini söylemektedir
(Ohama ve ark., 2008: 249).
Bir besinin fonksiyonel besin olabilmesi için: doğal olarak fonksiyonel
besin bileşeni içermesi (örn., Diyet lifi); fonksiyonel besin bileşenlerince
zenginleştirilmiş olması (örn., probiyotikler, antioksidanlar); geleneksel
besinlere eklenmiş sentetik besin bileşenleri (örn., Prebiyotikler)’ni
içermelidir (Raghuveer & Tandon, 2009: 76).

2. Fonksiyonel besinler ile ilgili dünyadaki gelişmeler ve yasal


düzenlemeler
Temel besleyici özelliklerinin yanı sıra insan sağlığı üzerinde olumlu et-
kilere sahip olan fonksiyonel besinlerin ve ham maddelerinin pazar payı ve
ürün çeşitliliği gün geçtikçe artmaktadır (Mısır Balçık, 2012: 1; Yılmaz ve
ark., 2006: 1). Tüketicilerin sağlığa yararlı besinlere olan eğilimi gıda en-
düstrisine yenilikçi ürünleri ticarileştirmek için bir pazar alanı oluşturma
imkanı sağlamıştır (De Jong ve ark., 2003: 273). Amerika Birleşik Devletle-
ri, Fransa, Almanya, Hollanda, İngiltere ve Hindistan gibi ülkelerde fonksi-
yonel besin pazarı hızla artmaktadır (Dölekoğlu ve ark., 2012: 948).
Türkiye’de gıda pazarında 2000’li yıllarda yer almaya başlayan fonksiyonel
gıdalar “5179 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair
Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun”
ile metinlere geçmiştir. Büyüyen fonksiyonel besin pazarında en önemli
pazar alanını probiyotik ürünler almıştır. Ülkemizde ise süt ve süt ürünleri,
meyve suları ve nektarlar, margarinler, bitkisel çaylar ve bisküvi/kraker gibi
besinler öne çıkmaktadır (Dölekoğlu ve ark., 2012: 948).
30 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

3. Fonksiyonel Besinlere bakış açısı


Beslenme ve sağlık arasındaki ilişkinin anlaşılmasında etkili olan iler-
lemeler sayesinde fonksiyonel besinler kavramı da önemini gittikçe artır-
maktadır. Günümüzde tüketicilerin, sağlıklı beslenmenin önemini daha iyi
anlamaları nedeniyle ürünlere olan talepleride farklılık göstermeye başla-
mıştır. Değişen bu talep doğrultusunda üreticilerde fonksiyonel besinlere
yönelmiştir (Siro ve ark., 2008: 457). Türkiye’de genç ve eğitimli bireylerin
daha fazla fonksiyonel besin tüketmeye eğilimli oldukları görülmektedir
(Isleten ve ark., 2007: 1). Yapılan bir araştırmada, katılımcılar fonksiyo-
nel besinlerin sağlık üzerine etkilerini değerlendirdiğinde bu ürünleri en
çok sağlıklı gut bakterilerini artırması, zayıflamaya yardımcı olması ve ço-
cukların büyüme ve gelişmesine yardımcı olmaları nedeniyle tercih ettiği
saptanmıştır (Hacıoğlu & Kurt, 2012: 161). Aynı araştırmada bireylerin
fonksiyonel besin olarak en çok maden suyu, tahıllı diyet bisküvi ve tahıllı
kahvaltılık gevrek tükettikleri bulunmuştur (Hacıoğlu & Kurt, 2012: 161).

4. Fonksiyonel besin bileşenleri (biyoaktif bileşenler) ve sağlık


etkileşimi

4.1. Probiyotik, Prebiyotik ve simbiyotikler

4.1.1. Probiyotikler
İlk kez 1950’lerde W. Kollath (Kollath, 1953: 1260). tarafından ‘Probiyo-
tikler sadece bir besin bileşeni olarak alınmazlar’ tanımıyla probiyotik teri-
mini oluşturmuştur. Lilly ve Stillwell’in (Lilly & Stillwell, 1965: 747). 1965
yılında probiyotik tanımını ‘canlı bakteri ve sporlar için hayvancılıkta an-
tibiyotik kullanımını sınırlamaya yardımcı olacak hayvan yemi takviyeleri’
olarak tanımlamasına rağmen ilk genel gören tanım 1989’da Fuller tarafın-
dan (Fuller, 1989: 365). ‘“Mikrobiyal dengeyi sağlayarak konakçı hayvanın
sağlığını olumlu etkileyen, canlı mikroorganizma içeren beslenme desteği”
olarak tanımlamıştır (De Vrese & Schrezenmeir, 2008: 1). Dünya sağlık
örgütü ise probiyotikleri “yeterli miktarda uygulandığında konakçının sağ-
lığına olumlu katkıları olan canlı mikroorganizmalar” olarak tanımlamıştır
( Joint FAO/WHO Working Group, 2002: 8).
Kullanılan probiyotitiğe ve suşlarına göre etki mekanizmaları farklılık
göstermektedir. Bu yüzden bir probiyotik için belirlenen mekanizma
diğer probiyotikler için genellenememektedir. En çok kullanılan
mikroorganizmalardan olan bifidobakteriler ve laktobasillerin bağırsağın
pH’ını düşürerek patojen bakterilerin üremesini engellemesi ve bağırsak
florasının sağlığının korunmasında etkili olmaları probiyotiklerin bilinen
etki mekanizmaları arasında yer almaktadır (Kara , 2014: 64). Probiyotikler
laktoz intoleransında semptom ve bulguların azaltılması, rota virüs ve
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 31

antibiyotik ilişkili ishallerin önlenmesi, alerjinin önlenmesi, karsinojenisite


ve mutajenisite ilişkili riskin azaltılması, inflamatuvar bağırsak hastalıklarının
önlenmesi gibi sağlık üzerinde önemli etkilere sahiptir (Kara, 2014: 65).
Fermente süt ürünleri (kefir vb.) probiyotik ürünler arasında yer almaktadır
(De Vrese & Schrezenmeir, 2008: 22). Probiyotik ilaveli sütlerde, bebek
mamalarında ve bazı farmasötik preparatlarda probiyotik olarak laktobasiller
bulunabilmektedir (Pereira ve ark., 2003: 4743).

4.1.2. Prebiyotikler
Prebiyotiklerin tanımı ilk kez 1995 yılında Gibson ve Roberfroid tara-
fından ‘kolonda bir veya sınırlı sayıda olmak üzere daha çok çeşitli bakte-
rilerin çoğalma ve/veya aktivitesini artırarak konakçının sağlığını olumlu
yönde etkileyen ve sindirilemeyen besin bileşenleri’olarak yapılmıştır (Kara
& Coşkun, 2014: 36). Yapılan son terimde ise ‘ seçili olarak fermente ola-
bilen, gastrointestinal mikroorganizmaların kompozisyon ve/veya aktivi-
tesini etkileyerek bireyin iyi olma hali ve sağlığı üzerinde olumlu etkileri
olan besin bileşenleri’ olarak tanımlanmıştır (Kara & Coşkun, 2014: 37).
Laktüloz, galaktooligosakkaritler, fruktooligosakkaritler, inülin ve hidro-
lizatları, maltooligosakkaridler ve dirençli nişasta, insan beslenmesinde
yaygın olarak kullanılan prebiyotiklerdir. Bağırsaklarda, prebiyotikler, kısa
zincirli yağ asitleri üretmek için yararlı bakteriler tarafından fermente edi-
lir (Al-Sheraji ve ark., 2013: 1542). Böylece, dışkı hacmini ve dışkı sıklığını
artırır, kabızlık ve kalın bağırsağın mukozasının sağlığı üzerinde olumlu
etki gösterir (De Vrese & Schrezenmeir, 2008: 37). Galaktooligosakkaritler
(GOS), fruktooligosakkaritler (FOS) ve inülin en iyi bilinen prebiyotikler-
dir. GOS sindirilemez ve memelilerde sütte doğal olarak bulunan ve galak-
toz monomerler zincirlerinden oluşan laktozdan türemiştir. İnulin ve inulin
tipi fruktanlar, çözünür diyet lifleri olarak bilinmektedir (Al-Sheraji ve ark.,
2013: 1). Prebiyotikler gastroenteritin iyileşmesi, kanser riskinin azaltılma-
sı, lipit metabolizmasının düzenlenmesi ve kalsiyum ve magnezyumun
emilimini arttırması gibi, sağlık üzerinde bir çok etkiye sahiptir (Al-Sheraji
ve ark., 2013: 10; De Vrese & Schrezenmeir, 2008: 1). Prebiyotikler çeşitli
sebze ve meyvelerde bulunmaktadır ve önemli teknolojik avantajlar sunan
fonksiyonel besin bileşenleri olarak kabul edilmektedir (Al-Sheraji ve ark.,
2013: 10). Soğan, buğday, muz, sarımsak, pırasa, hindba, yer elması, bezelye
ve kuşkonmaz prebiyotik besilerden bazılarıdır (İnanç ve ark., 2005: 123).

4.1.3. Simbiyotikler
Probiyotik ve prebiyotiklerin bir arada kullanılmasına simbiyotik
denilmektedir (Taşdemir, 2017: 80). Simbiyotik ürünün tüketilmesi ile
birlikte hem probiyotik hem de pebiyotiklerin sağlık üzerine verdiği
etkiden faydalanılmaktadır ve bu ürünler son yıllarda ilgi odağı olmuştur
32 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

(Çınar & Dayısoylu, 2005: 243; Sezen, 2013: 249). Bifidobacteriumlar+


galaktooligosakkaritler, lactobacilluslar+ laktitol ve bifidobakteriumlar+
fruktooligosakkaritler en iyi bilinen simbiyotik kombinasyonlarıdır (Gülmez
& Güven, 2002: 87).

4.2. Diyet lifi


Diyet lifi suda çözünmeyen ve suda çözünen olmak üzere iki sınıfa
ayrılmaktadır. Selüloz, lignin suda çözünmeyen diyet lifleri arasında yer
alırken pektin suda çözünen lifler arasında yer almaktadır. Sağlıklı bir diyette
hem suda çözünen hem de suda çözünmeyen diyet liflerinin bulunması
gerekmektedir. Sindirilmeyen diyet lifi bağırsaktaki bakteriler tarafında
fermentasyona uğrayarak bağırsak bakterilerine yarar sağlamaktadır. Diyet
lifi obezite, kolon kanseri, kalp damar hastalıkları gibi birçok hastalık
üzerinde olumlu etkilere sahiptir (Dülger & Şahan, 2011: 148).

4.3. Yağ asitleri


Son yıllarda, insan sağlığı ve hastalıklarının önlenmesinde esansiyel yağ
asitlerinin rolüne yönelik farkındalık gittikçe artmaktadır. (Kaur, Chugh, &
Gupta, 2014:1). Elzem yağ asitleri insan vücudunda sentezlenemez ve dışarı-
dan alınması gerekmektedir. Vücuda alınan elzem yağ asitleri ince bağırsakta
sindirim sonunda beyin, göz, kal olmak üzere birçok dokuya dağılmaktadır
(Aksoy, 2008: 40). Linoleik asit (omega 6) ve linolenik asit (omega 3) elzem
yağ asitleridir (Baysal, 2009: 53). Omega 3 yağ asitlerinden eikosapentaenoik
asit (EPA, 20:5 n-3) ve dokosaheksaenoik asit (DHA, 22:6 n-3) üretilmekte
iken omega 6 yağ asitlerinden araşidonik asit üretilmektedir (Elibol & Şan-
lıer, 2017: 4). Omega 3 yağ asitleri balık ve su ürünleri, kanola, soya yağında
zenginken omega 6 yağ asitleri mısır, ayçiçek, soya ve aspur yağı gibi yağlar
da bulunmaktadır. (Aksoy, 2008: 133). (Baysal, 2009: 40).
Konjuge linoleik asit (CLA): Süt ürünleri, geviş getiren hayvanların etleri
ve et ürünlerinde bulunan ve linoleik asidin geometrik izomeri olan konjuge
linoleik asit, insanlarda kanser, ateroskleroz ve diyabet gibi önemli hastalık-
ların iyileştirilmesinde önemli rollere sahiptir (Benjamin & Spener, 2009: 2).

4.4. Karotenoidler
Sebze ve meyvelerde bol bulunan karotenidler bir fitokimyasal bile-
şendir. Sarı, turuncu ve yeşil renkli sebze ve meyvelere renklerinin veril-
mesinde etkilidirler. α ve β karoten, retinol, ksantofiller, lutein ve likopen
karotenediler arasında yer alır (Baysoy, 2013: 162). Karotenler, antioksidan
özelliği sayesinde serbest radikallere karşı vücudu korumaktadır (Sönmez
& Ellialtıoğlu, 2014: 113).
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 33

4.5. Fenolik asitler ve flavanoidler


Polifenoller birden fazla fenol ünitesi içeren ve bitkisel besinlerde bu-
lunmaktadır. Fenolik bileşikler sebze ve meyvelerde bulunmaktadır. Nar,
böğürtlen, üzüm, çay, zeytinyağı, keten tohumu, ceviz, kahve ve yer fıstığı
polifenollerin zengin kaynaklarıdır (Baysoy, 2013: 138). Meyve ve sebzeler-
de yüksek miktarda bulunan ve suda çözünen fenolik bileşikler antioksidan
kapasiteleri sayesinde birçok hastalık üzerinde koruyucu özelliğe sahiptir.
Bitkiler de doğal olarak bulunurlar. Fenolik asitler ve flavonoidler fenolik
bileşikler sınıfında yer almaktadır. (Meral ve ark., 2012: 48). Fenolik asitler
sinnamik ve benzoik asidin hidroksile edilmiş türevleridir. Fenolik asitin
kolesterol düşürücü etkisinin yanı sıra kolon ve meme kanseri riskinde
azalmaya sebep olduğu bilinmektedir (İşleroğlu & Yıldırım, 2005: 28). Fla-
vonoidler, fotosentez yapan hücrelerde yer alır ve benzo-γ-piran türevleri-
nin bir grubudur (İşleroğlu & Yıldırım, 2005: 28). Flavanoller, flavanoller,
kumarinler, antosiyaninler, tanninler gibi bileşenler flavanoidler sınıfında
yer alır (Meral ve ark., 2012: 48). Flavonoidler serbest radikallere, virüsle-
re, ülsere, alerjiye, hepatotoksinlere, trombosit kümeleşmesine ve iltihaba
karşı koruyucu biyolojik aktiviteye sahiptir. Dahası flavanoidler kapilar ge-
çirgenliği ve kırılganlığı azaltmakta, lipoksigenaz ve siklo-oksigenaz gibi
enzimlerin aktivitesini inhibe etme özelliğine sahiptir (İşleroğlu & Yıldı-
rım, 2005: 28).

4.6. Fitoöstrojenler
Fitoöstrojenler bitkisel kökenli bileşiklerdir ve östrojenik etkiye sahiptir
(Konar ve ark., 2011: 69). Fitoöstrojenler izoflavonlar, kumestanlar, lig-
nanlar ve stilbenler olmak üzere dört farklı sınıfta toplanabilmektedir. Bu
bileşik östrojenik, antiöstrojenik, antinflamatuar, antianjiogenetik ve an-
tiproliferatif özellik gösterebilmektedir (İnanç & Tuna, 2005: 91).

4.7. Fitosteroller ve Fitostanoller


Bitki sterolleri kolesterol ile benzer yapıya sahip bitki kökenli steroller-
dir (Piironen ve ark., 2000: 939). Bitki sterolleri kolesterolden farklı ola-
rak metil, etil grubu veya çift bağ içermektedir. Sitosterol, kampesterol ve
stigmasterol doğada en yaygın bulunan bitki sterolleridir (Moreau ve ark.,
2002: 457). Bitkisel yağlar (rafine edilmemiş yağlar), fıstık, tohum ve ta-
hıllar bulunmaktadır. Bağırsaklarda bitki sterolleri (%2-5) kolesteroldan
(%60 ) daha az emilmektedir. Bitki sterolleri veya stanolleri kolesterol emi-
limini azaltarak kanda toplam kolesterol ve LDL kolesterol düzeylerini dü-
şürücü özelliğe sahiptir (Berger ve ark., 2004: 5). Bitki sterolleri kolesterol
düşürücü özelliklerinin yanı sıra tümör hücre büyümesini ((LNCaP ve HT-
34 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

29) baskılaması sayesinde antikansorejen aktiviteye sahiptir (Awad ve ark.,


1998: 471; Awad ve ark. 2000: 74). Kolestrol ile karşılaştırıldığında, β-sitos-
terol, hücre büyümesinde % 24’lük bir azalmaya ve apoptozda 4 kat artışa
neden olmaktadır (Berger ve ark., 2004: 10). Ayrıca bitki sterolleri aterosk-
leroz gelişiminde rol oynayan vasküler düz kası hücresinin hiperproliferas-
yonunu önleyerek antiateroskleroz aktivite göstermektedir (Awad ve ark.
2001: 323). Bu steroller interlökin-6 ve tümör nekroz faktörü-α gibi infla-
matuar mediyatörlerin salgılanmasını inhibe ederek antiinflamatuvar ak-
tivite gösterirler (Bouic, 2001: 471). Ayrıca bitki sterollerinin antioksidan,
antiülser ve antifungoral özellliği gösteridiği de literatürde gösterilmiştir
(Berger ve ark, 2004: 11).

4.8. Vitaminler ve Mineraller


Vitaminler vücudun çalışmasında birçok biyokimyasal tepkimenin ger-
çekleşmesinde rol alırlar (Baysal, 2009: 157). Yağda eriyen vitaminlerden
olan A vitamini karaciğerde retinole dönüşütürülüp retinol bağlayıcı pro-
tein aracılığı ile dokulara taşınmaktadır. Bu vitamin esas olarak monosit,
makrofaj ve dendritik hücrelerin sitokin üretimini inhibe eder ve hücre
farklılaşmasını düzenler (Arts ve ark., 2015: 129). D vitamini, bağırsaktan
kalsiyum ve fosfat emiliminden sorumlu yağda eriyen bir vitamindir. D vi-
tamininin iki büyük formu vardır. Bitkilerde bulunan D2 (ergokalsiferol),
ergosterolün ultraviyole B ışınlamasıyla üretilirken D3 vitamini (kolkalsife-
rol), insan vücudunda sentezlenmektedir. D vitamini multipl skleroz, oto-
immün bozukluklar, enfeksiyonlar ve kardiyometabolik ve kanser hastalığı
riskini azalttığı bilinmektedir. (Chowdhury ve ark., 2014: 1). Tokoferoller,
doğal antioksidanlardandır ve yağda çözünebilmektedir. Bu vitamin hücre
membranında bulunan doymamış yağ asitlerini oksidasyondan korumak-
tadır. Ayrıca selenyum mineralinin indirgen formda kalmasını sağlayarak
mineralin antioksidan kapasitesinin korunmasında yardımcı olmaktadır.
Dahası E vitamini nitrosaminlerin oluşumunu azalttığı literatürde bulun-
maktadır (İşleroğlu & Yıldırım, 2005: 29). Suda çözünen vitaminlerden B
grubu vitaminleri, sindirim sistemi, yorgunluğun azalması, iştah artışını
sağlama, göz hastalıklarının ve deri hastalıklarının iyileştirilmesi gibi bir-
çok hastalık üzerinde etkili olmaktadır. C vitamini ise antioksidan özelliği
sayesinde fonksiyonel özellik göstermektedir (Baysal, 2009: 158). Mine-
raller, kemik ve diş sağlığının korunması, büyüme ve yaşamın sürdürüle-
bilmesi, böbrek fonksiyonlarını ve diyabet semptomlarının düzeltilmesi,
antioksidan ve antiinflamatuvar gibi vücudun çalışmasında önemli birçok
işlevleri bulunmaktadır (Baysal, 2009: 109).
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 35

5. Fonksiyonel Besinler
Gelişen pazar payı ve öneminin artması ile birlikte piyasada birçok
fonksiyonel ürün bulunmaktadır. Amerika’nın bazı fonksiyonel besinleri
kanıtlama gücü ve etkileri Tablo 1’de verilmiştir (Hasler ve ark., 2004: 816).

5.1. Hayvansal Kaynaklı Bazı Fonksiyonel Besinler


5.1.1. Süt ve süt ürünleri: Süt hem besleyici özelliği hem de sağlık
üzerinde olumlu etkilerinden dolayı önemli bir besindir. Süt tedavi edici ve
sağlığa yararlı birçok biyoaktif besini içerdiğinden dolayı fonksiyonel besin
olarak kabul edilmektedir. Süt, laktoalbumin, laktoferrin, osteopontin, lak-
toperoksidaz, lizozim, glikomakropeptid, kolostrinin, gibi biyoaktif protein;
gangliozidler, oligosakkaritler, musin gibi biyoaktif süt şekeri ve biyoaktif süt
lipitlerini içermektedir (Baysoy, 2013: 80). Süt içerdiği bu bileşenler sayesin-
de antioksidan, antikansorejen, antiinflamatuvar, antibakteriyel,olmak üzere
birçok hastalık üzerinde olumlu etkilere sahiptir (Baysoy, 2013: 80).
5.1.2. Probiyotik Peynir: Günümüze kadar probiyotik ürünler olarak
fermente yoğurt veya süt ürünleri gibi ürünler ve probiyotik ilaveli edilmiş
fermente olmamış ürünler kullanılmakta iken genişleyen ürün yelpazesi
ile birlikte araştırmacı ve firmalar probiyotik peynir üretimi üzerinde
çalışmıştır (Gürsoy & Kınık, 2006: 108).
5.1.3. Fonksiyonel dondurma: Dondurma; süt ve süt ürünleri, stabi-
lizerler, emülsifiyerler, tatlandırıcılar, renk ve aroma maddelerden meyda-
na gelen ve toplumun genelinde sevilerek tüketilen bir besindir. Ülkemizde
dondurma genel olarak yazın serinlemek ve lezzet içeriğinden dolayı ter-
cih edilmektedir. Ancak son yıllarda kalitenin artmasıyla kış aylarında da
tüketimi artmaktadır. Tüketicilerin sağlık etkilerinden dolayı fonksiyonel
besinlere yönelmeleri üreticileri dondurmaya fonksiyonel özellik katmaya
yönlendirmiştir. Dondurma probiyotik, prebiyotik ve simbiyotik eklene-
rek, yağ ve/veya şeker içeriği azaltılarak, antioksidan kapasitesi artırılarak,
peynir altı suyu, diyet lifi, omega-3 ve mineral maddeler açısından zen-
ginleştirilerek ve diğer yöntemlerle fonksiyonel hale getirilmektedir. (Türk-
men & Gürsoy, 2017: 388).
36 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Tablo 1: Amerika’nın Bazı Fonksiyonel Besinleri Kanıtlama Gücü ve Etkileri


Fonksiyonel Biyoaktif Alım
Hastalık ilişkisi Kaynak
besin bileşen düzeyi
Total ve LDL (Messina &
Soya
Soya 25g/gün kolesterol Messina, 2003:
proteini
düzeyinde azalma 100)
Trigliserit
düzeyinde azaltın,
Haftada (Erkkilä ve ark.,
kalp hastalığı,
iki kere 2003: 65; Krauss
kalp ölümlerini
Omega-3 yağlı balık; ve ark., 2000:
Balık yağı ve ölümcül ve
yağ asidi 0.5-1.8 2284; Kris-
ölümcül olmayan
g EPA+ Etherton ve ark.,
miyokard
DHA 2002: 2747).
enfarktüsünde
azalma
Omega 3 ile Kolesterol (Farrell, 1998:
zenginleştirilmiş Omega 3 - düzeyinde azalma 538; Lewis ve ark.,
yumurta 2000: 971)
½ bardak
(Giovannucci,
Domates /gün
1999: 317; Chen
ve işlenmiş (30 mg Prostat kanser
Likopen ve ark., 2001:
domates veya 10 riskinde azalma
1872;Giovannucci
ürünleri porsiyon/
ve ark., 2002: 391)
hafta)
(Belury, 1995:
Kuzu, hindi, Meme kanseri
KLA - 83; Belury, 2002:
sığır eti, süt riskinde azalma
2995)
Başına
1 ila 2
Fermente süt milyar Gastrointestinal (Sanders, 1999:
Probiyotik
ürünleri koloni sistemde iyileşme 67)
oluşturan
birimler
4-6 bardak Bazı kanser (Yang & Landau,
Yeşil çay Kateşinler
/gün türlerinde azalma 2000: 2409)
4-6 Kronik kalp
(Davies ve ark.,
Siyah çay Polifenoller bardak/ hastalığı riskinde
2003: 3298)
gün azalma
LDL: Düşük yoğunluklu lipoproteinler
5.1.4. Su ürünleri: Deniz ürünleri omega 3 yağ asidi, vitaminler, pro-
teinler, biyoaktif peptitler, mineral maddeler ve enzimleri gibi fonksiyonel
bileşenleri içerdiği için önemli fonksiyonel besinler arasında yer almakta-
dır. Deniz ürünlerinden balık ve balık yağı, omega 3 yağ asitleri, dokosa-
hekzaenoik ve eikosapentaenoik asitlerin ana kaynağıdır. Balık yağları gıda
ve eczacılık sektöründe en sık kullanılan fonksiyonel üründür (Yılmaz ve
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 37

ark., 2006: 523). Su ürünleri uzun yıllardır tüketilmesine rağmen beslen-


medeki önemi son yıllara kadar tam olarak tüketiciler tarafından bilinme-
mekteydi. Günümüzde balığın besin değeri ve sağlık açısında değerinin an-
laşılmasıyla önemi bir kez daha vurgulanmıştır. Özellikle içerdiği esansiyel
yaş asitleri sayesinde migren, romatizma, diyabet, kolesterol, tansiyon, kalp
damar hastalıkları ve bazı alerjilere karşı koruyucu özellikte olduğu bilin-
mektedir (Turan, ve ark., 2006: 505).
5.1.5. Fonksiyonel etler: Besinlerin beslenme amacı dışında sağlık
üzerinde etkileri ile fonksiyonel olarak değerlendirmek et endüstrisinde de
yeni bir alan açmaktadır. Et ve et ürünlerinin içerdikleri bileşenler saye-
sinde fonksiyonel besinleri arsında yer aldığı düşünülmektedir. Geleneksel
olarak etlerin kullanılmasının dışında etlere yağ asidi takviyesi, antioksi-
dan, diyet lifi veya probiyotiklerin dahil edilmesiyle etin fonksiyonel özelli-
ğe kavuşturulacağı düşünülmektedir (Siro ve ark., 2008: 460).
5.1.6. Fonksiyonel yumurta: ‘Doğal fonksiyonel besin’ olan yumurta
A, D, E, K ve B grubu vitaminleri ve demir, fosfor gibi minerallerden zen-
gindir. Yumurtanın besin içeriğinde tüketicilerin dikkatini çekmek ama-
cıyla üreticiler tarafından bazı değişiklikler yapılabilmektedir (Açıkgöz &
Önenç, 2006: 36). İnsan sağlığı için önemli bir yer sahip olan yumurtanın
omega 3 ile zenginleştirilmesi fikri Freshlay Foods (Devon, İngiltere) tara-
fından ortaya çıkartılmıştır. Yumurtaların omega 3 yağ asitleri, selenyum
minerali, D, E, B12 ve folik asit vitaminleri ile zenginleştirildiği bilinmek-
tedir. Belova tarafından üretilen omega-3 ve E vitamini bakımından zengin
yumurtalar 1997’de Belçika’da kullanılmaya başlanmış ve o tarihten itiba-
ren İngiltere (1998’den itibaren), Hollanda (1999’dan itibaren), Hindistan,
Japonya’ ve Güney Afrika (2000’den itibaren) da satışa sunulmuştur. Şu
anda Avrupa’da fonksiyonel yumurta üretimi yılda 50 milyonu aşmakta-
dır. Pilgrim’s Pride Company, Gold Circle Farms ve OmegaTech tarafından
üretilen fonksiyonel yumurtalar Amerika Birleşik Devletlerinde satılmak-
tadır (Surai & Sparks, 2001:7).
5.2. Bitkisel Kaynaklı Bazı Fonksiyonel Besinler
5.2.1. Soya: “Leguminosae” familyasına ait olan soya içerdiği soya pro-
teini, omega 3 yağ asitleri, diyet lifleri ve izoflavonlar sayesinde önemli bir
fonksiyonel besindir. Soyanın sağlık üzerinde olumlu etkileri sayesinde bi-
leşenleri veya kendisi bazı besinlere eklenmektedir. (Nilüfer & Boyacıoğlu,
2008: 241). Soya % 38-40 protein ve % 18-20 yağ içeriği sayesinde diğer hu-
bubat ve baklagillerden daha fazla protein ve yağ içeriğine sahiptir. Günü-
müzde tam soya ürünleri (soya, soya lifi, soya filizi), soyalı protein ürünleri
(soya sütü, soya unu) ve soyalı yağ ürünleri (rafine soya yağı, soya lesiti-
ni) yaygın olarak araştırmalarda kullanılmıştır. Soya proteinleri kolesterol
sentezini azaltarak kardiyo vasküler hastalıklar üzerinde koruyucu özelliğe
38 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

sahiptir. Ayrıca soyanın içerdiği besin ögeleri sayesinde böbrek hastalıkla-


rı, kemik sağlığının korunması ve kansere karşı koruyucu etkileri olduğu
bilinmektedir (Baysoy, 2013: 163).
5.2.3. Çay: Dünyada en yaygın tüketilen içeceklerden birisi olan çay
Camelia sinensis adlı bitkinin yapraklarından elde edilmektedir. Amino
asitler (L-teanin), polifenoller (kateşinler, teaflavn ve izomerleri, tearubin)
ve alkaloidler (kafein, teobrobin, teofilin) çayda bulunan ana bileşenlerdir.
Çayda bulunan teanin aminoasidi kan basıncını ve psikotik stresi azalttı-
ğı, bağışıklık sistemini güçlendirdiği, serebral endotel hasarı ve felç riskini
azalttığı bilinmektedir. Çayda bulunan polifenollerin ise alzheimer hastalı-
ğında koruyucu etkisi olduğu, vasküler oksidatif stresi azaltarak ve endotel
hasarı azaltarak kardiyovasküler hastalıklar üzerinde olumlu etkileri oldğu
ve metabolik sendromda iyileşe sağladığı gösterilmiştir (Baysoy, 2013: 177).
5.2.4. Domates: Domates A, B, C, E ve K vitaminleri ve potasyum
mineralinden zengin bir besindir (Yaşar, & Melek, 2014: 150). Ayrıca do-
mates içerdiği karetonoidler ve polifenoller sayesinde önemli fitokimyasal-
ları içermektedir. Bu fitokimyasallar sayesinde kardiyovasküler hastalıklar
(KVH) ve prostat kanseri gibi hastalıklarının riskinin azalmasına katkıda
bulunduğu bilinmektedir (Canene-Adams ve ark., 2005: 1226).
5.2.5. Keten tohumu: Latince adı Linum usitatissimum olan keten,
30-100 cm uzunluğunda tek yıllık bir bitkidir. Keten tohumu α-linolenik
asit ve iyi kalite protein içermesinin yanı sıra flavonoid, lignan ve fenolik
asitler gibi fitokimyasalların da doğal kaynağıdır. Keten tohumunun top-
lam yağ asidi içeriğinin yaklaşık % 55’i α-linolenik asittir (omega 3). Keten
tohumunda bulunan proteinin insülin salınımını artırarak kan glukozunun
düzenlenmesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Lignan ön maddesi olan
sekoisolarikiresinol diglukosid (SDG) keten tohumunda yüksek miktarda
bulunmaktadır. Bu lignanların tümör oluşumunu azalttığı bilinmektedir.
Ayrıca lignanlar açilCoA kolestrol transferaz ve 7α-hidroksilaz enzimle-
rinin düzenlenmesinde etkili olarak kolesterol metabolizmasında rol oy-
namaktadır. Dahası bu lignanlar antioksidan, antibakteriyel, antifungal ve
antiviral etkiye sahiptir. Keten tohumunun antimikrobiyal, antikanser ve
antioksidan özelliği yapısında bulunan fenolik asitler sayesinde olmaktadır.
(İşleroğlu & Yıldırım, 2005: 23).
5.2.6. Ceviz: Ülkemizde bütün bölgelerde yetişebilen ceviz ağacının
özellikle meyvesi kurutularak tüketilmektedir. (Yiğit ve ark., 2009: 7). Bi-
yolojik kalitesi yüksek protein içeriği sayesinde vejetaryen beslenmesinde
önemli bir yere sahiptir. Cevize fonksiyonel özelliğini kazandıran en önemli
bileşenlerden bir tanesi içerdiği yağdır. Cevizde bulunan yağın %72’si doy-
mamış yağ asitleri, %18 tekli doymamış yağ asidi ve % 10 doymuş yağ asidi-
dir (Yiğit ve ark., 2005: 163). Beslenmede önemli bir yeri olan ceviz iyi bir
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 39

yağ ve protein kaynağı olmasının yanı sıra A vitamini, tiamin, riboflavin,


niasin gibi B grubu vitaminleri ve potasyum, fosfor, demir, magnezyum,
kalsiyum ve sodyum minerallerinin de iyi bir kaynağıdır (Çelik ve ark.,
2011: 43). Ceviz içerdiği E vitamini ve diğer antioksidanlar (polifenoller
ve fitosteroller) sayesinde fonksiyonel özellik göstermektedir. Antioksidan
özelliği sayesinde kalp damar hastalıkları, bazı kanser türleri ve yaşlanma-
ya karşı koruyucu özellik gösterdiği bilinmektedir. Örneğin E vitamininin
LDL kolesterol oksidasyonuna karşı koruma sağlayarak kalp hastalıkları
riskini azalttığı gösterilmiştir. Ayrıca içerdiği diyet lifi sayesinde sindirim
sisteminin korunmasında rol oynamaktadır (Yiğit ve ark., 2005: 163).
6. Fonksiyonel içecekler
Fonksiyonel besinler kadar bir diğer önemli fonksiyonel ürünler
ise içeceklerdir. Bunlardan bazı içecekler A, C, E vitamini veya diğer
fonksiyonel bileşenler ile zenginleştirilmiş alkolsüz içeceklerdir. Bazı
içecekler ise kolesterol düşürücü (omega-3 ve soya), göz sağlığını koruyucu
(lutein) ve kemik sağlığını koruyucu (kalsiyum ve inülün) fonksiyonel
bileşenlere sahiptir (Siro ve ark., 2008: 460).

SONUÇ

Japon bilim topluluğu, 1980’lerin başında besinlerin insan vücudu


üzerindeki sağlıkla ilgili etkileri ile ilgili bilimsel kanıtları doğrulamaya
başlamış ve tanımlanan besinler ‘fonksiyonel besin’ ismi ile adlandırılmıştır.
Fonksiyonel besin pazar payı gıda endüstrisinde gün geçtikçe artan bir
hacme sahip olmaktadır. Fonksiyonel besinlerin ilerlemesinde tüketici
istekleri, gelişen teknolojik gelişmeler ve artan bilimsel çalışmalar önemli rol
oynamaktadır. Su ürünlerinde bulunan omega 3, fermente süt ürünlerinde
bulunan probiyotik, çayda bulunan polifenoller, et ve sütlerde bulunan KLA
ve domateste bulunan likopen fonksiyonel biyoaktif bileşenler arasında
yer almaktadır. Bu besin ve bileşenlerin antikansorejen, antiinflamatuvar,
antifungal, antioksidan olmak üzere birçok etkisi bulunmaktadır ve
bu sayede bir çok hastalığın iyileşmesinde etkili olmaktadır. Ancak
unutulmamalıdır ki fonksiyonel besinler tek başına mucizeler sağlayamaz
ve vücudumuz için olumlu etkilerinde yararlanabilmek için yeterli ve
dengeli bir beslenmenin de sağlanması gerekmektedir. Bu nedenle bilinçli
bir tüketim sağlanabilmesi için besin üreticilerine ve beslenme uzmanlarına
önemli görevler düşmektedir.
40 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

KAYNAKLAR

ACTİON, E. (1999), “ Scientific Concepts of Functional Foods in Europe: Consensus


Document”, British Journal of Nutrition, Vol. 81, Issue 1 , pp.1-27.
AÇIKGÖZ, Z., ÖNENÇ, S. S. (2006), “ Fonksiyonel Yumurta Üretimi”, Hayvansal
Üretim, Vol. 47, Issue 1, pp.36-46.
FULLER, R, (1989), “ Probiotics in Man and Animals”, Journal of Applied
Microbiology, Vol. 66, Issue 5, pp.365-378.
AKSOY, Meral, (2008), Beslenme Biyokimyası, Hatipoğlu Yayınevi, Ankara.
AL-SHERAJİ, S. H., ISMAİL, A., MANAP, M. Y., MUSTAFA, S., YUSOF, R. M.,
HASSAN, F. A. (2013), “Prebiotics as Functional Foods: A Review”, Journal
of Functional Foods, Vol. 54, Issue 4, pp.1542-1553.
ALZAMORA, S. M., SALVATORİ, D., TAPİA, M. S., LOPEZ-MALO, A., WELTİ-
CHANES, J., FİTO, P. (2005), “Novel Functional Foods From Vegetable
Matrices Impregnated With Biologically Active Compounds”, Journal of
Food Engineering, Vol. 67, Issue 1-2, pp.205-214.
ARTS, R. J., BLOK, B. A., CREVEL, R., JOOSTEN, L. A., AABY, P., BENN, C. S.,
NETEA, M. G. (2015), “Vitamin A Induces Inhibitory Histone Methylation
Modifications and Down‐Regulates Trained İmmunity in Human
Monocytes”, Journal of Leukocyte Biology, Vol. 98, Issue 1, pp.129-136.
KARA, Ateş, COŞKUN, Turgay(Ed.). (2014), “Teoriden Kliniğe Prebiyotikler,
Probiyotikler”, İstanbul: Akademi yayınevi.
AWAD, A., CONE, J., FİNK, C., CHEN, Y. (1998), “Beta-Sitosterol Inhibits Growth
bf HT-29 Human Colon Cancer Cells By Activating The Sphingomyelin
Cycle”, Anticancer Research, Vol. 18, Issue 1A, pp.471-473.
AWAD, A., SMİTH, A., FİNK, C. (2001), “Plant Sterols Regulate Rat Vascular
Smooth Muscle Cell Growth and Prostacyclin Release in Culture”,
Prostaglandins, Leukotrienes and Essential Fatty Acids (PLEFA), Vol. 64,
Issue 6, pp.323-330.
AWAD, A. B., GAN, Y., FİNK, C. S. (2000), “Effect of β-sitosterol, A Plant Sterol,
On Growth, Protein Phosphatase 2A, And Phospholipase D in Lncap Cells”,
Nutrition and Cancer, Vol. 36, Issue 1, pp.74-78.
BAYSAL, Ayşe, (2009), Beslenme, Hatipoğlu Yayınevi, Ankara.
BAYSOY, Gökhan, (2013), Fonksiyonel Besinler, Akademi Yayın, Ankara.
BELURY, M. A. (1995), “Conjugated Dienoic Linoleate: A Polyunsaturated Fatty
Acid With Unique Chemoprotective Properties”, Nutrition Reviews, Vol. 53,
Issue 4, pp.83-89.
BELURY, M. A. (2002), “Inhibition of Carcinogenesis By Conjugated Linoleic
Acid: Potential Mechanisms of Action”, The Journal of Nutrition, Vol. 132,
Issue 10, pp.2995-2998.
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 41

BENJAMİN, S., SPENER, F. (2009), “Conjugated Linoleic Acids As Functional


Food: An İnsight İnto Their Health Benefits”, Nutrition & Metabolism, Vol.
6, Issue 1, pp.36-49.
BERGER, A., JONES, P. J., ABUMWEİS, S. S. (2004), “Plant Sterols: Factors
Affecting Their Efficacy and Safety As Functional Food İngredients”, Lipids
in Health and Disease, Vol. 3, Issue 1, pp.5-34.
BOUİC, P. J. (2001), “The Role Of Phytosterols and Phytosterolins in İmmune
Modulation: A Review of the Past 10 Years”, Current Opinion in Clinical
Nutrition & Metabolic Care, Vol. 4, Issue 6, pp.471-475.
CANENE-ADAMS, K., CAMPBELL, J. K., ZARİPHEH, S., JEFFERY, E. H.,
ERDMAN JR, J. W. (2005), “The Tomato as a Functional Food”, The Journal
of Nutrition, Vol. 135, Issue 5, pp.1226-1230.
CHEN, L., STACEWİCZ-SAPUNTZAKİS, M., DUNCAN, C., SHARİFİ, R.,
GHOSH, L., BREEMEN, R. V., BOWEN, P. E. (2001), “Oxidative DNA
Damage in Prostate Cancer Patients Consuming Tomato Sauce-Based
Entrees as a Whole-Food Intervention”, Journal of the National Cancer
Institute, Vol. 93, Issue 24, pp.1872-1879.
CHOWDHURY, R., KUNUTSOR, S., VİTEZOVA, A., OLİVER-WİLLİAMS, C.,
CHOWDHURY, S., KİEFTE-DE-JONG, J. C., HOSHEN, M. B. (2014),
“Vitamin D and Risk of Cause Specific Death: Systematic Review and Meta-
Analysis of Observational Cohort and Randomised Intervention Studies”,
Vol. 348, Issue 1903 pp. 1-13.
ÇELİK, Ferit, CİMRİN, K. Mesut, KAZANKAYA, Ahmet, (2011), “Tavas (Denizli)
Yöresinden Selekte Edilen Ceviz (Juglans Regia L.) Genotiplerinin Bazı
Fiziksel Ve Kimyasal Özellikleri”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tarım Bilimleri
Dergisi, Vol. 21, Issue 1, pp.42-48.
ÇINAR, İnci, DAYISOYLU, K. Sinan. (2005), “Sağlık ve Beslenmede Simbiyotikler”,
Gıda Dergisi, Vol. 30, Issue 4, pp. 239-244.
DAVİES, M. J., JUDD, J. T., BAER, D. J., CLEVİDENCE, B. A., PAUL, D. R.,
EDWARDS, A. J., CHEN, S. C. (2003), “Black Tea Consumption Reduces
Total and LDL Cholesterol in Mildly Hypercholesterolemic Adults”, The
Journal of Nutrition, Vol. 133, Issue 10, pp.3298-3302.
DE JONG, N., OCKE, M. C., BRANDERHORST, H. A., FRİELE, R. (2003),
“Demographic and Lifestyle Characteristics of Functional Food Consumers
and Dietary Supplement User”,. British Journal of Nutrition, Vol. 89, Issue
2, pp.273-281.
DE VRESE, M., SCHREZENMEİR, J. (2008), “Probiotics, Prebiotics, and
Synbiotics” Food Biotechnology, Vol 111, pp. 1-66.
DÜLGER, Dilek, ŞAHAN, Yasemin, (2011), “Diyet lifin Özellikleri ve Sağlık
Üzerindeki Etkileri, Vol. 25, Isssue 2, pp. 147-157.
42 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ELİBOL, Emine, ŞANLIER, Nevin, (2017), “ Astım ve Beslenme Etkileşimi”,


Türkiye Klinikleri Archives of Lung, Vol. 18, Issue 1, pp.10-16.
ERKKİLA, A. T., LEHTO, S., PYÖRALA, K., UUSİTUPA, M. I. (2003), “n− 3 Fatty
Acids and 5-y Risks of Death and Cardiovascular Disease Events İn Patients
With Coronary Artery Disease”, The American Journal of Clinical Nutrition,
Vol. 78, Issue 1, pp.65-71.
FARRELL, D. J. (1998), “Enrichment of Hen Eggs With n-3 Long-Chain Fatty
Acids and Evaluation of Enriched Eggs in Humans”, The American Journal
of Clinical Nutrition, Vol. 68, Issue 3, pp.538-544.
GİOVANNUCCİ, E. (1999), “Tomatoes, Tomato-Based Products, Lycopene, and
Cancer: Review of the Epidemiologic Literature”, Journal of the National
Cancer Institute, Vol. 91, Issue 4, pp.317-331.
GİOVANNUCCİ, E., RİMM, E. B., LİU, Y., STAMPFER, M. J., WİLLETT, W. C.
(2002), “A Prospective Study of Tomato Products, Lycopene, and Prostate
Cancer Risk”, Journal of the National Cancer Institute, Vol. 94, Issue 5,
pp.391-398.
GÜLMEZ, M., GÜVEN, A. (2002), “Probiyotik, Prebiyotik ve Simbiyotikler”,
Kafkas Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Dergisi, Vol. 8, Issue 1, pp.83-89.
GÜRSOY, O., KINIK, Ö. (2006), “Peynir Üretiminde Probiyotik Bakterilerin
Kullanımı: Probiyotik Peynir”, Pamukkale Üniversitesi Mühendislik Bilimleri
Dergisi, Vol. 12, Issue 1, pp.105-116.
HACIOĞLU, G., KURT, G. (2012), “Tüketicilerin Fonksiyonel Gıdalara Yönelik
Farkındalığı, Kabulü ve Tutumları: İzmir İli Örneği”, Business & Economics
Research Journal, Vol. 3, Issue 1, pp. 161-171.
HASLER, C. M., BLOCH, A. S., THOMSON, C. A., ENRİONE, E., MANNİNG, C.
(2004), “ Position of the American Dietetic Association: Functional Foods”,
Journal of the American Dietetic Association, Vol. 104, Issue 5, pp.814-826.
YAŞAR, Hikmet, MELEK, Suat, (2014), Beslenme Ve Besinler, Hatipoğlu Yayınevi,
Ankara.
İNANÇ, Neriman, ŞAHİN, Habibe, ÇİÇEK, Betül, (2005), “Probiyotik Ve
Prebiyotiklerin Sağlık Üzerine Etkileri” Erciyes Tıp Dergisi, Vol 27, Issue 3,
pp. 122-127.
İNANÇ, Neriman, TUNA, Şeyma, (2005), “Fitoöstrojenler ve Sağlıktaki Etkileri”,
Erciyes Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dergisi, Vol. 2, Issue 2.
ISLETEN, M., YUCEER, Y., YİLMAZ, E., MENDES, M. (2007), “Consumer
Attitudes and Factors Affecting Buying Decision for Functional Foods”,
Gida, Vol. 32, Issue 1, pp.25-32.
İŞLEROĞLU, Hilal, YILDIRIM, Zeliha, YILDIRIM, Metin, (2005), “Fonksiyonel
Bir Gıda Olarak Keten Tohumu”, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Ziraat
Fakültesi Dergisi, Vol. 2005, Issue 2, pp. 23-30.
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 43

Joint FAO/WHO Working Group. (2002). Guidelines for the evaluation of


probiotics in food. London: World Health Organization, ON, Canada: Food
and Agriculture Organization.
KAUR, N., CHUGH, V., GUPTA, A. K. (2014), “ Essential Fatty Acids as Functional
Components of Foods-a Review”, Journal of Food Science and Technology,
Vol. 51, Issue 10, pp.2289-2303.
KOLLATH, W. (1953), “The Increase of the Diseases of Civilization and Their
Prevention”, Munchener medizinische Wochenschrift (1950), Vol. 95, Issue
47, pp.1260.
KONAR, Nevzat, POYRAZOĞLU, E. Sinan, DEMİR, Köksal, HASPOLAT, Iraz,
ARTIK, Nevzat, (2011), “Fitoöstrojenler: Bitkisel Kaynaklı Östrojenik
Bileşikler”, Karaelmas Fen ve Mühendislik Dergisi, Vol. 1, Issue 2, pp.69-75.
KRAUSS, R. M., ECKEL, R. H., HOWARD, B., APPEL, L. J., DANİELS, S. R.,
DECKELBAUM, R. J., KOTCHEN, T. A. (2000), “AHA Dietary Duidelines:
Revision 2000: A Statement for Healthcare Professionals From the Nutrition
Committee of the American Heart Association”, Circulation, Vol. 102, Issue
18, pp.2284-2299.
KRİS-ETHERTON, P. M., HARRİS, W. S., APPEL, L. J. (2002), “Fish Consumption,
Fish Oil, Omega-3 Fatty Acids, and Cardiovascular Disease”, Circulation,
Vol. 106, Issue 21, pp.2747-2757.
LEWİS, N. M., SEBURG, S., FLANAGAN, N. (2000), “Enriched Eggs as a Source
of n-3 Polyunsaturated Fatty Acids for Humans”, Poultry Science, Vol. 79,
Issue 7, pp.971-974.
LİLLY, D. M., STİLLWELL, R. H. (1965), “Probiotics: Growth-Promoting Factors
Produced By Microorganisms”, Vol. 147, Issue 3659, pp.747-748.
ÖZÇİÇEK DÖLEKOĞLU, Celile, F. Handan, ŞAHİN, Ayşe, Raflardaki Yeni Ürün
Fonksiyonel Gıdalar ve Getirdikleri. 10. Ulusal Tarım Ekonomisi Kongresi,
Konya, pp. 948-955.
MARK-HERBERT, C. (2004), “Innovation of a New Product Category—Functional
Foods”, Technovation, Vol. 24, Issue 9, pp.713-719.
MERAL, Raciye, DOĞAN, İ. Sait, KANBEROĞLU, G. Saydan, (2012), “Fonksiyonel
Gıda Bileşeni Olarak Antioksidanlar”, Iğdır Üniversitesi Fen Bilimleri
Enstitüsü Dergisi, Vol. 2, Issue 2, pp. 45-50.
MESSİNA, M., MESSİNA, V. (2003), “Provisional Recommended Soy Protein
and Isoflavone Intakes for Healthy Adults: Rationale”, Nutrition Today, Vol.
38(3), pp. 100-109.
MISIR BALÇIK, Gülsüm, (2012).” Denizel Kaynaklı Bazı Fonksiyonel Gıdalar ve
Gıda Bileşenleri”, Yunus Araştırma Bülteni, Vol. 2012, Issue 1, pp. 1-7.
MOREAU, R. A., WHİTAKER, B. D., HİCKS, K. B. (2002), “Phytosterols,
Phytostanols, and Their Conjugates in Foods: Structural Diversity,
Quantitative Analysis, and Health-Promoting Uses”, Progress in Lipid
Research, Vol. 41, Issue 6, pp.457-500.
44 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

NİLÜFER, D., BOYACIOĞLU, D. (2008), “Soya ve Soya Ürünlerinin Fonksiyonel


Gıda Bileşenleri”, Gıda/The Journal Of Food, Vol. 33, Issue 5, pp. 241-250.
NİVA, M. (2007), “‘All Foods Affect Health’: Understandings of Functional Foods
and Healthy Eating Among Health-Oriented Finns”, Appetite, Vol. 48, Issue
3, pp.384-393.
OHAMA, H., IKEDA, H., MORİYAMA, H. (2008), “Health Foods and Foods With
Health Claims in Japan”, Nutraceutical and Functional Food Regulations in
the United States and Around the World”, pp. 249-280.
PATEL, D., DUFOUR, Y., DOMİGAN, N. (2008), “Functional Food and
Nutraceutical Registration Processes in Japan and China: a Diffusion of
Innovation Perspective”, Journal of Pharmacy & Pharmaceutical Sciences,
Vol. 11, Issue 4, pp.1-11.
PEREİRA, D. I., MCCARTNEY, A. L., GİBSON, G. R. (2003), “An in Vitro Study of
the Probiotic Potential of a Bile-Salt-Hydrolyzing Lactobacillus Fermentum
Strain, and Determination of its Cholesterol-Lowering Properties”, Applied
and Environmental Microbiology, Vol. 69, Issue 8, pp.4743-4752.
PİİRONEN, V., LİNDSAY, D. G., MİETTİNEN, T. A., TOİVO, J., LAMPİ, A. M.
(2000). Plant sterols: biosynthesis, biological function and their importance
to human nutrition. Journal of the Science of Food and Agriculture, Vol. 80,
Issue 7, pp.939-966.
RAGHUVEER, C., TANDON, R. (2009), “Consumption of Functional Food and
Our Health Concerns”, Pak J Physiol, Vol. 5, Issue 1, pp.76-83.
ROBERFROİD, M. (2002), “Global View on Functional Foods: European
Perspectives”, British Journal of Nutrition, Vol. 88, Issue S2, pp.133-138.
SANDERS, M. E. (1999), Probiotics, Food Technology, Vol. 53, pp. 67-77
SEZEN, A. Gülin, (2013), “Prebiyotik, Probiyotik ve Sinbiyotiklerin İnsan ve
Hayvan Sağlığı Üzerine Etkileri”, Atatürk Üniversitesi Veteriner Bilimleri
Dergisi, Vol. 8, Issue 3, pp.248-258.
SİRO, I., KAPOLNA, E., KAPOLNA, B., LUGASİ, A. (2008), “Functional Food.
Product Development, Marketing and Consumer Acceptance—A Review”,
Appetite, Vol. 51, Issue 3, pp.456-467.
SÖNMEZ, Kenan, ELLİALTIOĞLU, Ş. Şebnem, (2014), “Domates, Karotenoidler
ve Bunları Etkileyen Faktörler Üzerine Bir İnceleme”, Derim, Vol. 31, Issue
2, pp.107-130.
SURAİ, P., SPARKS, N. (2001), “Designer Eggs: From Improvement of Egg
Composition to Functional Food”, Trends in Food Science & Technology,
Vol. 12, Issue 1, pp.7-16.
TAŞDEMİR, Aysun (2017), “Probiyotikler, Prebiyotikler, Sinbiyotikler” Kastamonu
Sağlık Akademisi Dergisi, Vol. 2, Issue, 1, pp. 71-88.
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 45

TURAN, Hülya, KAYA, Yalçın, SÖNMEZ, Gülşah, (2006), “Balık Etinin Besin
Değeri ve İnsan Sağlığındaki Yeri”, Ege Üniversitesi Su Ürünleri Dergisi, Vol.
23, Issue 1/3, pp.505-508.
TÜRKMEN, Nazlı, GÜRSOY, Ayşe, (2017), “Fonksiyonel Dondurma”, Akademik
Gıda, Vol. 15, Issue 4, pp.386-395.
YANG, C. S., LANDAU, J. M. (2000), “Effects of Tea Consumption on Nutrition
and Health”, The Journal of Nutrition, Vol. 130, Issue 10, pp.2409-2412.
YİĞİT, Aycan, ERTÜRK, Ümran, KORUKLUOĞLU, Mihriban, (2005),
“Fonksiyonel Bir Gıda: Ceviz”, Bahçe, Vol. 34, Issue 1, pp. 163-139.
YİĞİT, Demet, YİĞİT, Nimet, AKTAŞ, Esin, ÖZGEN, Ufuk, (2009), “Ceviz
(Juglans regia L.)’in Antimikrobiyel Aktivitesi”, Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti
Dergisi, Vol. 39, Issue 1-2, pp.7-11.
YILMAZ, Emin, TEKİNAY, A. Adem, ÇEVİK, Nazan, (2006), “Deniz Ürünleri
Kaynaklı Fonksiyonel Gıda Maddeleri”, Ege Üniversitesi Su Ürünleri Dergisi,
Vol. 23, Issue 1/1, pp.523-527.
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 47

SUÇ ARAŞTIRMALARINDA EVCİL KÖPEKLERE AİT


DELİLLERİN ÖNEMİ
THE IMPORTANCE OF DOMESTIC DOGS EVIDENCE IN
THE CRIME INVESTIGATION

Itır ERKAN1

Özet

Suç araştırmalarında çoğunlukla insana ait delillerin toplanması ve analiz


edilmesi söz konusudur. Ancak bazı vakalarda evcil hayvanlar da olayla bağlantı
kurmaya yaracak önemli ipuçlarına sahip olabilmektedir. Ülkemizde bu konuda
yapılmış yeterli sayıda çalışma bulunmamakla birlikte, bu çalışmada özellikle
bahsedilen vakalar ile evcil köpeklerin suç araştırmalarında ne şekilde rol
oynayabileceği üzerinde durulmuştur. Günümüzde teknolojinin ilerlemesi ile
birlikte bir tek kıl örneğinden faile/ mağdura ulaşabilmek mümkündür. Evcil
hayvanların özellikle köpeklerin ortama bırakacakları biyolojik örneklerin miktarı
düşünüldüğünde, adli soruşturmalar açısından oldukça zengin delil bulunacağı
şüphesizdir. Bu amaçla olay yeri incelemelerinin titizlikle yürütülmesi ve suç-
mağdur-sanık hakkında bilgi verebilecek evcil hayvanların da bu konuda bilgiler
taşıyabileceğinin unutulmaması gerekmektedir.
Anahtar Kelimeler: Olay yeri, delil, evcil köpek

Abstract

In a criminal investigation, the biological collected evidence is mostly human,


although animal’s evidence is commonly found at crime scenes. However, in some
cases, pets may also have important clues to connect with the case. Although
there are not enough studies on this subject in our country, this study focuses
on how domestic dogs can play a role in crime investigations especially with
the described cases. Today, with the advancement of technology, it is possible to
reach the perpetrator/aggrieved. There is no doubt that there will be a wealth of
evidence for judicial investigations, especially when considering the amount of
biological specimens of pets, especially dogs. For this purpose, it is important to
remember that the examination of the crime scene is carried out meticulously and
the domestic animals that can give information about the crime-victim-accused.
Keywords: Crime scene, evidence, domestic dog

1  Dr. Öğr. Üye., İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi,
itir.erkan@yeniyuzyil.edu.tr
48 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

GİRİŞ

Günümüzde hızla gelişen teknoloji ve değişen yaşam koşullarıyla birlik-


te suç alanları ve yöntemleri farklılaşmakta, suç oranları giderek artmakta
ve suç, toplumsal yaşam için gün geçtikçe daha büyük bir tehdit halini al-
maktadır. Bu durum, suçla mücadelenin öneminin artmasına ve toplumsal
yaşamın korunması için suçla mücadele uğraşılarına daha fazla emek, za-
man ve kaynak ayrılmasına neden olmaktadır (Aydın, 2010).
Adli soruşturmanın en önemli unsurlarından biri olan olay yeri ince-
lemeleri, suç - mağdur – sanık hakkında birçok bilgi verir. Olay yerinde
kriminal uzmanları, soruşturma uzmanı, adli tıp vb. uzmanlar modern
teknikleri kullanarak olay yerini dikkatlice incelediklerinde çoğu zaman
suçluya/suçlulara ulaşacakları ipuçları bulabilmektedir. Burada yürütülen
titiz çalışmalar, olayın aydınlatılmasını doğrudan etkiler. Adli bilimlerde
bir suç araştırılmasında toplanan biyolojik kanıtların çoğu insana ait olma-
sına rağmen, olay yerinde bulunan hayvanlara ait kanıtlar da olabilir. Bir
olay yerinde hayvana ait biyolojik materyallerin bulunmasıyla,

- kayıp bir evcil hayvan kalıntılarının belirlenmesi,


- bir kişi ya da hayvana yapılmış bir saldırıda saldıran hayvanın kimli-
ğinin belirlenmesi,
- bir kaza olayında kazaya sebep olan hayvanın kimliğinin belirlenmesi,
- maddi hasardan sorumlu hayvanın kimliğinin tespiti,
- hayvan zülumu ve hayvan hırsızlığı gibi konularında olayı aydınlatmaya
yaramaktadır.

Özellikle evcil hayvanlar adli bilimler açısından önemli bir yere


sahiptir. Hayvana ait kan, kıl, salya gibi biyolojik örnekler, olay yeri ile
mağdur arasında bağlantı kurmaya yarar. Bir evcil hayvanın yaşadığı
ortama girildikten sonra o hayvanın tüyleriyle kontamine olunmaması
neredeyse imkânsızdır. Üstelik bulundukları ortama kıllarının dökülmesi
nedeniyle olay yerine, sahiplerinin biyolojik materyalinden daha fazla
örnek bırakmış olurlar. Kılların DNA analizi sonucunda kesin olarak kılın
kaynağının, insana mı yoksa hayvana mı ait olduğunu, vücudun hangi
bölgesine ait olduğunu, hangi hayvan türüne ait olduğunu, kaynağın yaş
grubunu, zorlamayla mı yoksa kendiliğinden mi düştüğünü tespit etmek
mümkündür. Ayrıca hayvana ait biyolojik materyalin saldırgan/mağdur
üzerinde tespit edilmesi ya da hayvana ait materyal üzerinde saldırgan/
mağdura ait delilin saptanması olayın çözümünde etkili olmaktadır.
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 49

Adli Olgular ile Köpeklerin İlişkilendirilmesi


Köpekler adli olgunun sebebi olabildikleri gibi, bazen de adli olguların
çözümlenmesinde kullanılabilmektedir. Narkotik, patlayıcı, canlı insan, ce-
set arama ve asayiş-devriye alanlarında yetiştirilen özel görev köpekleri adli
bilimlerde hizmete yardımcı olmaktadır (Mesloh ve ark., 2002). Bu köpek-
lere, kurt ve tilkinin de bulunduğu ailenin adı olan ve İngilizce “kiy-nayn”
şeklinde okunan “canine”i çağrıştırmasından dolayı, K-9 köpekleri de de-
nilmektedir (Özcan ve ark., 2009).
Köpek ısırması ile ilgili yaralanmalar ve ölümlerin artması önemli bir
halk sağlığı sorununu oluşturmaktadır. Köpek saldırıları sebebi ile mey-
dana gelen yaralanmalar bazen ölümle sonuçlanabilmekte, bu sonuçlar da
adli açıdan önem arz etmektedir (Tsuji ve ark., 2008). Köpek saldırısı olay-
larında genellikle mağdur üzerinde ısırık izleri bulunur, mağdurdan elde
edilen örnek karışımında insana ait DNA yüksek oranda olsa bile, köpeğin
tükürüğünden DNA profili elde etmek mümkündür (Eichmann ve ark.,
2004; Ostrander ve ark., 1995; Francisco ve ark., 1996). Bazen köpekler de
yaralanma kurbanı olabilir. Örneğin bir köpeğin saldırı sonucu yaralanma-
sı olayında, olay yerinde bulunan kıl ve kan lekelerinden saldırıyı gerçekleş-
tiren köpek/köpeklere ait DNA analizi ile kimliklendirme yapılarak olayın
çözümlenmesi mümkündür (Dobosz ve ark., 2009).
2003-2005 yılları arasında Amerika’da UC Davis Veterinary Geneti-
cs laboratuarlarında çeşitli sebeplerle olaya karışmış köpekler üzerine bir
vaka araştırması yapılmıştır. Araştırma sonuçlarına göre bu tarihlerde ger-
çekleşen 32 vakadan 2’si maddi hasar, 6’sı ebevyn tespiti, 7’si yaralanma,
4’ü köpek dövüşü, 12’si köpek tarafından gerçekleşen bir saldırı nedeniyle
meydana gelmiştir. Ayrıca 1 vakada ise cinayet olayında köpeğin o ortamda
bulunması sebebiyle, köpek üzerinden biyolojik örnek alarak saldırganın
kimliğinin belirlenmesi sağlanmıştır (Scharnhorst ve Kanthaswamy, 2011).

Vaka 1
2003 yılında Estonia’da küçük bir kasabada genç bir kadın cesedi
bulunur. Adli incelemeler, kadının bir köpek ya da birden fazla köpeğin
saldırısına uğradığını işaret etmektedir. Kadının montu üzerinden,
saldırıyı gerçekleştirdiği düşünülen köpek/köpeklere ait kıl ve salya
örnekleri toplanır. Bu örneklerin mtDNA ve genomikDNA analizi yapılıp
referans örnek ile karşılaştırılır. Sonuçta mağdur kadının montu üzerinden
alınan örneklerle yapılan karşılaştırmada şüpheli köpeklere ait biyolojik
örneklerin hepsi dışlanır. Kesin bir sonuca ulaşılmasa da bu olay, Estonia’da
ilk kez köpeklerin adli amaçlı genetik incelemesinin yapılması bakımından
önemlidir (Aaspo˜llu ve Kelve, 2003).
50 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Vaka 2

2000 yılında Amerika’nın Indiana eyaletinde 3 kişinin ölümünden


sorumlu tutulan Phillip A. Stroud vakasında özellikle bir ayakkabı delili
dikkat çekmektedir. Stroud, hırsızlık ve cinayet amaçlı girdiği eve, olay
esnasında kısa süreliğine çıkıp yeniden girmiştir. Stroud’un kız arkadaşının
evinde olay günü giymiş olduğu bu ayakkabı, suçlanması için önemli
bir delildir. Uzmanlar, Stroud’un ayakkabısının altındaki toprak, halı lifi
ve köpek dışkısı örneklerini incelemiştir. Mağdurun evindeki halı lifleri,
olay yeri çevresindeki toprak örneği ile failin ayakkabısı altındaki köpek
dışkısı ile olay yerinde bulunan halının üzerinde de aynı dışkının olduğu
belirlenmiştir. Bu olayda Stroud, ayakkabısı altındaki halı lifinin istatistiksel
analizi, köpek dışkısının ise DNA analizi yapılarak olayla bağlantılı olduğu
tespit edilerek suçlanmıştır (URL-1).

Vaka 3

Köpeklerin adli olgularda olayın çözümlenmesinde başarı ile kullanıl-


dığına dair birçok örnek bulunmaktadır. Bu örneklerden biri amatör fo-
toğrafçı, müzik yapımcısı 23 yaşındaki zenci Wayne Williams vakasıdır.
1979-1981 yılları arasında Atlanta’da 29 zenci erkek çocuğun ölümünden
sorumlu tutulan Williams’ın olayında delil olarak, öldürülen çocukların
üzerlerinde birbirine benzer birçok lif ve köpek kılları bulunmuştur. Soruş-
turmacılar, cinayetlerin bir seri katil işi olduğunu düşünmüşlerdir. Geor-
gia Kriminal Laboratuvarı, öldürülen zenci Jimmy Lee Payne’in üzerindeki
şortunda iki adet menekşe renkte asetat lif, üç adet sarı-yeşil naylon halı lifi,
bir adet mavi-yeşil rayon lif ve yedi adet köpek kılı bulur. Birkaç gün sonra
bir başka zenci Nathaniel Cater’in cesedine rastlanır. Bu ceset üzerinde de
öncekilere benzer bir adet sarı-yeşil halı lifi, iki menekşerenkte asetat lif,
dört de köpek kılı bulunur. Polis, bunun üzerine Williams’ın evini aramış,-
yerdeki, duvardan duvara döşeli sarı-yeşil halıyı ve Alman çoban köpeğini
görünce araştırmayı bu deliller üzerinden yürütmüştür. Gerek cesetlerden,
gerekse şüphelinin evinden ve aracından toplanan yüzlerce lif, stereobino-
küler, polarize ve fluoresans mikroskopları, ayrıca mikrospektrofotomet-
re, hatta bazıları elektron mikroskobu ile incelenerek, fiziksel ve kimyasal
özellikleri karşılaştırılmıştır. FBI, cesetler üzerindeki köpek kıllarını da
mikroskobik olarak incelemiş ve Williams’ın köpeğine ait olabileceklerini
ileri sürmüştür. Bütün bu olasılıklar bir arada düşünüldüğünde Williams,
27 Şubat 1982’de iki kez ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir. 2010 yılında
dava yeniden görülmeye başlanmış ve Williams’ın köpeği Sheba’ya ait olan
kıllar ile mağdurların üzerindeki kıllar mitokondrial DNA (mtDNA) ana-
lizi yapılarak karşılaştırılmıştır. Sonuçta mağdurlar üzerindeki köpek kıl-
larının Sheba’nın kılları ile aynı olduğu tespit edilmiştir Diğer tespit edilen
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 51

delillerin sınıfsal özellikleri söz konusu iken, köpeğe ait kılların biyolojik
delil olma özelliği taşıması, bu olayda Williams’ın suçunu kesin sonuçla ka-
nıtlamıştır (Erkan, 2012).

Vaka 4
2010 yılında Caniglia ve ark.’nın yaptığı bir çalışmada, İtalya’da yasa dışı
avcılık olaylarında adli amaçlı analizler yapılarak türlerin belirlenmesinden
bahsedilmektedir. Kaçak avcılık veya artan cinayetler İtalyan kurt nüfusun-
da değişimlere sebep olunca şüpheli seri kurt katili vakası gündeme gel-
miştir. 2008 yılında kurt köpeği dişlerinden yapılan bir kolye tespit edilmiş
ve bu durumun şüpheli kurt köpeği seri katili olayı ile ilişkili olup olmadığı
araştırılmıştır. Olay yerinde bulunan 10 adet kurt dişinin, daha önce ölü
bulunan kurtların kas dokularından alınan örneklerle mtDNA ve STR (kısa
tekrar dizileri) analizleri yapılarak karşılaştırılmıştır. Elde edilen sonuç-
ların birbiriyle örtüştüğü gözlenmiştir. Bu veriler şüpheli seri kurt katile
karşı sürmekte olan ceza davasında adli genetik delil olarak kullanılmıştır
(Caniglia ve ark., 2010).

SONUÇ

Yapılan araştırmalar ve gösterilen örnek vakalar ile olay yeri denilince


sadece insanların değil, hayvanların da olayın çözülmesinde önemli rol
oynadıkları vurgulanmıştır. Suç araştırmalarında elde edilen deliller
tanımlanır, uygun şekilde toplanır ve mümkün olan en kısa sürede analiz
edilirse olay aydınlatılabilir. Bu amaçla olay yerinden elde edilecek evcil
hayvanlara ait (kedi, köpek..) biyolojik dellilerin de olayı aydınlatmada
önemli rol oynayabileceği unutulmamalıdır.
52 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

KAYNAKLAR

AASPO˜LLU, A., KELVE, M., 2003, The first criminal case in Estonia with dog’s
DNA data admitted as evidence, International Congress Series, 1239,
847–851.

AYDIN, Fatih, 2010. Faili Meçhul Öldürme Olaylarında Olay Yeri Çözümlemesi ile
Suçlu Profilinin Oluşturulması: Soruşturma Deneyimi ve Suçlu Profilleme
Eğitiminin Etkisi, Kara Harp Okulu, Savunma Bilimleri Enstitüsü Güvenlik
Bilimleri ABD, Yüksek Lisans Tezi, Ankara.

CANIGLIA, R., FABBRI, E., GRECO, C., GALAVERNI, M., RANDI, E., 2010,
Forensic DNA against wild life poaching: Identification of a serial wolf killing
in Italy, Forensic Science International : Genetics, 4, 334-338.

DOBOSZ, M., LANCİA, M., COLETTI, A., GRASSO, C., PANARESE, F., IULIIS,
P., 2009, Genetic typing of dogs’ traces in biological samples, Forensic Scien-
ce International: Genetics Supplement Series 2, 283-285.

EICHMANN, Cordula, BERGER, Burkhard, REİNHOLD, Maximilian, LUTZ,


Martin, PARSON, Walther, 2004, Canine-specific STR typing of salivatraces
on dog bite wounds, International Journal of Legal Medicine, 118(6), 337-
342.

ERKAN, Itır, 2012. Evcil Köpeklerde (Canis lupus familiaris) Mitokondrial DNA
Analizinin Adli Amaçlı Kullanımı, İstanbul Üniversitesi, Adli Tıp Enstitüsü,
Doktora Tezi, İstanbul.

FRANCISCO, L.V.,LANGSTON, A.A., MELLERSH, C.S., NEAL, C.L.,OSTRAN-


DER, E.A., 1996, A class of highly polymorphic tetranucleotide repeats for
canine genetic mapping, Mammalian Genome, 7, 359-362.

MESLOH, C.,WOLF, R., HENYCH, M., 2002, Scent as forensic evidence and its
relationship to the law enforcement canine, Journal of Forensic Identificati-
on; Criminal Justice Periodicals, 52, 2, 169.

OSTRANDER, E.A., MAPA, F.A., YEE, M., RINE, J., 1995, One hundred and one
simple sequence repeat-based markers for the canine genome, Mammalian
Genome, 6, 192-195.

ÖZCAN, Sebnem., AKIN, Hulusi, BAYRAM, Hakan, BAŞ, Musa, YILDIZ, Ah-
met, Özdemiroğlu, Atalay, 2009, Köpeklerin adli alanda kullanımı ile ilgili
bir derleme, Polis Bilimleri Dergisi, 11(1), 149-174.

SCHARNHORST, G., KANTHASWAMY, S., 2011, An assessment of scientific and


technical aspects of closed investigations of canine forensics DNA - case series
from the University of California,Davis, USA., Croat Med J., 52 (3), 280-92.
Çok Disiplinli Sağlık Bilimleri Çalışmaları 53

TSUJI, Akiko, ISHIKO, Atsushi, KIMURA, Hirohisa, NURIMOTO, Masanobu,


KUDO, Keiko, IKEDA, Noriaki, 2008, Unusual death of a baby: A dog at-
tack and confirmation using human and canine STRs, International Journal
of Legal Medicine, 122, 59-62.

URL-1: http://in.gov/judiciary/opinions/previous/archive/05250401.fsj.html

(ErişimTarihi:10.02.2018)
Diş hekimliği Çalışmaları
Diş Hekimliği Çalışmaları 57

HİPODONTİ, HİPERDONTİ, HİPO-HİPERDONTİ: GENEL


BİR BAKIŞ
HYPODONTIA, HYPERDONTIA, HYPO-HYPERDONTIA:
AN OVERVİEW

Berna GÖKKAYA 1, Özlem GÜRBÜZ OFLEZER2

ÖZET

Dental anomaliler sıklıkla genetik, epigenetik ve çevresel faktörlerin etkisiyle


oluşan, yaygın olarak görülen değişimlerdir. Hipodonti bireyin normalden eksik
sayıda dişe sahip olduğu durum iken, hiperdonti olması gerekenden fazla sayıda
diş varlığı ile karakterizedir. Bu iki durumun bir arada gözlendiği vakalar ise
konkomitant hipo-hiperdonti adını almıştır. Bu çalışmanın amacı hipodonti,
hiperdonti ve hipo-hiperdontiye ait bilgilerin güncellenerek kısaca tekrar
edilmesidir.
Anahtar kelimeler: Hipodonti, hiperdonti, hipo-hiperdonti

ABSTRACT

Dental anomalies are relatively common changes, often influenced by genetic,


epigenetic and environmental factors, in dental development. Hypodontia is a
condition in which an individual has less than the normal complement of teeth,
whereas hyperdontia is characterized by the presence of supernumerary teeth.
These two conditions are reported to be opposite extremes in the development of
the dentition. The occurrence of hypodontia and hyperdontia in the same individual
is a rare mixed numeric variation. However, not many surveys have reported the
occurrence of these opposite numeric anomalies of the teeth. If both conditions
occur in the same individual, it has been described as “concomitant hypo-
hyperdontia”. The purpose of the present study was to conduct a comprehensive
review of the literature on hypodontia, hyperdontia and hypo-hyperdontia.
Keywords: Hypodontia, hyperdontia, hypo-hyperdontia

Dental anomaliler; herediter, lokal ve sistemik faktörler veya travmatik


yaralanmalar ile ilişkili olup (Dummet, 1999:43), genellikle rutin klinik
ve radyolojik incelemeyle teşhis edilmektedir (McDonald &Avery,
1  Bahçelievler Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi, Pedodonti Kliniği, İstanbul, Türkiye
2  Bahçelievler Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi, Protetik Diş Tedavisi Kliniği,
İstanbul, Türkiye
58 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

1988:656). Diş anomalileri sayı, şekil, boyut yapı ve renk anomalileri olarak
sınıflandırılırlar (Stewart &Prescott, 1976):
Şekil anomalileri: talon kasp, dens evaginatus, füzyon, taurodontizm,
dens in dent, dilaserasyon
Sayı anomalileri: hipodonti, oligodonti, anadonti
Yapısal anomaliler: amelogenezis imperfecta, dentinogenezis imperfe-
ct, mine hipoplazisi, mine hipokalsifikasyonu, dentin displazisi, rejyonel
odontodisplazi,
Pozisyonel anomaliler: ektopik erüpsiyon, rotasyon, gömülü kalma
Boyut anomalileri: mikrodonti, makrodonti, füzyon, geminasyon olarak
gruplandırılır.
Literatürde dental anomalilerin görülme sıklığı % 5,6 ile %74 aralığında
bildirilmiştir. Farklı etnik gruplarda görülme sıklığı da farklıdır. Yapı-
lan çalışmalarda Ooshima ve ark. (1996:6) diş anomalilerin sıklığını Japon
çocuklarında %21 olarak; Gupta ve ark. (2015:7) Hintli çocuklarda %29.1
olarak tespit etmişlerdir. Benzer şekilde Garib (2006:18) ve Najm ve You-
nis (2009:21) Iraklı çocuklarda yaptıkları çalışmalarında dental anomali
sıklığını %40 ve %33.9 olarak bildirmişlerdir. İranda yapılan bir çalışmada
ise dental anomali sıklığı %40.8 olarak bulunmuştur (Ardakani ve ark.,
2007:24).
Gelişimsel dental anomali görülme sıklığı fazla olması sebebiyle bu ano-
malilerin erken teşhisi de yapılması gereken tedavi planlamasını ve maliyet-
lerini etkileyeceğinden çok önem kazanmaktadır. Çoğu vakada ileri yaşlarda
tespit edildiğinde ortodontik tedavi haricinde protetik tedavi de gerekmekte,
bu da hem tedavi sürecini uzatmakta hem de maliyetleri arttırmaktadır. Oysa
ki çocukluk çağında tespit edildiğinde multidisipliner bir tedavi planlaması
ile hem tedavi süresi kısalmakta, hem de maliyet azalmaktadır.

HiPODONTi:
Daimi dentisyonda en sık gözlenen gelişimsel anomali Hipodonti
(diş eksikliği) olup, çesitli popülasyonlarda farklı oranlarda bu anomali
prevalansını ortaya koyan çok sayıda çalışma mevcuttur (Çelikoğlu ve ark.,
2010:15; Chung ve ark., 2008:14; Harris &Clark, 2008:134; Albashaireh &
Khader, 2006:23; Nordgarden ve ark., 2002:19). Matalova ve ark.(2008:87)
hipodonti sıklığının %1.6-36.5 arasında değiştiğini bildirmiştir. Yapılan
çalışmalar daimi diş eksikliğinin Avrupa popülasyonunda %3, Asya
popülasyonunda %11 olduğunu göstermiştir (Shimizu & Maeda, 2009:45).
Türkiye’de yapılan bir çalışmada hipodonti görülme sıklığı %7 tespit
edilmesine rağmen (Gökkaya ve ark., 2015:5), yine Türkiye’de yapılan bir
diğer çalışmada hipodonti görülme sıklığı %1.77 olarak bulunmuştur
Diş Hekimliği Çalışmaları 59

(Aren ve ark., 2015:49). Fekonja Slovenya’da yaptığı çalışmada hipodonti


sıklığını %6.9 tespit etmiştir (Fekonja, 2015: 27). Japonya’da yapılan bir
çalışmada hipodonti görülme sıklığı %3.88 gözlenmiştir (Hagiwara ve ark.,
2016:104).
Beyaz ırkta yapılan prevalans çalışmasında hipodontinin daimi
dentisyonda %3.9 ile %20 oranında görüldüğü bildirilmiştir (Larmour ve
ark., 2005:36; Kruger ve ark., 2001:92; Lavelle ve ark., 1970:15; Çelikoğlu ve
ark., 2010:15). Siyah Amerikalılarda hipodonti görülme sıklığının beyaz
Amerikalılara göre daha az olduğu Harris ve Clark’ın (2008:134) yaptığı
bir çalışmada bildirilmiştir. Bu farklılıkların genetik çeşitlilikten veya
farklı çevresel faktörlerden kaynaklanabileceği, yaş, cinsiyet ve etnik köken
gibi faktörlerin de etkili olabileceği düşünülmektedir (Çelikoğlu ve ark.,
2010:15; Wu ve ark., 2009:67).
Daimi dentisyonda en çok gözlenen dental anomalinin hipodonti
olduğunu bildiren çalışmalara rağmen, Hindistan’da yapılan bir çalışmada
en çok gözlenen dental anomali mine hipoplazileri olarak tespit edilmiş,
bunu hipodonti, hiperdonti, mikrodonti, makrodonti ve dens invaginatus
izlemiştir (Singhal ve ark., 2017:4). Lagana ve ark. (2017:17) 8-12 yaş
arasındaki 5005 çocuğun panoramik radyografisini inceleyerek dental
anomali oranını %20,9 bulmuştur. Maksiller kaninin yer değiştirmesi ve
hipodonti en çok gözlenen anomali olarak tespit edilmiştir.
Literatürde hipodontinin süt dentisyonda görülme sıklığı (%0.5-% 2.4)
daimi dentisyonda görülme sıklığından (%2.6 - %11.3) daha düşüktür
(Polder ve ark., 2004:112; Larmour ve ark., 2005:36). Kafkas çocuklarda
süt dişlenmede %1 den az hipodonti görülme sıklığına rastlanmakta iken
(Nieminen, 2009:312), Japon çocuklarda süt dişlenmede görülme sıklığı
çok daha fazla tespit edilmiştir (Yonezu ve ark., 1997:38). Ve cinsiyete
göre görülme oranı 2/3 (erkek/ kadın) olarak bildiren çalışmalar olmasına
rağmen (Polder ve ark., 2004:112); 2-5 yaş arası Brezilyalı çocuklarda
süt dentisyonda yapılan bir çalışmada dental anomali sıklığı %2.5 olarak
bulunmuş ve cinsiyet ayırımı tespit edilmemiştir. En çok ikiz diş %1.3;
hipodonti %0.6; hiperdonti %0.3 ve mikrodonti %0.3 olarak belirlenmiştir
(Kramer ve ark., 2008:18).
Hipodontinin kadınlarda daha fazla görüldüğünü tespit eden çalışmalar
olduğu gibi (Fekonja, 2017:29;Larmour ve ark., 2005:36)); cinsiyet farkı
olmadığını belirten çalışmalar da vardır (Gökkaya ve ark., 2015:5; Vahid-
Dastjerdi ve ark., 2010:52).
En fazla eksikliği görülen dişin mandibular 2.premolar olduğunu
belirten çalışmalar olduğu gibi (Goya ve ark., 2008:50; Endo ve ark.,
2006:129; Tunç ve ark., 2011:139); maxiller lateral diş olduğunu belirten
çalışmalar da mevcuttur (Gomes ve ark., 2010:32; Meza ve ark., 2003:13).
60 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Garib ve ark. (2010:137) üst lateral diş eksikliği görülen hastalarda üst
2.premolar eksikliğini %10.3; alt 2.premolar eksikliğini %7.9 olarak tespit
etmişlerdir.

Şekil-1: Hipodonti (Dali ve ark., 2016)

Literatürde ortodontik tedavi gören hastalarda yapılan diş eksikliği sık-


lığı çalışmalarında tedavi görmeyen hastalara göre diş eksikliği sıklığı daha
yüksek bulunmuştur. Uslu ve ark. (Uslu ve ark., 2009.135) farklı malok-
lüzyona sahip ortodonti hastalarında dental anomali sıklığına baktıkları
çalışmalarında diş eksikliğinin %21.6 ile en fazla görülen anomali olduğu-
nu bildirmişlerdir. Gökkaya ve Kargül (2016:17) ortodontik tedavi gören
hastalarda hipodonti görülme sıklığını %7 bulmuşlardır. Brezilya’da 1049
ortodonti hastaında yapılan diğer bir çalışmada ise hipodonti görülme sık-
lığı %6.3 tespit edilmiş ve cinsiyet farkı gözlenmediği bildirilmiştir. En çok
üst 2. kesici diş eksikliği gözlenirken, bunu alt 2.premolar dişi takip ettiği
bildirilmiştir (Gomes ve ark., 2010:32). Al-Amiri ve ark. (2013:14) 496 or-
todonti hastasında dental anomali görülme sıklığına baktıkları çalışmala-
rında diş eksikliğini %9.5 tespit etmişlerdir.
Ortodontik tedavi gören hastalarda hipodonti haricinde hiperdonti, ek-
topi, gömülü dişler gibi diğer dental anomaliler de gözlenmiştir. Brezilya’da
11-19 yaş arasındaki ortodonti hastalarında dental anomali ve maloklüz-
yon sıklığına bakılan bir çalışmada en çok gözlenen dental anomaliler sı-
rasıyla ektopi, mikrodonti, gömülü dişler, hipodonti bulunmuştur. Ayrıca
gömülü dişler en çok Cl III maloklüzyona sahip hastalarda tespit edilmiştir
(Pedreirea ve ark., 2016:58). Al-Amiri ve ark. (2013:14) anomali görülme
sıklığını %20.4; gömülü kalma ya da gecikmiş sürme sıklığını %12.9; diş
eksikliğini %9.5; fazla diş görülme sıklığını %1.4 tespit etmişlerdir.
Diş Hekimliği Çalışmaları 61

Literatürde ortodonti hastalarında dental anomali ve maloklüzyon


arasında herhangi bir ilişki olup olmadığını inceleyen çalışmalar da mev-
cuttur. Uslu ve ark. (2009:135) dental anomali ve maloklüzyon arasında
herhangi bir ilişki bulamadıklarını, ancak hastaların %40.3’ünde en az bir
tane dental anomali olduğunu belirtmişlerdir. Dental anomali ve malok-
lüzyon arasında ilişki bulunmadığını bildiren birçok çalışma olduğu gibi
(Basdra ve ark., 2001:23; Al-Jabaa & Aldress., 2013: 14); Gökkaya ve Kargül
(2016:17), Al-Amiri ve ark. (2013:14) CLII maloklüzyona sahip hastalarda
hipodonti görülme sıklığının daha fazla olduğunu tespit etmişlerdir.
Hipodonti sıklıkla herhangi bir sendroma bağlı olmamasına rağmen,
bir sendroma bağlı olarak ya da dudak damak yarığı gibi hastalıklarla da
gözlenir (Arte. 2001). Down Sendromu ve Ektodermal Displazi gibi send-
romların karakteristik özelliğidir (Nieminen, 2009: 312). Down sendromlu
çocuklarda yapılan çalışmada dental anomali görülme oranı % 50,49 bu-
lunmuş; hipodonti ve makrodonti en çok gözlenen anomali olmuştur (Cu-
oghe ve ark., 2016:10).
Hipodonti bulunan hastalarda mikrodonti (Hobkirk ve ark., 1994:177;
Kramer ve ark., 2008:18; Fekonja, 2017:29) ve taurodontizm (Schalk-van
der Weide ve ark., 1993:20) görülme sıklığı fazladır. Yapılan bir çalışma-
da hipodonti görülen hastaların %29’unda alt 1.molar dişte taurodontizm
gözlenmiştir. Ektopik erüpsiyon, transpozisyon, rotasyon da hipodontinin
yaygın görülen özelliklerindendir (Schalk-van der Weide ve ark., 1993:20;
Peck ve ark., 2002:122).
Günümüzde hipodontinin sebebinin çevresel ve genetik faktörlerin
kompleks bir karışımı olduğu düşünülmektedir. 300 den fazla genin diş ek-
sikliğinde rolü olduğu, MSX1, PAX9, AXIN2, EDA, SPRY2, TGFA, SPRY4,
WNT10A, FGF3, FGF10, FGFR2 ve BMP4 en çok tespit edilen genlerdir
(Küchler ve ark., 2013:92; Kapadia ve ark., 2007:10; Alves-Ferreira ve ark.,
2014:93). PAX9 diş lerin morfogenezisi sırasında transkriptik faktörü bas-
kılar ve non-sendromik hipodontiden sorumlu olduğu tespit edilmiştir
(Cobourne & Sharpe, 2013:2). Yapılan bir çalışmada PAX9 maxillar late-
ral diş eksikliğinin PAX9 geniyle ilişkisi bulunmuştur (Alves-Ferreira ve
ark., 2014:93). MSX1 genindeki mutasyon sonucunda 2.premolar dişleri
ve mandibular santrallerde kayıp gözlendiği bildirilmiştir ( Kim ve ark.,
2006:85). AXIN2 geni diş oluşumunun proliferasyon ve diferansiasyon
aşamalarındaki mutasyondan sorumludur ve alt kesicilerin eksikliğine
neden olur (Callahan ve ark., 2009:54). EDA genindeki mutasyon sonra-
sında ise X–bağlı hipohidrotik ektodermal displazi görülmektedir (Brook,
2009:54) ve üst lateral dişlerin eksikliğinden sorumlu olduğu belirlenmiştir
(Alves-Ferreira ve ark., 2014:93).
62 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Travma, enfeksiyon ve toksinler gibi çevresel faktörlerin de kraniofacial


anomalilere neden olduğu bilinmektedir (Brook, 2009:54). Hamilelikte
geçirilen kızamıkçık hastalığının çocukta hipodontiye sebep olabileceği;
ancak hamilelik sırasındaki anne sağlığının hipodontiyle ilişkili olmadığı
bildirilmiştir (Cameron ve ark., 1996:41; Boruchov ve ark., 1971:60). Sigara
kullanımı ile kraniofacial anomaliler arasında ilişki bulunmuş; hamilelikte
sigara ve alkol kullanımının dudak-damak yarığı riskini yüksek oranda
arttırdığı açıklanmıştır (Little ve ark., 2004:82; Dixon ve ark., 2011:12).
Konjenital olarak diş eksikliği görülen kadınların over kanserine genetik
olarak yatkın olduğu bulunmuştur (Bonds ve ark., 2015:57). Yapılan
çalışmada over kanseri olan kadınlardan alınan DNA örneklerinde bulunan
MSX1, PAX9, AXIN2, EDA, WNT10A, BARX and BRCA1 genlerinin diş
eksikliğine de sebep olabileceği tespit edilmiştir.
Yapılan diğer bir çalışmada ise Over kanseri tedavisi gören 120 kadın
incelenmiş ve hipodonti varlığının kadınlarda over kanseri görülme riskini
arttırdığı açıklanmıştır (Fekonja VE ARK., 2015:49).
Hipodonti en iyi tedavi seçeneğinin belirlenmesi açısından dikkatli
bir planlamayı gerektiren, yaşam boyu sürecek olan bir problemdir. Çoğu
zaman tedavisi ilk seanstan itibaren yıllar sürmektedir. Hasta ve aileleri için
finansal kaynak da gerektirmekle beraber, interdisipliner bir yaklaşımla
çözülebilecek bir planlamayı zorunlu kılar (Hobkirk ve ark., 2011).

HİPERDONTİ (SÜPERNUMERE DİŞLER):


Hiperdonti normalden fazla sayıda diş bulunması demektir. Fazla sayıda
bulunan dişler süpernumere diş olarak da isimlendirilir. Süpernumere
dişler; basit bir odontoma, küçük, şekilsiz, tüberkül veya konik formda
rudimenter diş veya normal dişlerin anatomik yapısına benzeyen
suplementer diş olarak çeşitli şekillerde oluşabilirler (Horarlı ve ark.,
2001:275; White ve ark., 2000:303). Ve bu dişlere hem süt hem de daimi
dentisyonda rastlanabilmekle beraber, daimi dentisyonda görülme oranı
yüksektir ve erkeklerde kadınlara oranla iki kat daha fazla izlenir (White ve
ark., 2000:303; Scheiner & Sampson, 1997:42; Regezi & Sciubba, 1993:504;
Campoy ve ark., 2013:11). Yapılan çalışmalarda (33,74) hiperdontinin
erkeklerde daha fazla gözlendiğini bildirmiştir. Ayrıca maksillar anterior
bölge en fazla etkilenen bölge bulunmuştur (McBeain & Miloro, 2017).
Süt dentisyonda süpernumere diş görülme sıklığı %0.52-2 iken, daimi
dentisyonda bu değer %0.1-4 arasındadır (White ve ark., 2000:303; Campoy
ve ark., 2013:11; Buenviaje & Rapp, 1984:51; Kökten ve ark., 2003:4). Alberti
ve ark. (2006:2) yaptıkları çalışmalarında süpernumere dişlerin görülme
Diş Hekimliği Çalışmaları 63

sıklığının %0.38 ; Dastjerdi ve ark. (2010:1) çalışmalarında İranlı ortodonti


hastalarında süpernumere diş görülme sıklığını araştırmışlar ve % 0.74
bulmuşlardır. Japonyada ise 9584 lise öğrencisinin ağız içi muayenesi
yapılarak dental anomali varlığı incelenmiş ve erkeklerde %0.06; kızlarda
%0.02 oranında tespit edilmiştir ( Hagiwara ve ark., 2016:104).
Hiperdonti yani süpernumere dişler sıklıkla çocuk diş hekimleri
tarafından tespit edilirler (Ignelzi ve ark., 1989:11; Davis, 1987:15; Humerfelt
ve ark., 1985:52) ve sadece estetik olarak problem yaratmazlar. Dental
arkta çapraşıklık (Primosch, 1981: 3), diş sürmelerini engelleme (Mitchell
& Benneth, 1992:19), malpozisyon (Di Biase, 1971:22), dentigeröz kistler
(Awang & Siar, 1989:35) ve radiküler rezorpsiyonlara (Primosch, 1981: 3)
sebep olarak fonksiyonel sorunlara neden olabilirler.

Şekil-2: Çok sayıda süpernumere diş. (Maity ve ark., 2015)

Çok sayıda süpernumere dişin aynı olguda görülmesi çok nadirdir


ve genellikle cleidocranial displazi, dudak-damak yarıkları ve Gardner
sendromu gibi durumlarda gözlenir (Horarlı ve ark., 2001:275; Scheiner &
Sampson, 1997:42). Palatal bölgede orta hatta santral kesici dişler bölgesinde
yer alan süpernumere dişlere mesiodens, molar bölgesindekilere paramolar
ve üçüncü molar dişlerin distalinde oluşanlara da distomolar denir (Horarlı
ve ark., 2001:275). Süpernumere molar dişlerin etiyolojisinde, hereditenin
yanında, normal sayıdaki diş tomurcuklarının formasyonundan sonra
dental laminanın aşırı aktivitesinin devam etmesi veya ikinci, üçüncü
molar dişlerin germ bölünmesi gibi faktörler de rol oynamaktadır (76,87).
Cleidocranial Dysostozis, Gardner Sendromu gibi bazı hastalıklarda
meziodens gözlenmesindeki en önemli faktörün genetik olabileceği
düşünülmektedir (Townsend ve ark., 2005:50).
64 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Süpernumere molar dişler genelde asemptomatiktir, rutin muayenede


belirlenir. Ancak bazı olgularda ağrı yapabilmekte ve bulunduğu
bölgede komşu dişin gömük kalmasına da neden olabilmektedirler.
Süpernumere dişlerin hemen mi santral ve lateral dişlerin kök gelişiminin
tamamlanmasından sonra mı cerrahi olarak çıkarılmasına dair tartışmalar
sürmektedir (Alaçam & Bani, 2009:25). Süpernumere dişler genellikle
sürmemiş olarak ve bir tane bulunurlar. Vakaların %76-86 sında bir tane
süpernumere diş meydana gelirken, % 12-23 ünde iki tane gözlenir. Çoklu
sayıda süpernumere dişler ise sadece vakaların %1 inden az hastada
meydana gelmektedir (Yagüe-Garcia ve ark., 2009:1). Komplikasyonları
önlemek için süpernumere dişlerin erken çıkarılmasının iyi bir tedavi
seçeneği olduğunu bildiren çalışmalar mevcuttur (Yagüe-Garcia ve ark.,
2009:1; Alberti ve ark.,2006:2).

HİPO-HİPERDONTİ:
Hipodonti ve hiperdontinin aynı vakada birlikte bulunması durumuna
Konkomitant hipo-hiperdonti denilmektedir (Camilleri, 1967:123) ve lite-
ratürde CHH olarak kullanılmaktadır. Diş gelişiminin başlangıç safhasında
epitelyal ve mezenşim hücreleri arasındaki etkileşim ve migrasyon, proli-
ferasyon ve differensiasyon aşamalarındaki nöral hücrelerin dağılımının
sebep olabileceği düşünülmektedir (Sharma, 2001:19). Ellis-van Creveld
(Hattab ve ark., 1998:22), Marfan (Mallineni ve ark., 2012:3), Downs (Acer-
bi ve ark., 2001:21), Dubowitz (Nuvvula ve ark., 2010:1) gibi sendromlarla
ilişkisi var gibi görünse de toplumda bu sendromların görülme sıklığı çok
azdır. CHH prevelansı %0.002-3.1 arasındadır (Nuvvula ve ark., 2010:1).
Ancak ortodonti hastalarında CHH prevelansı %0.7 tespit edilmiştir (Gök-
kaya ve Kargül, 2016:17).
CHH daimi dentisyonda süt dentisyon ve karma dentisyona göre daha
fazla görülmektedir (Ratna, 1988:8). Maksiller arkta mandibular arka göre
fazla bulunmakta (Camilleri, 1967:123); erkeklerde kadınlardan daha
fazla olduğu bildirilmektedir (Camilleri, 1967:123; Gökkaya ve Kargül,
2016:17). Meziodens en fazla görülen diştir (Kim & Lee, 2003:70; Russell
& Folwarzcna, 2003:69). Mandibular 2.premolar diş ise en fazla eksikliği
görülen diştir (Gökkaya ve Kargül, 2016:17; Endo ve ark., 2006: 129).
Yapılan bir çalışmada CLI ve CLII oklüzyona sahip kız hastalarda ve
CLIII oklüzyona sahip erkek hastalarda CHH görülmediği bildirilmiştir
(Gökkaya ve Kargül, 2016 ).
CHH ile taurodontizmin (Mallineni ve ark., 2015:22; Nirmala ve ark.,
2013:54); dens evaginatusun (Manjunatha ve ark., 2011:22); ikiz dişin
(Sharma, 2012:23) ve mine hipoplazisinin (Mallineni ve ark., 2015:22)
ilişkili olduğu yapılan çalışmalarda tespit edilmiştir.
Diş Hekimliği Çalışmaları 65

Şekil-3: Konkomitant hipo-hiperdonti (Surendran ve ark., 2014.)

CHH’nın tedavisinde multidisipliner bir yaklaşım gerekmektedir.


Standart bir tedavi protokolü yoktur (Anthonappa ve ark., 2008:106).
Hipo-hiperdonti de diğer dental anomaliler gibi dikkatli, titiz bir
intraoral ve radyolojik muayene ile erken dönemde tespit edildiklerinde,
multidisipliner bir tedavi planlaması yapılarak, hastanın hem fonksiyonel,
hem estetik, hem de psikolojik gereksinimlerini karşılayabilecekleri şekilde
yönetilebilirler. Uzun vadede bu etkin planlama ve erken teşhis, tedavi
maliyetlerini de azaltacaktır.

KAYNAKÇA

ACERBI AG, Freitas C, Magalhaes MHCG, (2001), ‘Prevalence of numeric


anomalies in the permanent dentition of patients with Down syndrome’,
Spec Care Dentist, Vol.21,Issue 2, pp.75–78.
ALACAM A, Bani M, (2009), ‘Mesiodens as a risk factor in treatment of trauma
cases’, Dent Traumatol, Vol. 25, Issue 2, pp.25–31.
AL-AMIRI A, Tabbaa S, Preston CB, Al-Jewair T, (2013), ‘The prevalence of dental
anomalies in orthodontic patients at the State University of New York at
Buffalo’, J Contemp Dent Pract, Vol.14, Issue 3,pp.518-523.
ALBASHAIREH ZS, Khader YS, (2006), ‘The prevalence and pattern of hypodontia
of the permanent teeth and crown size and shape deformity affecting upper
lateral incisors in a sample of Jordanian dental patients’, Community Dent
Health, Vol.23, pp.239-243.
66 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ALBERTI G, Mondani PM, Parodi V, (2006), ‘Eruption of supernumerary


permanent teeth in a sample of urban primary school population in Genoa,
Italy’ Eur J Paediatr Dent, Vol.2, pp.89-92.
AL-JABAA AH, Aldrees AM, (2013), ‘Prevalence of dental anomalies in Saudi
orthodontic patients’ J Contemp Dent Pract ,Vol.14,pp. 724-730.
ALVES-FERREIRA M, Pinho T, Sousa A, Sequeiros J, Lemos C, Alonso I, (2014)
‘Identification of genetic risk factors for maxillary lateral incisor agenesis’
Journal of Dental Research, Vol.93, Issue 5, pp.452–458.
ANTHONAPPA RP, Lee CK, Yiu CK, King NM,(2008), ‘Hypohyperdontia:
Literature review and report of seven cases’, Oral Surg Oral Med Oral Pathol
Oral Radiol Endod, Vol.106, pp.24–30.
ARDAKANI FE, Sheikhha MH, Ahmadi H, (2007), ‘Prevalence of dental
developmental anomalies: a radiographic study’, Community Dental
Health, Vol. 24, pp. 00–00.
AREN G, Guven Y, Guney Tolgay C, Ozcan I, Bayar OF, Kose TE, Koyuncuoglu G,
Ak G, (2015), ‘The prevalence of dental anomalies in a turkish population’,
J Istanb Univ Fac Dent, Vol. 49, Issue 3, pp.23-28.
ARTE S, (2001), Phenotypic and genotypic features of familial hypodonita,
University of Helsinki,Finland.
AWANG MN, Siar CH, (1989), ‘Dentygerous cyst due to mesiodens: report of two
cases’, Jr Ir Dent Assoc, Vol.35, pp. 117-118.
BACCETTI T, (1998), ‘Tooth rotations associated with tooth ageneis’, The Angle
Orthodontist, Vol. 68, Issue 3, pp. 267–274.
BASDRA EK, Kiokpasoglou MN, Komposch G, (2001), ‘Congenital tooth
anomalies and malocclusions: a genetic link?’, Eur J Orthod, Vol.23, pp.
145-151.
BONDS J, Pollan-White S, Xiang L, Mues G, D’Souza R, (2014), ‘Is there a link
between ovarian cancer and tooth agenesis?’, Eur J Med Genet, Vol.57, Issue
5, pp. 235-239.
BORUCHOV MJ, Green LJ, (1971), ‘Hypodontia in human twins and families’,
American Journal of Orthodontics, Vol.60, Issue 2, pp. 165–174.
BROOK AH, (2009), ‘Multilevel complex interactions between genetic, epigenetic
and environmental factors in the aetiology of anomalies of dental
development’, Archives of Oral Biology, Vol.54, Issue 1, pp.3–17.
BUENVIAJE TM, Rapp R, (1984), ‘Dental anomalies in children: a clinical and
radiographic survey’, J Dent Child, Vol.51, pp. 42–46.
CALLAHAN N, Modesto A, Meira R, Seymen F, Patir A, Vieira AR, (2009), ‘Axis
inhibition protein 2 (AXIN2) polymorphisms and tooth agenesis’, Archives
of Oral Biology, Vol.54, Issue 1, pp. 45–49.
Diş Hekimliği Çalışmaları 67

CAMERON J, Sampson WJ, (1996),‘Hypodontia of the permanent dentition: Case


reports’, Australian Dental Journal, Vol.41, Issue 1, pp. 1–5.
CAMILLERI GE, (1967), ‘Concomitant hypodontia and hyperodontia. Case
report’, Br Dent J, Vol.123, Issue 7, pp.338–339.
CAMPOY MD, González-Allo A, Moreira J, Ustrell J, Pinho T, (2013), ‘Dental
anomalies in a Portuguese population’, Int Orthod, Vol.11, Issue 2, pp. 210-
220.
CHUNG CJ, Han JH, Kim KH, (2008), ‘The pattern and prevalence of hypodontia
in Koreans’, Oral Dis, Vol.14, pp.620-625.
ÇELIKOGLU M, Kazancı F, Miloğlu O, Öztek O, Kamak H, Ceylan I, (2010),
‘Frequency and characteristics of tooth agenesis among an orthodontic
patient population’, Med Oral Patol Oral Cir Bucal, Vol.15, pp. 797-801.
COBOURNE MT, Sharpe PT, (2013), ‘Diseases of the tooth: the genetic and
molecular basis of inherited anomalies affecting the dentition, Wiley
Interdisciplinary Reviews, Developmental Biology, Vol.2, Issue 2, pp. 183–
212.
CUOGHI OA, Topolski F, Perciliano de Faria L, Occhiena CM, Ferreira ND, Ferlin
CR, Rogério de Mendonça M, (2016), ‘Prevalence of Dental Anomalies in
Permanent Dentition of Brazilian Individuals with Down Syndrome’, Open
Dent J, Vol. 10, pp. 469-473.
DALI M, Shrestha S, Rajbanshi LK, (2016), ‘Esthetic Rehabilitation of Familial
Hypodontia: A Case Report’, Birat Journal of Health Sciences, Vol.1, Issue
1, PP. 71-74.
DAVIS PJ, (1987), ‘Hypodontia and hyperdontia of permanent teeth in Hong Kong
schoolchildren’,Community Dental Oral Epidemiol, Vol.15, 4, pp. 218-20.
DI BIASE D, (1971), ‘The effects of variations in tooth morphology and position of
eruption’, Dent Pract Dent Rec, Vol.22, pp. 95-108.
DIXON MJ, Marazita ML, Beaty TH, Murray JC,(2011), ‘Cleft lip and palate:
understanding genetic and environmental influences’ Nature Reviews
Genetics, Vol.12, Issue 3, pp. 167–178.
DUMMET CO, (1999), ‘Anomalies of the developing dentition, Pediatric Dentistry,
3rd edn. Unites States of America, pp. 43.
ENDO T, Ozoe R, Kubota M, Akiyama M, Shimooka S, (2006), ‘A survey of
hypodontia in Japanese orthodontic patients’, Am J Orthod Dentofacial
Orthop, Vol. 129, Issue 1, pp. 29-35.
FEKONJA A, Cretnik A, Zerdoner D, Takac İ, (2015), ‘Hypodontia phenotype in
patients with epithelial ovarian cancer’, Radiology and Oncology, Vol.49,
Issue 1, pp. 65–70.
FEKONJA A, (2015), ‘Hypodontia prevalence over four decades in a Slovenian
population’, J Esthet Rest Dent, Vol.27, Issue 1, pp.37-43.
68 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

FEKONJA A, (2017), ‘Prevalence of dental developmental anomalies of permanent


teeth in children and their influence on esthetics’, J Esthet Restor Dent,
Vol.29, Issue 4, pp.276-283.
GALLUCCIO G, Castellano M, La Monaca C, (2012), ‘Genetic basis of non-
syndromic anomalies of human tooth number’, Archives of Oral Biology,
Vol.57, Issue 7, pp.918–930.
GARIB BT, (2006), ‘The prevalence of oral developmental disturbances and dental
alignment anomalies in females of secondary schools in Thamar city (14-21
years)’, J Baghdad Coll Dent, Vol.18, pp. 35-39.  
GARIB DG, Alencar BM, Lauris JR, Baccetti T, (2010); ‘Agenesis of maxillary
lateral incisors and associated dental anomalies’, Am J Orthod Dentofacial
Orthop, Vol.137, Issue 6, pp.1 -6.
GUPTA P, Gupta N, Gupta R, Arora V, Mehta N, (2015), ‘The prevalence of
oro-dental anomalies among 14-17 years students in Panchkula District
Haryana, India’, J Dent Oral Hyg, Vol.7, pp. 44-47.
GOKKAYA B, Motro M, Kargul B, (2015), ‘Prevalence and characteristics of
non‑syndromic hypodontia among Turkish orthodontic patient population’,
J Int Soc Clin Pediatr Dent, Vol.5, Issue 3, pp.170-175.
GOKKAYA B, Kargul B, ‘Prevalence of concomitant hypo-hyperdontia in a group
of Turkish orthodontic patients’, Eur Arch Paediatric Dent, Vol. 17, Issue 1,
pp. 53-57.
GOMES R, Fonseca J, Paula L M, Faber J, Acevedo AC, (2010), ‘Prevalence of
hypodontia in orthodontic patients in Brazil’, Eur J Orthod. Vol. 32, Issue
3, pp. 302-306.
GOYA HA, Tanaka S, Maeda T, Akimoto Y, (2008), ‘An orthopantomographic
study of hypodontia in permanent teeth of Japanese pediatric patients’, J
Oral Sci, Vol.50, pp.143–150.
HAGIWARA Y, Uehara T, Narita T, Tsutsumi H, Nakabayashi S, Araki M,(2016),
‘Prevalence and distribution of anomalies of permanent dentition in 9584
Japanese high school students’, Odontology, Vol.104, Issue 3, pp. 380-389.
HARRIS EF, Clark LL, (2008), ‘Hypodontia: an epidemiologic study of American
black and white people’, Am J Orthod Dentofacial Orthop Vol.134, pp. 761-
767.
HATTAB FN, Yassin OM, Sasa IS, (1998), ‘Oral manifestations of Ellis-van
Creveld syndrome: report of two siblings with unusual dental anomalies’, J
Clin Pediatr Dent, Vol. 22, Issue 2, pp. 159–165.
HOBKIRK JA, Goodman JR, Jones SP,(1994), ‘Presenting complaints and findings
in a group of patients attending a hypodontia clinic’, British Dental Journal,
Vol.177, Issue 9, pp.337–339.
HOBKIRK JA, Gill D, Jones SP, (2011), ‘Hypodontia A Team Approach to
Management’, London, UK: Wiley-Blackwell.
Diş Hekimliği Çalışmaları 69

HORARLI A, Yılmaz AB, Akgül HM, (2001), ‘Diş hekimliğinde Radyolojide Temel
Kavramlar ve Radyodiagnostik’, Atatürk Ün. Ziraat Fak. Ofset Tesisleri.
Erzurum, pp. 275.
HUMERFELT D, Hurlen B, Humerfelt S, (1985), ‘Hyperdontia in children below
four years of age: a radiographic study’, ASDC Dent Child Vol.52, Issue 2,
pp.121-124.
IGNELZI MA, Fields HW, Vann WF, (1989), ‘Screening panoramic radiographs
in children: prevalence data and implications’, Pediatr Dent Vol.11, Issue 4,
pp. 279-285.
KAPADIA H, Mues G, D’Souza R, (2007), ‘Genes affecting tooth morphogenesis’,
Orthodontics and Craniofacial Research, Vol.10, Issue 4, pp. 237–244.
KIM SG, Lee SH, (2003), ‘Mesiodens. A clinical and radiographic study’, J Dent
Child., Vol.70, Issue 1, pp.58–60.
KIM JY, Cha YG, Cho SW,(2006), ‘Inhibition of apoptosis in early tooth
development alters tooth shape and size’, Journal of Dental Research. Vol.85,
Issue 6, pp.530–535.
KOKTEN G, Balcıoğlu H, Büyükertan M, (2003), ‘Supernumerary fourth and fifth
molars: a report of two cases’, J Contemp Dent Pract, Vol.4, pp. 67–76.
KRAMER PF, Feldens CA, Ferreira SH, Spiguel MH, Feldens EG, (2008), ‘Dental
anomalies and associated factors in 2- to 5-year-old Brazilian children’, Int J
Paediatr Dent, Vol.18, Issue 6, pp. 434-40.
KRUGER E, Thomson WM, Konthasinghe P, (2001), ‘Third molar outcomes from
age 18 to 26: findings from a population-based New Zealand longitudinal
study’ Oral Surg Oral Med Oral Pathol Oral Radiol Endod, Vol. 92, pp. 150-
155.
KUCHLER EC, Lips A, Tannure PN, (2013), ‘Tooth agenesis association with self-
reported family history of cancer’, Journal of Dental Research. Vol. 92, Issue
2, pp. 149–155.
LAGANÀ G, Venza N, Borzabadi-Farahani A, Fabi F, Danesi C, Cozza P, (2017),
‘Dental anomalies: prevalence and associations between them in a large
sample of non-orthodontic subjects, a cross-sectional study’, BMC Oral
Health, Vol.17, Issue 1, pp.62.
LARMOUR CJ, Mossey PA, Thind BS, Forgie AH, Stirrups DR, (2005),
‘Hypodontia—a retrospective review of prevalence and etiology. Part I’,
Quintessence Int, Vol. 36, Issue 4, pp. 263-270.
LAVELLE CL, Ashton EH, Flinn RM,(1970), ‘Cusp pattern, tooth size and third
molar agenesis in the human mandibular dentition, Arch Oral Biol Vol.15,
pp. 227-237.
LITTLE J, Cardy A, Munger R, (2004), ‘Tobacco smoking and oral clefts: a meta-
analysis’, Bulletin of the World Health Organization, Vol. 82, Issue 3, pp.
213–218.
70 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

MAITY S, Kashyap RR, Naik V, Kini R, Begum N, (2015), ‘Multiple Permanent


Impacted Supernumerary Teeth in a Non-Syndromic Patient- A Case
Report with a Review of Literature’, Int J Advanced Dent Sci Technol Vol.2,
Issue 1, pp. 47-52.
MALLINENI SK, Jayaraman J, Yiu CK, King NM, ( 2012), ‘Concomitant occurrence
of hypohyperdontia in a patient with Marfan syndrome: a review of the
literature and report of a case’, J Invest Clin Dent, Vol. 3, pp. 253–257.
MALLINENI SK , Mohiuddin A., Patil AK, Kodali RP (2015), ‘A Unique
Presentation of Concomitant Hypo-Hyperdontia in Seven Year Old
Child: A Rare Report’, J Dent Ind, Vol. 22, Issue 3, pp. 85-88.
MANJUNATHA BS, Nagarajappa D, Singh SK, (2011), ‘Concomitant hypo-
hyperdontia with dens invaginatus’, Indian J Dent Res Vol.22, pp. 468-471.
MATALOVA E, Fleischmannova J, Sharpe PT, Tucker AS, (2008), ‘Tooth agenesis:
from molecular genetics to molecular dentistry’, J Dent Res, Vol. 87, Issue
7, pp. 617-623.
MCBEAIN M, Miloro M, (2017),’Characteristics of Supernumerary Teeth in
Nonsyndromic Population in an Urban Dental School Setting’, J Oral
Maxillofac Surg, doi: 10.1016/j.joms.2017.10.013.
MCDONALD RE, Avery DR, (1988), ‘Dentistry for the child and adolescent’, 5th
edn. Washington, Toronto: Mosby Company, pp. 656.
MEZA RS, (2003), ‘Radiographic assessment of congenitally missing teeth in
orthodontic patients’, Int J Paediatr Dent, Vol.13, Issue 2, pp. 112-116.
MITCHELL L, Bennett TG, (1992), ‘Supernumerary teeth causing delayed
eruption- a retrospective study’, Br J Orthod, Vol.19, pp. 41-46.
NAJM MJ, Younis WH, (2009), ‘The prevalence of oral and dental developmental
anomalies among 14-17 years Iraqi students in Missan Governorate’, J
Baghdad Coll Dent, Vol.21, pp. 90-95.
NIEMINEN P, (2009), ‘Genetic basis of tooth genesis’, J Experimental Zoology Part
B, Vol. 312, Issue 4, 320-342.
NIRMALA SV, Mallineni SK, Nuvvula S (2013), ‘Premaxillary hypo-hyperdontia:
Report of a rare case’, Rom J Morphol Embryol, Vol. 54, pp. 443-445.
NORDGARDEN H, Jensen JL, Storhaug K, (2002), ‘Reported prevalence of
congenitally missing teeth in two Norwegian counties’, Community Dent
Health, Vol. 19, pp. 258-261.
NUVVULA S, Kiranmayi M, Shilpa G, Nirmala SV, (2010); ‘Hypohyperdontia:
agenesis of three third molars and mandibular centrals associated with
midline supernumerary tooth in mandible’, Contemp Clin Dent, Vol.1,
Issue 3, pp. 136–141.
Diş Hekimliği Çalışmaları 71

OOSHIMA T, Ishida R, Mishima K, Sobue S, (1996), ‘The prevalence of


developmental anomalies of teeth and their association with tooth size
in the primary and permanent dentitions of 1650 Japanese children’, Int J
Paediatr Dent, Vol.6, pp. 87-94.  
ORHAN AI, Ozer L, Orhan K,(2006),‘Familial occurrence of nonsyndromal
multiple supernumerary teeth. A rare condition’, Angle Orthod, Vol. 76,
Issue 5, pp. 891–897.
OZÇELIK C, Sert S, (2003), ‘Artı azılar (iki olgu nedeniyle)’, Diş hek Derg Vol.52,
pp. 225–228.
PECK S, Peck L, Kataja M, (2002), ‘Concomitant occurrence of canine malposition
and tooth agenesis: evidence of orofacial genetic fields’, American Journal
of Orthodontics and Dentofacial Orthopedics, Vol.22, Issue 6, pp. 657–660.
PEDREIRA FRO, Carli ML, Pedreira RPG, PS Ramos, MR Pedreira, Robazza
CRC, Hanemann JAC, (2016), ‘Association between dental anomalies and
malocclusion in Brazilian orthodontic patients’, J Oral Sci Vol.58, Issue 1,
pp. 75-81.
POLDER BJ,  Van’t Hof MA,  Van der Linden FP,  Kuijpers-Jagtman AM,
(2004), ‘A meta-analysis of the prevalence of dental agenesis of permanent
teeth’,  Community Dentistry and Oral Epidemiology, Vol.112, pp. 1313-
1318.
PRIMOSCH RE, (1981), ‘Anterior Supernumerary teeth assessment and surgical
intervention in children’, Pediatr Dent, Vol.3, Issue 2, pp. 204-215.
RATNA R, (1988), ‘Numeric anomalies of teeth in concomitant hypodontia and
hyperdontia’, J Craniofac Genet Dev Biol, Vol.8, Issue 3, pp. 245–251.
REGEZI JA, Sciubba J, (1993), ‘Oral Pathology’, 2th edn. Saunders Co, pp. 504.
RUSSELL KA, Folwarzcna MA, (2003), ‘Mesiodens. Diagnosis and management of
a common supernumerary tooth’, J Can Dent Assoc, Vol, 69, pp. 362–366.
SATOKATA I, Maas R, (1994), ‘Msx1 deficient mice exhibit cleft palate and
abnormalities of craniofacial and tooth development’, Nature Genetics,
Vol.6, Issue 4, pp. 348–356.
SCHALK-VAN DER WEIDE Y, Steen WH, Bosman F, (1993),’ Taurodontism and
length of teeth in patients with oligodontia’, Journal of Oral Rehabilitation,
Vol.20, Issue 4, pp. 401–412.
SCHEINER MA, Sampson WJ, (1997), ‘Supernumereary teeth: A review of the
literature and four case reports’, Aust Dent J, Vol.42, pp. 160–165.
SHARMA A, (2001), ‘Mandibular midline supernumerary tooth: a case report’, J
Indian Soc Pedod Prev Dent, Vol.19, 143–144.
SHARMA A, (2012), ‘Concomitant hypo-hyperdontia: Report of two cases’, Indian
J Dent Res, Vol.23, pp. 700.
72 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

SHIMIZU T, Maeda T, (2009), ‘Prevalence and genetic basis of tooth agenesis’, Jpn
Dent Sci Rev, Vol.45, pp. 52-58.
SINGHAL P, Namdev R, Kalia G, Jindal A, Grewal P, Dutta S, (2017); ‘Developmental
and eruption disturbances of teeth and associated complications in Indian
children from birth to 12 years of age: A cross-sectional survey’, Saudi J Oral
sci, Vol.4, Issue 2, pp. 83-89.
STEWART RE, Prescott GH, (1976), ‘Oral Facial Genetics’, St.Louis, Mosby.
SURENDRAN S, Venkatachalapathy A, Vimalageetha AK, Thomas AE, (2014),
‘Concomitant hypo-hyperdontia with an endocrine etiology, Natl J
Maxillofac Surg, Vol.5, Issue 1, pp. 51–53.
TOWNSEND GC, Richards L, Hughes T, Pinkerton S, Schwerdt W, (2005),
‘Epigenetic influences may explain dental differences in monozygotic twin
pairs’, Aust Dent J, Vol.50, Issue 2, pp. 95–100.
TUNC ES, Bayrak S, Koyuturk AE, (2011), ‘Dental development in children with
mild-to-moderate hypodontia’, Am J Orthod Dentofacial Orthop, Vol.139,
Issue 3, pp. 334-338.
USLU O, Akcam MO, Evirgen S, Cebeci I, (2009), ‘Prevalence of dental anomalies
in various malocclusions, Am J Orthod Dentofacial Orthop, Vol.135, Issue
3, pp.328-335.
WHITE SC, Pharoah MJ, (2000),‘Oral Radiology Principles and Interpretation’,
4th edn. CV Mosby Co, St Louis, pp. 303.
WU TY, Yang SF, Kuang SH, Wu CH (2007), ‘Treatment of a child with 4
congenitally missing maxillary premolars by autotransplantation and
orthodontic intervention: a case report’,Am J Orthod Dentofacial Orthop
Vol.,67, pp. 450-456.
VAHID-DASTJERDI E, Farahani-Borzabadi A, Mahdian M, Amini N, (2010),
‘Non-syndromic hypodontia in an İranian orthodontic population, J Oral
Sci, Vol.52, Issue 3, pp.455-461.
VAHID-DASTJERDI E, Borzabadi-Farahani A, Mahdian M, Amini N, (2010),
‘Supernumerary teeth amongst Iranian orthodontic patients. A retrospective
radiographic and clinical survey’, Acta Odontologica Scandinavica, Vol.
Early Online, pp. 1–4.
YAGÜE-GARCÍA J, Berini-Aytés L, Gay-Escoda C, (2009), ‘Multiple supernumerary
teeth not associated with complex syndromes: A retrospective study, Med
Oral Patol Oral Cir Bucal, Vol.14, Issue 7, pp. 331–336.
YONEZU T, Hayashi J, Sasaki J, Machida Y, (1997), ‘Prevalence of congenital
dental anomalies of the deciduous dentition in Japanese children’, J Dent,
Vol.38, Issue 1, pp. 27-32.
Ebelik Çalışmaları
Ebelik Çalışmaları 75

TIBBIN GÜNCELLİĞİNDE YENİLİK: PRENATAL


ALGORİTMALAR
AN INNOVATION IN UPDATE OF MEDICINE: PRENETAL
ALGORITHMS

Hilal ÖZBEK1, Gülseren DAĞLAR2


Dilek BİLGİÇ3

ÖZET

Bir sorunu çözebilmek için gerekli olan sıralı mantıksal adımların tümüne
algoritma denir. Algoritmalar ilk kez bilgisayar bilimcileri tarafından bir problemin
aşamalı çözümü için kullanılmış olmasına rağmen günümüzde sağlık alanı da
dahil birçok alanda kullanılmaya başlanmıştır. Klinik algoritmalar; yapılacak
izlemler, alınacak kararlar ve uygulanacak müdahalelerde gereken değerlendirme
adımları ve yönetim stratejileri için yazılı kılavuzlardır. Klinik Algoritmalar
sağlık alanında karar almayı kolaylaştıran adımlardan oluştuğu için önemli bir yol
gösterici olmaya adaydır. Ancak bu karar aşamasında her bireyin/hastanın bireysel
olarak değerlendirilmesi gerekliliğinin göz önünde bulundurulması önemlidir.
Prenatal tanılama testleri, fetüste spesifik bir genetik bozukluğun veya durumun
olup olmadığını mümkün olduğunca kesin olarak saptamayı içermektedir. Fetal
anomalilerin tanımlanması için moleküler teknolojileri kullanma yeteneği arttıkça,
invaziv işlemlere ve bu işlemler nedeniyle oluşabilecek morbidite sonucunda
uygulanacak prosedürlere olan ihtiyaç azalacaktır. Prenatal tanılamanın
zamanında, standartlaşmış olarak uygulanması, fetal anomalilerin tanılanması,
anne ve bebeğin doğuma kadar sorunsuz olarak ulaşması için uygulanacak her
adım genelleştirilmeli ve prensipli, güncel takip algoritmalar oluşturulmalıdır.
Yeni algoritmalar ve akış şemaları dünyanın birçok yerinde kullanılmakta ve
geliştirilmeye devam etmektedir. Sağlık bakım hizmetlerinde tanılama, takip, tedavi
ve bakımı değerlendirmek için adımları ve yönetim stratejilerini belirleyen etkili
algoritmalarla sağlık alanında ortak bakım hizmet birliği oluşturarak her bireye
eşit hizmet olanağı sağlanabilir. Fakat ülkemizde özellikle ebelik ve hemşirelik
mesleğinde algoritmaların kullanımı yetersiz olduğu için her işlem basamağını net
olarak ortaya koyan yeni medikal algoritmalar geliştirilmesi gereklidir.
Kadın doğum alanında önemli bir hizmet alanını oluşturan prenatal tanı
uygulamalarına ilişkin algoritmaların, akış şemalarının geliştirilmesi ve alana
uyarlanması amacıyla bu makale hazırlanmıştır.
Anahtar kelimeler: Prenatal algoritmalar, prenatal tarama, noninvasiv
yöntemler, invasiv yöntemler, ebelik, hemşirelik

1  Bilim Uzmanı Ebe Sivas Numune Hastanesi


2  Sorumlu Yazar Doktor Öğretim Üyesi Gülseren Dağlar Cumhuriyet Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi Ebelik Bölümü Sivas gulserendaglar@gmail.com
3  Doktor Öğretim Üyesi Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi İzmir"
76 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ABSTRACT

The whole sequential logical steps required to solve problem are called
Algorithm. Although Algorithms have been used for solution of a problem by
computer scientists for the first time, today it is started to use at many areas. The
Clinical Algorithms are guidelines for management strategies, evaluation steps
which are required at observations to be made, the decisions to be taken and
interventions to be implemented. Because Clinical Algorithms are made up of
steps that facilitate decision making in the health field, it becomes candidate as an
important guide. However, it is important to consider that each individual/patient
must be assessed individually during this decision-making.
Prenatal diagnostic testing involves identifying as precisely as possible a specific
genetic defect or condition in the fetus. As the ability to use molecular technologies
for identification of fetal anomalies increases, the need for invasive procedures,
procedures to be applied because of morbidity resulting from these procedures
will decrease. Diagnosis of fetal anomalies, prenatal diagnosis being applied as
standardized emphasizes the necessity of principled, current follow-up algorithms,
which should be generalized to ensure that mother, baby reach up to birth with no
problems. New algorithms, flow charts have been used and developed in many parts
of the world. Equal service can be provided to everyone by establishing a common
care service unit in the health field with effective algorithms that determine the steps
and management strategies for evaluating diagnosis, follow-up, treatment and care
in health care services. However, since the use of algorithms is inadequate in our
country especially in midwifery, nursing profession, it is necessary to develop new
medical algorithms which clarify each step clearly.
This article has been prepared to develop algorithms, flow charts and adapt to
the field related to prenatal diagnostic applications which constitute an important
service field in gynecology field.
Keywords:  Prenatal algorithms, prenatal scanning, noninvasive methods,
invasive methods, midwife, nurse

GİRİŞ

Algoritma, izlenecek yolun, nereden başlanacağını, problemin nasıl


çözüleceğini, hangi basamaklardan geçirilerek sonuç alınacağını, sonucun
nasıl ve nereye yazılacağını sözel ifade eden bir sorunu çözebilmek için
gerekli olan sıralı mantıksal adımların tümüne denir (Cormen, Leiserson,
Rivest, & Stein, 2009; Ayten, 2010; Aslanyürek, 2007; Ayten, 2010; Morala,
Tekelioğlu, Uygur, & İlhan, 2017).
Algoritmalar bir işlemi gerçekleştirmede standart adımların izlenmesi-
ni sağlamaktadır (Aluş Tokat, Okumuş Hülya, & Demir, 2013). Temel ama-
cı ise, giriş bilgisini işleyerek çıkış bilgisine yani sonuca ulaşmaktır. Far-
Ebelik Çalışmaları 77

kında olunmadan hayatın her anında algoritma kullanılmaktadır. Evden


okula ulaşmak için ulaşım algoritması, açlık durumunda açlığı gidermek
için yemek algoritması kullanılır. Amaç okula ulaşmak ya da doymak ise
algoritmadaki bir hata oldukça can sıkıcı olabilir. Bu hataların önüne geç-
mek amacıyla algoritmaların genel özellikleri doğrultusunda hazırlanması
gerekmektedir. Bu kapsamda her algoritmada “Başla” ve “Bitir” ifadeleri-
ne yer verilmeli, giriş ve çıkış bilgileri olmalı, her adım belirleyici olmalı,
adımlar şansa bırakılmamalı, her türlü olasılık için algoritma sonsuz bir
döngüye girmeden sonlu adımda bitirilmeli yani belirli bir adım sayısı
sonunda algoritma sonlanmalı ve algoritmalar karşılaşılabilecek tüm ihti-
malleri ele alabilecek kadar genel olmalıdır (Morala, Tekelioğlu, Uygur, &
İlhan, 2017). Çözümüne ulaşmak için kullanıcıya yapacağı işlem adımları
net, tekrardan uzak ve sonlu bir şekilde göstererek kolaylık sağlamalıdır.
Algoritmaların, herkes tarafından anlaşılabilmesi ve farklı anlamların
oluşmaması için akış şemalarının kullanılması önemlidir. Akış Şeması bir
algoritmanın görsel olarak belirli bir anlamı olan çizgiler, dörtgen, daire vb.
geometrik şekillerle ifade edilmesidir (Aslanyürek, 2007). Algoritmalar ile
akış şemalarının birlikte kullanımı ortak bir dil oluşturulmasını sağlamakta
ve farklı yorumlanıp yanlış anlaşılmasının önüne geçebilmektedir (Morala,
Tekelioğlu, Uygur, & İlhan, 2017).
Algoritmalar ilk kez bilgisayar bilimcileri tarafından bir problemin aşa-
malı çözümü için kullanılmıştır (Margolis, 1983). Daha sonraları hayatımı-
zın her alanında kullanılmaya başlamış ve tıbbi alanlarda da kullanımları
yaygınlaşmaya başlamıştır. Lusted, klinik algoritmayı tıbbi karar vericilerin
araçlarından biri olarak tanımlamıştır. Klinik algoritmalar; yapılacak izlem-
ler, alınacak kararlar ve uygulanacak müdahalelerde gereken değerlendirme
adımları ve yönetim stratejileri için yazılı kılavuzlardır (Margolis, 1983).
Dünyada prenatal tanılama için algoritmalar gelişmeye devam etmekte-
dir ve bu yeni gelişen algoritmalarla daha çok şey bilerek, gelecekte sağlık-
sız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arayan bilim dalı
olan öjenik bilimin içinde bulunduğu prenatal tanılamaya doğru ilerlemek
sağlık bilimi için zor olmayacaktır (Leung, 2015). Prenatal tanıda yeni algo-
ritmalar giderek daha da karmaşık hale gelmekte ve gelişmektedir. Hedef,
gebe kadınların ve ailelerin gelecek nesillerin sağlığına yönelik seçimler yap-
maları için prenatal bilgileri en üst düzeye çıkarmaktır (Leung, 2017). Klinik
akış şemalarının amaçları; hasta sonuçlarını güçlendirmek, hasta ve ailesinin
bakıma katılımını yükseltmek, kaynak yönetimini geliştirmek, sürekli kalite
gelişimini sağlamak, takım çalışmasını geliştirmek, risk yönetim stratejileri-
ni geliştirmeye yardımcı olmak ve bakımın devamlılığını sağlayarak maliyeti
düşürmek olarak sayılabilir (Bower, 1997). Bu kapsamda prenatal bilgileri
en üst düzeye çıkarmayı hedefleyen ve prenatal algoritmaları netleştiren akış
şemalarının yararları oldukça fazladır.
78 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Akış şemaları;
• Hastanede kalış süresini azaltarak maliyetin azaltılmasına,
• Farklı disiplinler arasındaki iletişimin geliştirilmesine,
• İşbirliğinin artırılmasına,
• Ekip çalışmasının ve bakımın planlamasının geliştirilmesine,
• Hastane çalışanlarının bilgi düzeyinin artırılmasına,
• Her kademede yapılan işlerden kimin sorumlu olacağının
belirlenmesini kolaylaştırmaya,
• Şemada belirlendiği şekilde ilerleme kaydetmeyen hastanın
zamanında fark edilip müdahale edilmesine yardımcı olur.
• Ayrıca, klinik uygulamalarda klinik kılavuzların uygulanmasını
destekleyerek kabul edilmiş tedavi standartlarının yayılmasını ve
sürekli denetimi sağlayarak klinik riskin yönetilmesini sağlar.
• Hasta bakımında sapmaları standardize ederek, sapmaları en aza
indirmeye çalışır.
• Hasta ve yakınlarının daha iyi hizmet almasını, hasta ve yakınlarının
hastalıkla ilgili bilgilerinin artmasını ve hasta bakımında kalitenin
artırılmasıyla sürekli kalite gelişimi için araç sağlayarak hasta
memnuniyetini artmasını sağlar.
• Eğitim hastanelerinde öğrenci eğitimi için bir araç olur.
• İnsan gücü planlaması yapılmasında önemli rol oynar. Emredici
değildir, klinik yargıları küçümsemez.
• Kaynak yönetimini optimize eder ve gelecekteki gelişmeler için
temel hazırlar (Benson, 2005; Yanar, 2016).
Prenatal tanı algoritmalarının kullanılması hem ebe/ hemşirelerin ben-
zer durumlarda benzer girişimlerde bulunmasına hem de bu alanda yeni
çalışmaya başlayan sağlık personelinin sisteme daha hızlı uyum sağlama-
sına yardımcı olabilir. Algoritmalar standartlaşmış işlemler olduğundan
sağlık bakım vericileri aynı uygulamayı aynı standartta yapacağından hata-
ların önüne geçilebilir (Aluş Tokat, Okumuş Hülya, & Demir, 2013; Leung,
2017).
Klinik Algoritmalar sağlık alanında karar almayı kolaylaştıran adım-
lardan oluştuğu için önemli bir yol gösterici olmaya adaydır. Ancak karar
aşamasında her bireyin/hastanın bireysel olarak değerlendirilmesi gerek-
liliğinin göz önünde bulundurulması önemlidir. Klinik algoritmalar öğ-
retim, klinik performansın değerlendirilmesi, kayıt denetimi, protokol
tablolarının oluşturulması ve hasta bakımı standartlarının tanımlanması
için kullanılmış olmalarına rağmen, klinik uygulamadaki rolü tam olarak
anlaşılmamıştır (Margolis, 1983; Hadorn, McCormick, & Diokno, 1992;
Ebelik Çalışmaları 79

Leung, 2015; Leung, 2017). Klinik algoritmalar hekim, ebe, hemşire, diğer
sağlık çalışanlarına ve öğrencilere görünür bir şekilde ortak bir düşünceyle
hizmet etmek ve öğretmek için kullanılmaktadır. Klinik algoritmalar düz
yazıyla kıyaslandığında, oluşturulan pratik standartlar ile daha iyi uyum
sağladıkları, yüksek koruma sağladıkları ve daha hızlı öğrenme sağladıkları
sonuçlarını göstermiştir. Klinik algoritmaların temel hedefi bu faktörlerin
ve düşüncelerin, hastaları farklı şekilde en iyi tedavilerin olduğu alt kate-
gorilere bölmek için nasıl kullanılması gerektiğini tanımlamaktır. Bu ta-
nımlama özel bir prosedür ve yönetim stratejisi belirlediği için büyük fayda
sağlayacaktır (Hadorn, McCormick, & Diokno, 1992).
Tıbbi alanlarda; acil tıbbi yardım ve bakımdan genetik algoritmalara
kadar birçok alanda kullanımları yaygınlaşmaya başlamıştır (Gökay Emel
& Taşkın, 2002; Yalçın, 2016; Kaya, 2017). Ancak ülkemizde kullanılan bo-
yun, kol ağrısı algoritması (Koçanaoğulları, 2014), saha yönetimi algoritma-
sı, ileri yaşam desteği algoritması, yanık algoritması (Sağlık Bakanlığı ASH,
2009), ehliyet algoritması (AHEF, 2016) gibi birçok algoritmayla karşılaş-
mak mümkün iken prenatal alanda Nonstres test (NST) algoritması (Aluş
Tokat, Okumuş Hülya, & Demir, 2013), NST Taşisistol yönetim algoritması
(Özyer, Özel, Aksoy, & Engin Üstün, 2017) dışında algoritmaya rastlamak
zordur. Ayrıca ebelik ve hemşirelik mesleğinde kullanımı yetersiz kalmıştır.
Obstetrik ve perinataloji uygulamaları sağlığın her alanındaki değişmeler
ve teknolojik ilerlemeler gibi hızla gelişerek güncelliğini korumaya
çalışmaktadır (Arslan & Başgül Yiğiter, 2012). Gebelik normal bir fizyolojik
süreçtir ve gebelere uygulanan herhangi bir müdahalenin faydaları bilinmeli
ve kadın tarafından kabul edilebilir olmalıdır (Malhotra & Arora , 2017).
Gebeliklerin çoğunluğu sağlıklı bir doğumla sonuçlanmasına rağmen, her
kadının kromozom anomalisi olan veya genetik bir hastalığa sahip fetüsle
karşılaşma riski vardır ve genetik hastalıkların doğum öncesi tanısı, tüm
gebeliklerin %8’inde endikedir. Bu prenatal tanılamanın gerekliliğini
vurgulamaktadır (Bahado-Singh, ve diğerleri, 1998; Savacı, Yüksel,
Yeşilada, Kaygusuz, & Gülbay, 2008; Arslan & Başgül Yiğiter, 2012; Natera,
2015). Tarama testleri, birtakım ortak doğum kusurlarına sahip olabilen
bir fetüsün risk derecesini veya şansını değerlendirir; ancak doğan bebeğin
gerçekten problemi olacağına dair bir kesinlik yoktur (Malhotra & Arora ,
2017).
Dünyada prenatal bakımın ayrılmaz bir parçası olarak prenatal tanı-
lama kullanılmaktadır (Anumba, 2013; Dündar Yenilmez & Tuli, 2013).
Prenatal tanılama 1966’da Steele ve Breg’in amniyotik sıvıdan alınan kül-
türün hücre analizi ile bir fetüsün kromozom yapısının, belirlenebileceğini
kanıtlamasıyla birlikte yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Prenatal genetik
taramanın kapsamı genellikle fetal karyotip tanılanması üzerine temellen-
mişken diğer özel genetik mutasyonların analizlerinde ayrıca amnion sıvı-
80 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

sı, koryonik villüs ya da fetal kan kullanımı mümkündür (Wilson, Gagnon,


Audibert, Campagnolo, & Carroll, 2015). Fetal genetik veya kromozomal
hastalıkların prenatal teşhisini yapmak için, fetüsün genetik materyali elde
edilmelidir (Chıu, 2015).
Prenatal tanı, genetik anomallilerin invaziv ve non invaziv yöntemlerle
tanılanması, imkanlar dahilinde doğum öncesi dönemde anomalilerin teda-
visi, doğum sonrası dönemde yenidoğan sağlığının koruması ve iyileştiril-
mesine yönelik önlemlerin alınarak tedavi planlamasının yapılması ve gerekli
görülmesi durumunda gebeliğin yasal süre içinde sonlandırılmasına olanak
sağlamaktadır (Özalp Yüreğir, Büyükkurt, Koç, & Pazarbaşı, 2012; Dündar
Yenilmez & Tuli, 2013; Erbaba & Pınar, 2015). Prenatal genetik tanılama test-
leri, fetüste spesifik bir genetik bozukluğun veya durumun olup olmadığını
mümkün olduğunca kesin olarak saptamayı içermektedir (Practice Bulletins,
2016). Gebelik takip yöntemleri prenatal tanının öneminin artmasıyla bir-
likte ülkeler arası bazı farklılıklar olmasına karşın ülkemizde tüm dünyada
kabul gören standart tarama ve tanı yöntemleri başarı ile uygulanmaktadır
(Koçak & Ege, 2016). Ülkemizde uygulanan testlerden; 11-14 haftalar arasın-
da ultrasonografi ile ense saydamlığı ve combine test, 16-20. haftalar arasında
maternal serum AFP (Alfa Feto Protein), üçlü ve dörtlü test, 18-22. haftalar
arasında fetal anomali taraması ve gebenin semptomlarına göre gereken di-
ğer testler yapılmaktadır (Türkiye Halk Sağlığı Kurumu, 2014) Yapılan bu
testlerle birlikte trimesterlere göre ayrıca uygulanan testler bulunmaktadır.
İlk Trimester Taraması için kullanılan testler arasında, biyokimyasal test-
ler, Serbest beta HCG (s -hCG), Pregnancy Associated Plasma Protein-A
(PAPP-A), Ultrasonografik tarama (NT ölçümü), İkinci Trimesterda; biyo-
kimyasal testler, Üçlü test (AFP, s-hCG, UE3, Maternal serum AFP), Sonog-
rafik testler, Anomali tarama ultrasonu (genetik sonogram, ayrıntılı USG),
İdrarda yapılan tarama testleri (Beta core hCG, hiperglikoze hCG) sayılabilir.
(Koçak & Ege, 2016; Carlson & Vora, 2017)
Fetal anomalilerin tanımlanması için moleküler teknolojileri kullanma
yeteneği arttıkça, invaziv işlemlere ve bu işlemler nedeniyle oluşabilecek
morbidite sonucunda uygulanacak prosedürlere olan ihtiyaç azalacaktır.
(Shulman & Elias, 2013). Prenatal tanılamanın zamanında, standartlaşmış
olarak uygulanması, fetal anomalilerin tanılanması, anne ve bebeğin doğuma
kadar sorunsuz olarak ulaşması için uygulanacak her adım genelleştirilme-
li ve prensipli, güncel takip algoritmalar oluşturulmalıdır (Arslan & Başgül
Yiğiter, 2012). Her işlem basamağını net olarak ortaya koyan yeni medikal
algoritmalar geliştirilmeye devam etmelidir. Sağlık bakım hizmetlerinde
tanılama, takip, tedavi ve bakımı değerlendirmek için adımları ve yönetim
stratejileri belirleyen etkili algoritmalarla sağlık alanında ortak bakım hizmet
birliği oluşturulabilir, her bireye eşit hizmet olanağı sağlanabilir.
Tüm bu bilgiler ışığında obstetride önemli bir hizmet alanını oluşturan
Ebelik Çalışmaları 81

prenatal tanı uygulamalarına ilişkin algoritmaların, akış şemalarının gelişti-


rilmesi ve alana uyarlanması gerekliliğine dikkati çekmek amacıyla bu ma-
kale yazılmıştır. Ayrıca prenatal tanılamaya ilişkin Uluslararası literatürde
yer alan algoritmalara yer verilmiştir.

PRENATAL TANI ALGORİTMALARI

Algoritma 1: Prenatal tanılamada yeni algoritmalar: Leung, gebe ka-


dınlar ve ailelerin gelecek nesillerinin sağlığına yönelik yapacakları seçim-
lerin doğruluğu için prenatal bilgileri en üst düzeye çıkarmayı hedefleyen
yeni bir algoritma olarak belirtmiştir. Klinik hizmet/klinik işleyiş için bir
yol bakış açısı ile prenatal tanıda algoritma geliştirmeye odaklanmış ve ma-
kalesinde aşağıdaki algoritmaya yer vermiştir (Leung, 2017).

Kaynak: Leung, Wing Cheong (2017, Mart 23). New Algorithms in Prenatal
Diagnosis.
https://specialty.mims.com/topic/new-algorithms-in-prenatal-diagnosis?topic-
grouper=news adresinden aynen alınarak Türkçe’ye çevrilmiştir.
82 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Algoritma 2: Non-invasive Test Algoritması: GEC-KO (Genetics


Education Canada-Knowledge Organization / Kanada Genetik Eğitimi ve
Bilgi Merkezi) tarafından geliştirilen, yerel genetik merkezine başvuran
ve / veya invaziv olmayan prenatal test (NIPT) ile ilgili genetik testlerin
uygun bir şekilde isteminin yapılması, NIPT ile ilgili hasta endişelerinin
tartışılması ve ele alınması hedeflemektedir. Buna istinaden GEC-KO
tarafından geliştirilmiştir (Allanson, Morrison, & Carroll, 2015).

Kaynak: Allanson, Judith, Morrison, Shawna, & Carroll, June (2015). Non-
Invasive Prenatal Testing (NIPT). http://slideplayer.com/slide/9206157/
adresinden aynen alınarak Türkçe’ye çevrilmiştir.
Ebelik Çalışmaları 83

Algoritma 3: Kadınlarda artan riskler için prenatal tanı algoritması: GEC-KO


tarafından Algoritma 2’nin devamı niteliğinde geliştirilen algoritmadır.

**QF-PCR (Quantitative Fluorecent Polymerase Chain Reaction = Kantitatif


flüorsan polimeraz zincir reaksiyonu): Bu yönetim yoğun kromozom
anormalliklerine yönelik yapılan hızlı, düşük maliyetli ve otomasyon sağlayan
avantajlı bir prenatal tanı yöntemidir (Désilets, ve diğerleri, 2011; Çakır Güngör, ve
diğerleri, 2013).

Kaynak: Allanson, Judith, Morrison, Shawna, & Carroll, June (2015). Non-Invasive
Prenatal Testing (NIPT). http://slideplayer.com/slide/9206157/ adresinden aynen
alınarak Türkçe’ye çevrilmiştir.
84 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Algoritma 4- Noninvasiv Prenatal Taramada Anne Kanında Serbest Fetal


DNA Saptanması: Quebec’te bulunan FERTILYS Fertilite Araştırma Merkezi
(İnvitro fertilizasyon ve prenatal tarama testleri) tarafından hastaların karar
vermelerine yardımcı olmak amacıyla bu algoritmayı oluşturmuşlardır
(FERTILYS Fertility Centre, 2012-2016).

Kaynak: FERTILYS Fertility Centre. (2012-2016). Fetal DNA Test. http://www.


fertilys.org/en/prenatal-screening/fetal-dna-test/ adresinden aynen alınarak
Türkçe’ye çevrilmiştir.
Ebelik Çalışmaları 85

Algoritma 5: Prenatal Test Algoritması: ACOG (The American College of


Obstetricians and Gynecologists) ve ACMG (The American College of Medical
Genetics and Genomics) (ACMG) doğrultusunda geliştirilen algoritmadır
(Paget, 2015).

Kaynak: Paget, R. (2015). Non-invasive Prenatal Testing. http://slideplayer.com/


slide/3792360/ adresinden aynen alınarak Türkçe’ye çevrilmiştir.


86 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Algoritma 6:Tekil Gebelikler İçin Prenatal Gebelik Tarama Önerileri: Perinatal


Services BC, British Columbia’daki perinatal hizmetlerin stratejik planlaması için
liderlik, destek ve koordinasyon sağlayan ve kanıta dayalı perinatal bilgi kaynağı
sağlayan bir merkezdir ve Prenatal tanılamada tekil gebeliklere yönelik geliştirilen
algoritmadır (Algoritma 6) (Perinatal Services BC, 2016).

Kaynak: Perinatal Services BC. (2016, March). Prenatal screening for


down syndrome, trisomy 18 and open neural tube defects. http://www.
perinatalservicesbc.ca/Documents/Screening/Prenatal-HCP/ChartsAlgorithms.
pdf adresinden aynen alınarak türkçeye çevrilmiştir.
Ebelik Çalışmaları 87

Algoritma 7: İkiz Gebelikler İçin Prenatal Gebelik Tarama Önerileri: Perinatal


Services BC, British Columbia’daki perinatal hizmetlerin stratejik planlaması için
liderlik, destek ve koordinasyon sağlayan ve kanıta dayalı perinatal bilgi kaynağı
sağlayan bir merkezdir ve Prenatal tanılamada tekil gebeliklere yönelik geliştirilen
algoritmadır (Algoritma 7) (Perinatal Services BC, 2016).

Kaynak: Perinatal Services BC. (2016, March). Prenatal screening for


down syndrome, trisomy 18 and open neural tube defects. http://www.
perinatalservicesbc.ca/Documents/Screening/Prenatal-HCP/ChartsAlgorithms.
pdf adresinden aynen alınarak türkçeye çevrilmiştir.
88 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Algoritma 8: Önerilen Algoritma: Mevcutta uygulanan ve gelecekte rutine


alınacağı düşünülen Serbest DNA’ya yönelik oluşturulan algoritmadır (Sutopo,
2014).

Kaynak: Sutopo, H. (2014, 10 30). Prenatal Testing, deteksi kelainan bawaan sejak
dalam kandungan. https://www.slideshare.net/HendrikLidapraja/pengenalan-
prenatal-diagnostik-deteksi-kelainan-bawaan-sejak-dalam-kandungan
adresinden aynen alınarak Türkçe’ye çevrilmiştir.

Prenatal tanı algoritmalarının genelinde görüldüğü gibi testlerin uygu-


lanmasında ve yapılacak eyleme yönelik plan yapılmasında yol göstericidir.
Ülkemizde prenatal tanılamaya yönelik algoritmalar yetersizdir. Özellik-
le prenatal tanılamaya yönelik birimlerde görev yapan ebe/hemşirelerin
oluşabilecek problemlerde etkin ve standart çözümlerin sağlanması için
önemlidir. Böylece ülke genelinde ebe/hemşirelere görev alanlarında stan-
dartlaşmış çözüm önerileri büyük kolaylık sağlayarak hizmet birliği oluş-
turulacaktır.
Ebelik Çalışmaları 89

KAYNAKLAR

AHEF. (2016, 7 11). Algoritmalar. Aile Hekimleri Dernekleri Federasyonu. http://


www.ahef.org.tr/AHEF/1736/algoritmalar.aspx
ALLANSON, Judith, MORRİSON, Shawna, & CARROLL, June (2015). Non-
Invasive Prenatal Testing (NIPT). http://slideplayer.com/slide/9206157/
ALUŞ TOKAT, Merlinda, OKUMUŞ Hülya, & DEMİR, Namık (2013). Gebelikte
ve doğum eyleminde elektronik fetal izlem kavramlar-tanımlar -örnekler,
Deomed yayıncılık, İzmir.
ANUMBA, Dilly O. (2013). Errors in prenatal diagnosis. Best Practice & Research
Clinical Obstetrics and Gynaecology (27), 537-548. doi:http://dx.doi.
org/10.1016/j.bpobgyn.2013.04.007
ARSLAN, Tonguç, & BAŞGÜL YİĞİTER, Alin (2012). Gebelik Takibinde
Güncel Yaklaşımlar. The Journal of Turkish Family Physician, 1-3. http://
turkishfamilyphysician.com/makaleler/derleme/gebelik-takibinde-guncel-
yaklasimlar/
ASLANYÜREK, Murat (2007, 10 17). Programlamaya Giriş ve Algoritmalar Ders
Notları. http://personel.klu.edu.tr/dosyalar/kullanicilar/m.aslanyurek/
dosyalar/dosya_ve_belgeler/Programlamaya%20Giri%C5%9F(Algoritma)
(1).pdf
AYTEN, Umut Engin, (2010, 10 20). Algoritma ve programlama. İstanbul. http://
www.yildiz.edu.tr/~ayten/algortimaveprogramlama_bolum1-2.pdf
BAHADO-SİNGH, R., KOVANCİ, E., DEREN, O., COPEL, J., BAUMGARTEN,
A., & MAHONEY, J. (1998). New Down syndrome screening algorithm:
Ultrasonographic biometry and multiple serum markers combined with
maternal age, American Journal of Obstetrics and Gynecology, 169 (6 (1),
1627-1631.
BENSON, Tim, (2005, 8 8), Care Pathways, Care Pathways Version 1.0 (final),
London. Erişim Tarihi: 17.01.2018 http://www.openclinical.org/docs/ext/
briefingpapers/bensonPathways.pdf
BOWER, Kathleen A, (1997), Case Management and Clinical Paths:Strategies to
support the Perinatal Experience, JOGNN, 26(3), 329-333.
CARLSON, Laura M, & Vora, Neeta L, (2017), Prenatal Diagnosis Screening and
Diagnostic Tools, Obstet Gynecology Clinic, 44, 245-256. doi:http://dx.doi.
org/10.1016/j.ogc.2017.02.004
CHIU, Rossa WK, (2015), Non-invasive prenatal testing – a breakthrough in prenatal
diagnosis, The Hong-Kong Medical Diary, 20(10), 4-6.
CORMEN, Thomas H., LEİSERSON, Charles E., RİVEST, Ronald L., & STEİN,
Clifford, (2009). Introduction to Algorithms (Third Edition b.), Massachusetts
Institute of Technology, London.
90 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ÇAKIR GÜNGÖR, Ayşe Nur, HACIVELİOĞLU, Servet, ULUDAĞ, Ahmet,


GENCER, Meryem, UYSAL, Ahmet, ATİK, Sinem; COŞAR, Emine; SILAN,
Fatma; ÖZDEMİR, Öztürk (2013), Fetal Anöploidi Açısından Yüksek Riskli
Gebeliklerin QF-PCR İle Analizi, International Journal of Clinical Research,
1(1), 17-21.
DÉSİLETS, Valérie A, DUNCAN, Alessandra, GERAGHTY, Michael T,
MARCADİER, Janet, NELSON, Tanya N, SİU, Vicky, & SKİDMORE,
David, (2011), Use of a DNA Method, QF-PCR, in the Prenatal Diagnosis of
Fetal Aneuploidies, JOGC(265), 955-960.
DÜNDAR YENİLMEZ, Ebru, & TULİ, Abdullah, (2013), İnvaziv Olmayan
Bir Prenatal Tanı Yöntemi: Maternal Plazmada Serbest Fetal DNA. Arşiv
Kaynak Tarama Dergisi, 22(3), 317-334.
ERBABA, Hülya, & PINAR, Gül, (2015), Prenatal tanı yöntemi olarak fetal anöploidi
taramasında serbest fetal DNA (cffDNA) kullanımı ve güncel yaklaşımlar,
Journal of Clinical and Experimental Investigations, 6(4), 414-417. doi:
10.5799/ahinjs.01.2015.04.0560
FERTILYS Fertility Centre. (2012-2016). Fetal DNA Test. http://www.fertilys.org/
en/prenatal-screening/fetal-dna-test/
GÖKAY EMEL, Gül, & TAŞKIN, Çağatan, (2002),Genetik Algoritmalar ve
Uygulama Alanları, U.Ü.İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, XXI(1),
129-152.
HADORN, David C, MCCORMİCK, Kathleen, & Diokno, Ananias, (1992). An
Annotated Algorithm Approach to Clinical Guideline Development, Jama,
267(24), 3311-3314. doi:10.1001/jama.1992.03480240073037
KAYA, Ahmet, (2017), Genetik Algoritmalar ile Sanal Pamuk Üretim Modellemesi.
Yönetim Bilişim Dergisi, 2(1), 27-37.
KOÇAK, Vesile, & EGE, Emel (2016). Prenatal tarama testi uygulanan gebelerin
kaygı düzeyi ve ilişkili faktörler. Genel Tıp Dergisi, 24(4), 113-120.
KOÇANAOĞULLARI, Osman (2014, 01 03). Sağlık ile ilgili algoritmalar. İzmir.
Erişim Tarihi: 08.02.2018 http://spinanet.com/DOKTOR/doktor_
algoritma.html
LEACH, Mark (2012, 11 4). Verinata’s Prenatal Testing Flow Chart: Unethical?
http://www.downsyndromeprenataltesting.com/verinatas-prenatal-
testing-flow-chart-unethical/
LEUNG, Wing Cheong, (2017, Mart 23), New Algorithms in Prenatal Diagnosis,
https://specialty.mims.com/topic/new-algorithms-in-prenatal-
diagnosis?topic-grouper=news
LEUNG, Wing Cheong (2015), New Algorithms in Prenatal Diagnosis, The Hong-
kong Medikal Diary, 20(10), 2-3.
MALHOTRA, Narende, & ARORA , Mala, (2017, 11 23). Screening in Pregnancy.
https://www.slideshare.net/NarendraMalhotra/antenatal-screening-
algorithm?from_action=save
MARGOLİS, Carmi Z. (1983). Uses of Clinical Algorithms. JAMA, 249(5), 627-632.
doi:10.1001/jama.1983.03330290049028
Ebelik Çalışmaları 91

MORALA, Ataberk, TEKELİOĞLU, Mahmut, UYGUR, Oğuzhan, & İLHAN,


Resul, (2017). Algaoritma ve Programlamaya Giriş, Scratch Uygulamaları.
Eğitimde Bilişim Teknolojileri-II Dersi. Nevşehir: Ömer Halisdemir
Üniversitesi.
NATERA. (2015). Prenatal Testing Algorithm. 12 29, 2017 tarihinde http://pages.
natera.com/average-risk-prenatal-testing-algorithm
ÖZALP YÜREĞİR, Özge, BÜYÜKKURT, Selim, KOÇ, Filiz, & PAZARBAŞI,
Ayfer, (2012), Prenatal (Doğum Öncesi) Tanı. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi,
21(1), 80-94.
ÖZYER, Ş., ÖZEL, Ş., AKSOY, R. T., & ENGİN ÜSTÜN , Y. (2017). İntrapartum
Fetal Kalp Hızı Değerlendirmesi. Jinekoloji - Obstetrik ve Neonatoloji Tıp
Dergisi, 14(3), 133-137.
PAGET, Rita, (2015), Non-invasive Prenatal Testing, http://slideplayer.com/
slide/3792360/
Perinatal Services BC. (2016, March). Prenatal screening for down syndrome,
trisomy 18 and open neural tube defects. http://www.perinatalservicesbc.
ca/Documents/Screening/Prenatal-HCP/ChartsAlgorithms.pdf
Practice Bulletins. (2016). Prenatal Diagnostic Testing for Genetic Disorders.
OBSTETRICS & GYNECOLOGY, 127(5), 976-978. doi:10.1097/
AOG.0000000000001438
Sağlık Bakanlığı Acil Sağlık Hizmetleri (2009). EK 2: Hastane Öncesi Acil
Tıbbi Yardım Ve Bakım Akış Şemaları-Yetişkin Uygulama Kılavuzu.
Resmi Gazete. Erişim Tarihi: 8.2.2018 http://www.resmigazete.gov.tr/
eskiler/2009/03/20090326-4-1.pdf
SAVACI, Serap, YÜKSEL, Şengül, YEŞİLADA, Elif, KAYGUSUZ, Ebru, GÜLBAY,
Gonca, (2008). İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji ve Genetik
Anabilim Dalı Laboratuvarı’nda Doğum Öncesi Tanı Çalışmalarının İki Yıllık
Değerlendirmesi. İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 15(1), 19-24.
SHULMAN, Lee P, & ELİAS, Sherman, (2013), Techniques for Prenatal Diagnosis.
İn Emery and Rimoin’s Principles and Practice of Medical Genetics, Elsevier
Ltd, Chicago, (s. 1-28). doi:https://doi.org/10.1016/B978-0-12-383834-
6.00033-1
SUTOPO, Hendrik, (30.10.2014), Prenatal Testing, deteksi kelainan bawaan
sejak dalam kandungan. https://www.slideshare.net/HendrikLidapraja/
pengenalan-prenatal-diagnostik-deteksi-kelainan-bawaan-sejak-dalam-
kandungan
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu. (2014). Doğum Öncesi Bakım Yönetim Rehberi, TC
Sağlık Bakanlığı Yayınları, Ankara. Erişim Tarihi: 23.10.2017 http://sbu.
saglik.gov.tr/Ekutuphane/kitaplar/dogumonubakim.pdf
WİLSON, R Dougles, GAGNON, Alain, AUDİBERT, François, CAMPAGNOLO,
Carla, & CARROLL, June, (2015). Prenatal Diagnosis Procedures and
Techniques to Obtain a Diagnostic Fetal Specimen or Tissue: Maternal and
Fetal Risks and Benefits. Journal of Obstetrics Gynaecology Canada, 37(7),
656-668.
92 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

YALÇIN, Nesibe (2016). Genetik algoritmalar. Bilecik: Bilecik Üniversitesi.


Erişim Tarihi: 7.2.2018 http://ahmetcevahircinar.com.tr/wp-content/
uploads/2016/07/genetik_algoritmalar.pdf
YANAR, Gülçin, (2016). Klinik Bakım Haritaları ve Özel Bir Hastanede Bir
Uygulama. İstanbul: İstanbul Bilim Üniversitesi. Erişim Tarihi: 7.2.2018
http://slideplayer.biz.tr/slide/2693120/
Ebelik Çalışmaları 93

EBELERDE MESLEKİ TÜKENMİŞLİK VE DUYGUSAL


ZEKÂNIN DEĞERLENDİRİLMESİ VE ETKİLEYEN
FAKTÖRLERİN BELİRLENMESİ

EVALUATION OF JOB BURNOUT AND EMOTIONAL


INTELLIGENCE AND DETERMINATION OF EFFECTIVE
FACTORS IN MIDWIVES

Elif Tuğçe ÇİTİL1, Meral KILIÇ2

ÖZET

Amaç: Ebelerde mesleki tükenmişlik ve duygusal zekâyı değerlendirmek ve et-


kileyen faktörlerin belirlemektir.
Materyal ve Metot: Tanımlayıcı tipte yapılan araştırma, Ağustos 2013-Haziran
2014 tarihleri arasında yapılmıştır. Erzurum il merkezinde bulunan Atatürk Üni-
versitesi Araştırma Hastanesi’nde, Nene Hatun Kadın Hastalıkları ve Doğum Has-
tanesi’nde, Birinci Basamak Sağlık Kuruluşlarında çalışan, araştırmaya katılmayı
kabul eden ebeler (S=118) ile gerçekleştirilmiştir. Verilerin toplanmasında, ebelere
ait kişisel ve mesleki özelliklerini belirleyen soru formu, Maslach Tükenmişlik Ölçe-
ği ve Bar-On Duygusal Zekâ Ölçeği kullanılmıştır. Elde edilen veriler, yüzdelik da-
ğılımlar, ortalama, varyans, t testi ile analiz edilmiştir. Etik ilkelere bağlı kalınmıştır.
Bulgular: Ebelerin genel olarak yaş, eğitim, medeni durum, gelir, çocuk sayısı
ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin varlığına göre Duygusal Tükenme ve Du-
yarsızlık düzeylerinin normal sınırlar içerisinde, Kişisel Başarı yönünden yüksek
düzeyde tükenmişlik yaşadıkları saptanmıştır. 25 yaş ve altı, lise mezunu, geliri gi-
derinden fazla, bekar, çocuğu olmayan ve bakım yükü olmayan ebelerin duygusal
zekâ düzeyleri yüksek bulunmuştur. Hastanede çalışan ebelerin duygusal tükenme
ve duyarsızlaşma düzeyleri daha yüksek, kişisel başarı düzeylerinin daha kötü ol-
duğu saptanmıştır. Nöbet tutan ebelerin gündüzde çalışan ebelere göre duygusal
zekâlarının önemli düzeyde daha yüksek olduğu belirlenmiştir (p<0.01).
Sonuç: Ebelerin duygusal tükenme ve duyarsızlaşma düzeyleri normal, kişisel
başarı yönünden yüksek düzeyde tükenmişlik yaşadıkları saptanmış ve duygusal
zekâlarının iyi düzeyde olduğu belirlenmiştir. Ebelerin tükenmişliklerini önleme ve
başa çıkma stratejileri geliştirmeye yönelik eylemler planlanmalı ve uygulanmalıdır.
Anahtar Kelimeler: Duygusal Zekâ, Ebe, Etkileyen Faktörler, Mesleki
Tükenmişlik.

1  Araştırma Görevlisi. Dumlupınar Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu. E-mail:


midwifeelif23@gmail.com
2  Doktor Öğretim Üyesi. Atatürk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi.
E-mail: meral.kilic@atauni.edu.tr
94 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ABSTRACT

Purpose: The research has been carried out in order to evaluate job burnout
and emotional intelligence, and to determine the effective factors in midwifes.
Materials and Method: The research, done in a descriptive type, has been
realized between August 2013-June 2014 with the midwives (N=118) working
in Primary Health Organisations and accepting to join the research in Ataturk
University Research Hospital which is in Erzurum city center, in Nene Hatun
Obstetrics and Gynecology Hospital. In the data-gathering process; a question
form that determines personal and professional features of midwives, Maslach
Burnout Inventory and Bar-On Emotional Quotient have been used. The data,
obtained, has been analyzed by percentage distributions, average, variance and t
test. Ethical principles have been adhered.
Findings: It has been determined that midwives have a normal emotional
exhaustion and apathy level in terms of age, education, marital status, income,
number of children and the existence of the people they have to care; and they
have a high level of exhaustion in terms of personal success. It is found that
emotional intelligence levels are higher in 25 and below 25 age group that is is
high school graduated, having more incomes than expenses, married, having no
children and having no care burden. It is indicated that emotional exhaustion and
depersonalization levels of midwives working in hospitals are higher and their
individual success is lower. It is determined that midwives watching at nights have
more emotional intelligence ( p<0.01 ) than ones working in a daytime.
Results : It is indicated that the mean scores of the emotional exhaustion scale
and the depersonalization scale of midwives are normal and they have lower
levels of individual success and a good level of emotional intelligence. The actions
intended for preventing burnout of midwives and developing coping strategies
should be planned and implemented.
Keywords : Emotional intelligence, Midwife, Effective factors, Job burnout

GİRİŞ

Günümüzde örgütsel ve bireysel olarak önemli olan birçok davranış ko-


nusu vardır. Mesleki tükenmişlik ve duygusal zeka dikkat çeken davranış
konularındandır.
Maslach’a göre tükenmişlik, işyerindeki stres artırıcı unsurlara karşı bir
tepki olarak uzun sürede ortaya çıkan psikolojik bir sendromdur. Masla-
ch’ın tükenmişlik modeline göre bu tepkiler duygusal tükenme, duyarsız-
laşma ve kişisel başarı duygusunda azalma olarak üç boyutta sınıflandırıl-
maktadır(Maslach C ve Jackson SE. 1981; Ergin NC. 1995; Maslach C ve
ark. 2001). Tükenmişliği etkileyen bireysel ve sosyal özellikler arasında cin-
siyet, yas, eğitim, medeni durum, işte çalışma süresi, sosyal destek, kişilik
Ebelik Çalışmaları 95

ve beklentiler sayılmaktadır(Maslach C ve Jackson SE. 1981; ). Tükenmişlik


yaşayan bireyler hastalık nedeniyle işe gelmemekte, uyku problemleri yaşa-
makta, sık sık ağrı kesici kullanmakta ve işten ayrılmayı düşünmektedirler
(Günüşen NP ve Üstün B, 2010).
Tükenmişlik özellikle insana hizmet veren meslek gruplarında sık gö-
rülen bir sorundur. Sağlık çalışanlarının tükenmişlik yönünden en riskli
gruplardan biri olduğu bilinmektedir.3Sağlık alanında çalışanlarda, yoğun
iş yükü, stres, duygusal destek verme, uyku düzeninin bozulması, tutulan
nöbet sayısının fazla olması sağlık personelinin üzerindeki majör stresörler
olarak gösterilmektedir(Canbaz S ve ark. 2005; Arıkan F ve ark. 2006) Buna
ek olarak; mesleki ilişkilerdeki problemler, tanı ve tedavisi zor hastalarla uğ-
raşma, yetersiz hastane kaynakları, hasta yakınları ile uğraşma, ekonomik
kaygılar ve bu sorunlarla başa çıkmaya çalışırken kendisine ve özel yaşamı-
na yeterince zaman ayıramama işle ilgili stres ve gerginliğe yol açmaktadır
(Şahin D ve ark 2008; Günüşen NP ve Üstün B, 2010). Demirbaş’ın 2006
yılında yaptığı çalışma sonucunda sağlık çalışanlarının sık sık mesleğin ve
çalışma koşullarının güçlüklerinden yakındıkları, mesleğin çok stresli ol-
duğundan söz ettikleri, mesleği isteyerek yapmadıkları, meslekten ayrılma
düşüncesini yoğun olarak yaşadıkları ve işe gitmeme eğiliminde oldukları
görülmüştür (Demirbaş AR, 2006).
Tükenmişlik sendromu ile bireyin psikolojik özellikleri arasındaki iliş-
kiler, son yıllarda iş yaşamında, üzerinde sıkça durulan konular arasında
yer almaktadır (Piko B, 2006). Bu nedenle, duyguların yönetilmesi anla-
mına gelen duygusal zekânın (DZ), tükenmişlik sendromu ile ilişkisinin
olacağı öngörülmektedir (Chan DW, 2006).
Son 20 yıla kadar insanların zihinsel faal yetiler konusunda yapılan
sayısız araştırmalarda duyguların işlevinin ihmal edildiğini göstermiştir.
Bunun sonucunda da bireylerin özel ve iş yaşamlarındaki muhtemel başa-
rılarını tahmin konusunda bilişsel zekâ kıstasları ve testler kullanılmıştır.
Fakat, bu ölçüt bireylerin özel ve iş yaşamındaki geleceğini tahminden zi-
yade okuldaki akademik başarısını tespit etmeye yaramıştır. Çünkü, bilişsel
zekâ seviyesi yüksek olduğu halde iş ve özel yaşantısında başarı ve mutlulu-
ğu yakalayamamış birçok örnek mevcuttur. Öte yandan bilişsel zekâsı orta
seviyede olduğu halde büyük başarılara imza atan kişilerin sayısı da kayda
değer seviyededir (Canbulat S, 2007). Duygusal zekâ kavramının gelişmesi,
insanların bir konuyla ilgili başarılarını ölçmek için kullanılan genel ölçüm
testlerinden (üniversite sınavları, IQ testleri gibi ) başarılı olan kişilerden
çoğunun gerçek hayatta başarılı olamadıklarının tespit edilmesiyle ortaya
çıkmıştır (Cumming EA. 2005; Yüksel M. 2006).
Yapılan araştırmalar ‘tükenmişlik’ ve ‘duygusal zekâ’ kavramlarının bir-
biri ile ilişki olduğunu ortaya koymaktadır (Geritz L. 2005; Chan DW. 2006;
96 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Arslan Ş ve Özata M. 2008). Geritz ve ark. nın yaptığı çalışmada13 hemşi-


relerin duygusal zekâ düzeyinin yüksekliği; daha az tükenmişlik sendromu
yaşamalarına, işe devamsızlık ve işten ayrılma oranlarının düşmesine ola-
nak sağlamıştır (Geritz L. 2005).
Sağlık çalışanlarında duygusal zekâ kavramı büyük önem taşımaktadır.
Çünkü bu mesleklerin, hastalarla direkt iletişim kurmayı gerektirmesi ve
hizmetin ancak ekip çalışması ile sunulabilmesi, duygusal zekâyı kullana-
bilmeyi ön plana çıkarmaktadır (McQeen ACH, 2004). Bu araştırma, ebe-
lerde mesleki tükenmişlik ve duygusal zekânın değerlendirilmesi ve etkile-
yen faktörlerin belirlenmesi amacıyla yapılmıştır.

GEREÇ VE YÖNTEM

Araştırmanın amacı ve türü:


Araştırma, Erzurum il merkezinde bulunan Atatürk Üniversitesi Araş-
tırma Hastanesi’nde, Nene Hatun Kadın Hastalıkları ve Doğum Hasta-
nesi’nde, Birinci Basamak Sağlık Kuruluşlarında çalışan, araştırmaya ka-
tılmayı kabul eden ebelerin mesleki tükenmişlik ve duygusal zekâlarının
değerlendirilmesi ve etkileyen faktörlerin belirlenmesi amacıyla tanımlayı-
cı, ilişki arayıcı türde yapılmıştır.

Araştırmanın evreni ve örneklem seçimi:


Araştırmanın evrenini belirtilen hastaneler ve birinci basamak sağlık
kuruluşlarında çalışan ebeler (N=148) oluşturmuştur. Örnekleme yönte-
mine gidilmeden, araştırmaya katılmayı kabul eden 118 ebe ile çalışılmıştır.

Veri toplama araçları:


Ebe bilgi formu: Araştırmacı tarafından hazırlanan soru formu, ebele-
rin kişisel özelliklerini (yaş, eğitimi, medeni durumu, geliri, yaşayan çocuk
sayısı, bakmakla yükümlü olduğu kişilerin varlığı) ve mesleki özelliklerini
(çalıştığı birim, çalışma şekli, haftalık çalışma saati, çalışma deneyimi, nö-
bet tutma durumu, ebelik mesleğini seçme şekli, ebelik mesleğini kendine
uygun bulma durumu, mesleki problemlerinin özel hayatını etkileme du-
rumu, aileye zaman ayırma, sosyal aktivitelere zaman ayırma durumunu)
belirleyen 17 sorudan oluşmuştur.

MTÖ (Mesleki Tükenmişlik Ölçeği):


Maslach ve Jackson tarafından geliştirilen MTE 22 maddeden oluşmuştur.
Tükenmişliği, Duygusal Tükenme (DT), Duyarsızlaşma (DY) ve Kişisel Başa-
rı Duygusunda Azalma (KB) olmak üzere üç alt ölçekle değerlendirmektedir.
Ebelik Çalışmaları 97

DTÖ dokuz (1, 2, 3, 6, 8, 13, 14, 16, 20), DYÖ beş (5, 10, 11, 15, 22), KBÖ
sekiz sorudan (4, 7, 9, 12, 17, 18, 19, 21) oluşmaktadır. DTÖ ve DY puanının
yüksek, KBÖ puanının düşük olması tükenmeyi göstermektedir.20
MTÖ’nin Türkçe uyarlaması Ergin (1992) tarafından yapılmıştır. Türkçeye
uyarlanırken orjinal ölçekte olan 7 basamaklı yanıt seçeneklerinin Türk
kültürüne uygun olmadığı anlaşılarak, 5 basamaklı olarak değiştirilmiştir.
(0= Hiç bir zaman, 1= Çok nadir, 2= Bazen, 3= Çoğu zaman, 4= Her
zaman). Alt Ölçek puanları DTÖ ve DYÖ için yukarıdaki gibi puanlanırken,
KBÖ için tersine puanlanmaktadır (Hiç bir zaman=4, Her zaman=0).
Bu puanların toplanması ile DTÖ için 0-36, DYÖ için 0-20 ve KBÖ için
0-32 puanlar arasında değişen puanlar elde edilir. DT ve DY alt ölçekleri
olumsuz anlatımlardan, KB boyutu ise olumlu anlatımlardan oluşmaktadır.
Alt ölçeklerin Cronbach alpha katsayıları DT için 0.83, KB için 0.72 ve DY
için 0.65’ dir. Bu araştırmada, ölçeğin Cronbach alpha katsayısı 0.74 dür.

BODZÖ (Bar-On Duygusal Zekâ Ölçeği):


Reuven Bar-On tarafından geliştirilen BODZÖ 133 maddeden oluş-
maktadır.37 Kiş sel becer ler, k ş ler arası becer ler, stresle başa çıkma,
uyumluluk ve genel ruh durumu olmak üzere beş alt boyutu olan BODZÖ,
Tekin Acar tarafından Türkçeye uyarlamış, uyarlama çalışmaları sonucun-
da ölçek 88 maddeye indirilmiştir. Bu ölçek toplam 5 boyut ve onların da
altında yer alan 15 boyutu ölçen 88 fadeden oluşmaktadır. Ölçek 5’ li likert
tipinde bir ölçektir. Seçenekler 1- tamamen katılıyorum, 2- Katılıyorum,
3- Kararsızım, 4- Katılmıyorum ve 5- Kes nl kle Katılmıyorum şeklinde
belirlenmiştir. Ölçekte, 3, 6, 9, 11, 12, 13, 16, 17, 21, 22, 24, 29, 35, 36, 37, 38,
39, 41, 44, 47, 51, 56, 58, 59, 60, 64, 65, 66, 67, 70, 71, 73, 77, 79, 80, 82, 83,
85 ve 86. sorular ters yönde değerlendirilen ifadelerdir. BODZÖ’nün Cron-
bach alpha katsayısı 0.92’dir. Bu araştırmada ölçeğin genel puanı üzerinden
değerlendirme yapılmış ve Cronbach alpha katsayısı 0.89 dur.
Araştırmanın etik yönü: Araştırmaların yürütülmesinde bilimsel ve
evrensel etik ilkelere uyulması zorunludur. Çalışma süresince İnsan Hak-
ları Helsinki Deklarasyonu’na sadık kalındı. Bilgi edinilen tüm araştırma-
larda cevapların gönüllü olarak verilmesi gerektiği için ebelerin gönüllü
katılımlarına önem verilmiştir. Ayrıca, araştırmanın amacı ve elde edilen
sonuçların hangi amaçlarla kullanılacağı ebelere açıklandıktan sonra onay-
lar (bilgilendirilmiş onay ilkesi) sözlü olarak alınmıştır. Ebelere, kendileri
ile ilgili bilgilerin başkalarına açıklanmayacağı konusunda açıklama yapıl-
mış ve “gizlilik ilkesine” uyulmuştur. Öte yandan araştırmada kullanılan
ölçekler için gerekli izinler alınmıştır.
98 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Verilerin analizi ve değerlendirilmesi:


Araştırmada anket formlarından elde edilen veriler, Stastical Package
for Social Science for Windows (SPSS 21.0) paket programı kullanılarak
oluşturulan veri tabanına kaydedildi ve bu program ile verilerin analizi ya-
pıldı. Ebelerin tanıtıcı özellikleri belirlenmesinde; yüzdelik dağılım ve or-
talama, tükenmişlik ve duygusal zekâ düzeylerinin belirlenmesinde; ortala-
ma, tanıtıcı özelliklerinin tükenmişlik ve duygusal zekâ düzeyine etkisinin
belirlenmesinde; t testi ve varyans analizi kullanılmışt

BULGULAR

Ebelerin özellikleri ile ilgili bulgular


Ebelerde mesleki tükenmişlik ve duygusal zekânın değerlendirildiği ve etki-
leyen faktörlerin belirlendiği araştırmada, ebelerin %55.9’ unun 26-35 yaş gru-
bunda, %58.5’ inin üniversite mezunu, %65.3’ ünün evli, %91.5’ inin gelirinin
giderine denk, %42.4’ ünün iki ve daha fazla çocuğa sahip olduğu ve %39’unun
bakmakla yükümlü olduğu kişilere sahip olduğu saptanmıştır (Tablo1).
Ebelerin çalışma özellikleri ile ilgili bulgular
Ebelerin yarıdan fazlasının (%55.1) hastanede çalıştığı, %53.4’ünün
gündüz çalıştığı, %92.4’ünün haftada 40 saat çalıştığı ve %34.7’sinin 11 yıl
ve üzerinde çalışma deneyimi olduğu tespit edilmiştir. Ebelerin %33.1’inin
ebelik mesleğini rastlantı ile seçtiği, %28.8’inin ebeliği kendine uygun bul-
madığı, %74.6’sının mesleki bilgi ve becerilerini kullandığı ve uyguladığı,
%47.5’inin mesleki problemlerinin özel hayatını etkilediği, %57.6’sının
ailesine zaman ayıramadığı ve %62.7’sinin sosyal aktivitelere katılamadığı
belirlenmiştir (Tablo 2).
Ebelerin MTÖ puan ortalamaları ile ilgili bulgular
Ebelerin DTÖ ve DYÖ puan ortalamaları normal, KBÖ puan ortalaması
yüksek bulunmuş, KB yönünden yüksek düzeyde tükenmişlik yaşadıkları
saptanmıştır (Tablo 3).
Ebelerin BODZÖ puan ortalamaları ile ilgili bulgular
Ebelerin duygusal zekâlarının (268.89±44.31) iyi düzeyde olduğu belir-
lenmiştir (Tablo 4).
Ebelerin tanıtıcı özellikleri ile mesleki tükenmişlik alt ölçek puan
ortalamalarının karşılaştırılması ile ilgili bulgular
Ebelerin yaşına, eğitim durumlarına, medeni durumlarına, gelir du-
rumlarına, çocuk sayısına ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin varlığına
göre DT, KB ve DY düzeyleri arasındaki farkın önemsiz olduğu saptanmış-
tır (p>0.05, Tablo 5).
Ebelik Çalışmaları 99

Ebelerin Çalışma Özellikleri ile Mesleki Tükenmişlik Alt Ölçek Puan


Ortalamalarının Karşılaştırılması
Ebelerin çalıştıkları birime göre DT ve DY düzeylerinin normal, KB dü-
zeylerinin yüksek olduğu, hastanede çalışanların DT ve DY düzeyleri daha
yüksek, KB düzeylerinin daha kötü olduğu saptanmış, çalışılan birime göre
DT (p<0.01) ve DY (p<0.05) düzeylerinin önemli farklılık gösterdiği bu-
lunmuştur ( p<0.05, Tablo 6).
Ebelerin çalışma şekli, haftalık çalışma saati, çalışma deneyimleri, mes-
leğini seçme durumları, mesleğini kendine uygun bulma durumu, bilgi ve
becerilerini uygulayabilme durumu, mesleki problemlerin özel hayatı etki-
leme durumu, aileye zaman ayırma durumu ve sosyal aktivitelerin varlığı-
na göre DT, KB ve DY düzeyleri arasındaki farkın önemsiz olduğu saptan-
mıştır (p>0.05, Tablo 6).
Ebelerin Tanıtıcı Özellikleri ile Duygusal Zekâ Düzeylerinin
Karşılaştırılması
Ebelerin 25 yaş ve altı, lise mezunu, geliri giderinden fazla, bekar, ço-
cuğu olmayan ve bakım yükü olmayanlarda duygusal zekâ düzeyleri daha
yüksek belirlenmiş, fakat gruplar arasındaki fark önemsiz bulundu (p>0.05,
Tablo 7).
Ebelerin Çalışma Özellikleri ile Duygusal Zekâ Düzeylerinin
Karşılaştırılması
Hastanede vardiya usulü, haftada 40 saat çalışan, 6-10 yıl çalışma deneyi-
mi olan, ebeliği isteyerek seçen, ebeliği kendine uygun bulan, mesleki bilgi ve
becerilerini uygulayamayan, mesleki problemleri özel hayatını etkilemeyen,
ailesine zaman ayıramayan ve sosyal aktivitelere katılan ebelerin, duygusal
zekâ düzeyleri daha yüksek belirlenmiş, çalışma şekline ve nöbet tutma du-
rumuna göre duygusal zekâ düzeyleri önemli bulundu (p<0.01 Tablo 8).

TARTIŞMA

Ebelerde mesleki tükenmişlik ve duygusal zekânın değerlendirildiği ve


etkileyen faktörlerin belirlendiği araştırmada, elde edilen bulgular ilgili
literatürle tartışılmıştır.
Araştırmada, ebelerin DT ve DY normal, KB yüksek bulunmuş, KB
yönünden yüksek düzeyde tükenmişlik yaşadıkları saptandı. Sayıl ve ark’
ın yaptığı çalışmada, hekim ve hemşirelerin DT düzeyleri normal, DY dü-
şük ve KB düzeyleri yüksek bulunmuştur(Sayıl I ve ark, 1997). Gülseren
ve ark’ ın çalışmasında hemşire ve teknisyenlerde DT, DY ve KB normal
düzeyde bulunmuştur(Gülseren S ve ark, 2000). Şen ve ark’ ın acil servis
çalışanlarında yaptıkları çalışmada, DT ve DY normal, KB yüksek düzeyde
100 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

tükenmişlik saptanmıştır(Şen S ve ark, 2013). Araştırmamız ve belirtilen


bu araştırmalarda, kişisel başarısızlığın yüksek bulunması, sağlık çalışanla-
rında tükenmişlik riskinin bulunduğunu düşündürdü.
Araştırmada ebelerin yaş gruplarına göre DT, KB ve DY düzeyleri ara-
sındaki farkın önemsiz olduğu saptandı. Benzer şeklide, bazı araştırmalar,
yaş ile tükenmişlik arasında bir ilişki bulmamıştır(Basım HN ve Şeşen H.
2006; Özbayır T ve ark. 2006; Şahin D ve ark. 2008; Şen S ve ark, 2013).
Ebelerin eğitim durumuna göre DT, KB ve DY düzeyleri arasındaki far-
kın önemsiz olduğu saptandı. Benzer şekilde, sağlık çalışanlarında yapılan
çalışmalarda da, öğrenim düzeyinin tükenmişliği etkilemediğini saptamış-
tır(Şahin D ve ark. 2008; Basım HN ve Şeşen H. 2006).
Ebelerin medeni durumlarına göre DT, KB ve DY düzeyleri arasındaki
farkın önemsiz olduğu saptandı. Araştırmalar hiç evlenmemiş ve boşanmış
kişilerle evli fakat çocuksuz kişilerin daha fazla duygusal tükenmişlik his-
settiklerini göstermektedir(Maslach C ve ark. 2001; Çimen M. 2000).
Ebelerin gelir durumuna göre DT, KB ve DY düzeyleri arasındaki farkın
önemsiz olduğu saptandı. Araştırmadan farklı olarak, yapılan çalışmalar-
da geliri giderinden az olan sağlık çalışanlarının tükenmişlik düzeylerinin
daha yüksek olduğu, gelirin tükenmişliği önemli düzeyde etkilediği bulun-
muştur(Demir A ve ark. 2003; Canbaz S ve ark. 2005).
Ebelerin çocuk sayısına göre DT, KB ve DY düzeyleri arasındaki farkın
önemsiz olduğu saptandı. Araştırmadan farklı olarak, çocuk sayısının tü-
kenmişlik üzerinde etkili olduğu bulunmuştur(Demir A ve ark. 2003; Can-
baz S ve ark. 2005).
Ebelerin çalıştıkları birime göre DT ve DY düzeylerinin normal, KB dü-
zeylerinin yüksek olduğu, hastanede çalışanların DT ve DY düzeyleri daha
yüksek, KB düzeylerinin daha kötü olduğu, çalışılan birime göre DT ve DY
düzeylerinin önemli farklılık gösterdiği bulundu. Alparslan ve Doğaner ’in
Sivas ilinde yaptığı çalışmada ebelerin çalıştığı birim ile mesleki tükenmiş
arasında anlamlı bir fark bulunmamakla birlikte, ikinci basamakta çalışan
ebelerin, duygusal tükenme, duyarsızlaşma alt boyut puan ortalamaları
daha yüksek bulunmuştur(Alparslan Ö ve Doğaner G, 2009). Çalışmada
hastanede çalışan ebelerin mesleki tükenmişliklerinin birinci basamakta
çalışan ebelere göre farklı olması, çalışma saatlerindeki farklılık ve iş yü-
künün fazla olması, nöbet tutma gibi nedenlerden kaynaklanmış olabilir.
Uçan ’ın yaptığı çalışmada ise ebelerin karşılaştıkları zorluklardan birinin
aşırı iş yükü olarak ifade etmişlerdir(Uçan S, 2007). Ateş ve ark’ nın yaptığı
çalışmada da hastanede çalışan ebelerin tamamı iş yükünün fazla olduğunu
belirtmişlerdir(Ateş Y ve ark, 2007).
Ebelerin çalışma şekline göre DT, KB ve DY düzeyleri arasındaki farkın
önemsiz olduğu saptandı. Araştırma bulgusu ile paralel olarak, Aslankoç ve
Ebelik Çalışmaları 101

ark’ ı ebe ve hemşirelerin vardiya usulü çalışmalarının tükenmişlik düzey-


lerini arttırdığını belirlemişlerdir(Aslankoç R ve ark, 1999). Demir çalışma
şeklinin tükenmişlik düzeyini etkilemediğini saptamıştır(Demir A ve ark,
2003).
Araştırmada ebelerin duygusal zekâlarının iyi düzeyde olduğu saptan-
dı. Hemşirelerle yapılan iki çalışmada, Asi Karakaş ve Küçükoğlu duygusal
zekâyı orta düzeyde tespit etmiştir(Asi KS ve Küçükoğlu S, 2011). Bir başka
çalışmada klinik hemşirelerinin duygusal zekâları kötü düzeyde bulunmuş-
tur(Codier E ve ark, 2008). Sağlık çalışanlarında duygusal zekâ kavramı
büyük önem taşımaktadır. Çünkü bu mesleklerin, hastalarla direkt iletişim
kurmayı gerektirmesi ve hizmeti ancak ekip çalışması ile sunabilmesi, duy-
gusal zekâyı kullanabilmeyi ön plana çıkarmaktadır.
Duygusal zekânın gelişmesi açısından üzerinde durulan en önemli fak-
törler yaş, aile ortamı ve cinsiyettir. Araştırmada ebelerin 25 yaş ve altı,
lise mezunu, geliri giderinden fazla, bekar, çocuğu olmayan ve bakım yükü
olmayan ebelerin duygusal zekâ düzeyleri daha yüksek belirlendi, fakat
gruplar arasındaki fark önemsiz bulundu. Sağlık çalışanlarında yapılan ça-
lışmalarda benzer sonuçlar elde edilmiştir(Şahin D ve ark. 2008; Akbolat M
ve ark. 2008; Aksu M. 2010; Oral L ve Köse S. 2011).
Araştırmada ebelerin hastanede nöbet usulü haftada 40 saat çalışan,
6-10 yıl çalışma deneyimi olan, nöbet tutan, ebeliği isteyerek seçen, ebeliği
kendine uygun bulan, mesleki bilgi ve becerilerini uygulayamayan, mes-
leki problemleri özel hayatını etkilemeyen, ailesine zaman ayıramayan ve
sosyal aktivitelere katılan ebelerin, duygusal zekâ düzeyleri daha yüksek
belirlenmiş, çalışma şekline ve nöbet tutma durumuna göre duygusal zekâ
düzeyleri önemli bulunmuştur. Araştırma bulgusu ile paralel olarak, sağlık
çalışanlarında çalışma yılı ve nöbet tutma durumunun duygusal zekâ düze-
yini etkilediğini tespit etmiştir(Aksütlü S. 2013).
102 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

KAYNAKLAR

Günüşen NP, Üstün B. Türkiye’de ikinci basamak sağlık hizmetlerinde çalışan


hemşire ve hekimlerde tükenmişlik Literatür İncelemesi. DE HYO ED
2010, 3 (1): 40-51
Arıkan F, Gökçe Ç, Özer ZC. Tükenmişlik ve Hemşirelik. Hemşirelik Forumu,
2006: 14-17.
Canbaz S, Sünter T, Dabak Ş. Hemşirelerde tükenmişlik sendromu, iş doyumu ve
işe bağlı gerginlik. Hemşirelik Forumu, 2005: 30-34.
Sahin D, Turan FN, Alpaslan N. Devlet Hastanesinde Çalısan Sağlık Personelinin
Tükenmislik Düzeyleri. Nöropsikiyatri Arsivi 2008, 45: 116-121.
Demirbaş AR. Üç Farklı Hastanede Görev Yapan Yöneticilerin ve Klinikte Çalışan
Sağllık Personelinin Tükenmişlik Durumunun Araştırılması. Sağlık B l
mler Enstitüsü. Yüksek Lisans Tezi. Ankara Ankara Üniversitesi, 2006.
Chan DW. Emotional intelligence and components of burnout among chinese
secondary school teachers in Hong Kong. Teaching and teacher Education,
2006:1042-1054.
McQueen Anne CH. Integrative literature reviews and meta anayses, emotional
ıntelligence in nursing ork. Journal of Advanced Nursing. 2004, 47:101-108.
Gerits L. Emotional ıntelligence profiles of nurses caring for people with severe
behaviour problems. Personality and ındividual differences, 2005,38 33-43.
Arslan Ş, Özata M. Duygusal zekâ ve tükenmişlik arasındaki ilişkilerin araştırılması
Sağlık çalışanları örneği. Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi Dergisi, 2008; 30: 77-97.
Maslach C, Schaufeli WB, Leiter MP. Job bornout. Annual rewiev of Psychology,
2001;52:397-422.
Maslach C, Jackson SE. The measurement of experienced bornout. Journal of
occupational Behaviour. 1981;2:99-113.
Ergin NC. Akademisyenlerde Tükenmislik ve Çesitli Stres Kaynaklarının
İncelenmesi. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 1995;12
(2): 37-50.
Ergin C. Doktor ve hemşirelerde tükenmişlik ve Maslach Tükenmişlik Ölceği’nin
uyarlanması. 7.Ulusal Psikoloji Kongresi Bilimsel Çalışmaları, 1992: 143-
154.
Canbulat S. Duygusal Zekânın Çalışanların İş Doyumu Üzerindeki Etkisinin
Araştırılması. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yüksek Lisans Tezi, Ankara Gazi
Üniversitesi, 2007.
Cumming EA. An investigation into the relationship between emotional
intelligence and workplace performance: An exploratory study. Lincoln
University, 2005.
Ebelik Çalışmaları 103

Yüksel M. Duygusal Zekâ ve Performans İlişkisi. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yüksek


Lisans Tezi. Erzurum Atatürk Üniversitesi, 2006.
Piko B. Burnout, role conflict, job satisfaction, psychosocial health among
Hungarian health staff: a questionnare survey. International Journal of
Nursing Studies, 2006: 311-318.
Sayıl I, Haran S, Ölmez Ş, Özgüven HD. Ankara Üniversitesi Hastanelerinde
Çalışan Doktor ve Hemşirelerin Tükenmişlik Düzeyi. Kriz Dergisi.1997; 5
(2): 71-77.
Gulseren S, Karaduman E, Kultur S. Hemsire ve Teknisyenlerde Tukenmislik
Sendromu ve Depresif Belirti Duzeyi. Kriz Dergisi 2000; 9: 27-38.
Şen S, Yorulmaz H, Batmaz M. Acil Servis Çalısanlarında Tükenmislik Sendromu.
http://www.istanbul112.com/makalesevim.doc. 15 Aralık 2013.
Özbayır T, Demir F, Candan Y ve ark. Ameliyathane Hemşirelerinin Tükenmişliğinin
İncelenmesi. Hemşirelik Forumu 2006, 2:18-25.
Basım HN, Şeşen H. Mesleki Tükenmişlikte Bazı Demografik Değişkenlerin Etkisi
Kamu’da Bir Araştırma. Ege Akademik Bakış. 2006, 6: 15-23.
Çimen M. “Türk Silahlı Kuvvetleri Sağlık Personelinin Tükenmişlik, İş doyumu,
Kuruma Bağlılık ve İşten Ayrılma Niyetlerine İlişkin Bir Alan Araştırması”,
Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Sağlık Hizmetleri Yönetim Anabilimdalı.
Doktora Tezi, Ankara: T. C. Genelkurmay Başkanlığı Gülhane Askeri Tıp
Akademisi, 2000.
Demir A, Ulusoy M, Ulusoy MF. Investigation of factors influencing burnout
levels in the professional and private lives of nurses. International Journal
of Nursing Studies, 2003, 40: 807-827.
Alparslan Ö, Doğaner G. Relationship Bet een Levels of Burnout of Midwives who
work in Sivas, Turkey Province Center and İdentified Socio-Demographic
Characteristics. International Journal of Nursing Midwifery. 2009, 1(2):19-
28.
Ateş Y, Sarı M, Güner T. Ebelerde İş Yükünün ve Niteliğinin Değerlendirilmesi. 1.
Ulusal Ebelik Kongresi, İstanbul, 2007.
Üstün B. Hemşirelerin Atılganlık ve Tükenmişlik Düzeyleri. Doktora Tezi, Ankara
Hacettepe Üniversitesi, 1995.
Altay B, Gönener D, Demirkıran C. Bir Üniversite Hastanesinde çalışan
Hemşirelerin Tükenmişlik Düzeyleri ve Aile Desteğinin Etkisi, Fırat Tıp
Dergisi, 2010, 15(1): 10-16.
Kurçer M. Harran üniversitesi tıp fakültesi hekimlerinin iş doyumu ve tükenmişlik
düzeyleri. Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi. 2005; 2: 10-15.
Taycan O, Kutlu L, Çimen S, Aydın N. Bir Üniversite Hastanesinde Çalışan
Hemşirelerde Depresyon ve Tükenmişlik Düzeyinin Sosyodemografik
Özelliklerle İlişkisi, Anadolu psikiyatri dergisi, 2006, 7: 100-108.
104 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Aslan H, Ünal M. Tıpta Uzmanlık Öğrencisi Hekimlerde Tükenme Düzeyleri. Türk


Psikiyatri Dergisi, 1996; 7: 39-45.
Karadağ G, Sertbaş G. Hemşirelerin İş Doyumu ve Tükenmişlik Düzeyleri İle
Bunları Etkileyen Bazı Değişkenlerin İncelenmesi. Hemşirelik Forumu
Dergisi 2002; 5: 8-15.
Kırılmaz AY, Çelen Ü, Sarp N. İlköğretim Grubunda Çalışan Bir Öğretmen
Grubunda “Tükenmişlik Durumu” Araştırması. 2003, 2 2-9
Asi KS, Küçükoğlu S. Bir egitim hastanesinde çalısan hemşirelerin duygusal zekâ
düzeyleri. Anadolu Hemsirelik ve Saglık Bilimleri Dergisi, 2011, 14:8-13.
Codier, E, Kooker, BM., Shoultz. J. Measuring the emotional ıntelligence of clinical
staff nurses an approach for ımproving the clinical care environment.
Nursing Administration Quarterly, 2008; 32(1): 8-14
Oral L, Köse S. Hekimlerin duygusal emek kullanımı ile iş doyumu ve tükenmişlik
düzeyleri arasındaki iliskiler üzerine bir arastırma. Süleyman Demirel
Üniversitesi Iktisadi ve Idari Bilimler Dergisi. 2011, 16:463-492.
Aksu M. Servis sorumlu hemşirelerinin transformasyonel liderlik davranısları ve
duygusal zekâlarının incelenmesi. Sağlık Bilimleri Enstitüsü. Yüksek Lisans
Tezi. Ankara Hacettepe Üniversitesi, 2010.
Akbolat M, Işık O, Karadağ M. Tükenmişlik ve Örgütten Ayrılma ile İlgili Tıbbi
Sekreterler Üzerinde Ampirik Bir Çalışma , 7. lusal Büro Yönetimi ve
Sekreterlik Kongresi, 2008, Trabzon, ss: 393–406
Uçan S. Sağlık Ocaklarında Çalışan Ebelerde Çalışma Yaşantısı ve İş Doyumunun
Değerlendirilmesi. 1.Ulusal Ebelik Sempozyumu, İzmir, 2007.
Aksütlü S. Sağlık Çalışanlarında Duygusal Zekâ ve Tükenmişlik İlişkisi. Sosyal
Bilimler Ensttütüsü. Yüksek Lisans Tezi. Ankara Beykent Üniversitesi, 2013.
Ebelik Çalışmaları 105

TABLOLAR

Tablo 1. Ebelerin Özelliklerine Göre Dağılımı


106 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Tablo 2. Ebelerin Çalışma Özelliklerine Göre Dağılımı


Ebelik Çalışmaları 107

Tablo 3. Ebelerin MTÖ puan ortalamaları

Tablo 4. Ebelerin Tanıtıcı Özellikleri ile Mesleki Tükenmişlik Alt Ölçek Puan
Ortalamalarının Karşılaştırılması
108 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Tablo 5. Ebelerin Tanıtıcı Özellikleri ile Mesleki Tükenmişlik Alt Ölçek Puan
Ortalamalarının Karşılaştırılması
Ebelik Çalışmaları 109

Tablo 6. Ebelerin Çalışma Özellikleri ile Mesleki Tükenmişlik Alt Ölçek Puan
Ortalamalarının Karşılaştırılması
110 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Tablo 7. Ebelerin Tanıtıcı Özellikleri ile Duygusal Zekâ Düzeylerinin


Karşılaştırılması


Ebelik Çalışmaları 111

Tablo 8. Ebelerin Çalışma Özellikleri ile Duygusal Zekâ Düzeylerinin


Karşılaştırılması
Hemşirelik Çalışmaları
Hemşirelik Çalışmaları 115

Y KUŞAĞINDAKİ HEMŞİRELİK ÖĞRENCİLERİNİN SOSYAL


AĞLARI KULLANIM AMAÇLARI VE YAŞANAN ETİK
SORUNLAR
AIMS OF SOCIAL NETWORKING SITES USAGE OF
NURSING STUDENTS IN Y GENERATION AND ETHICAL
PROBLEMS EXPERIENCED

M.Türkan Işık ERER1 Aslıhan Ardıç ÇOBANER2

ÖZET

Giriş ve Amaç: Dünyada sağlık profesyonelleri arasında internet ve sosyal ağlar


giderek daha fazla oranda kullanılmaktadır. Bu durum hem hasta mahremiyetine
yönelik etik kaygıları; hem de sağlık profesyonellerinin sosyal ağları kullanım
amaçlarına ve yaşanabilecek etik problemlere yönelik araştırmaların sayısını
arttırmıştır. Bu araştırmanın amacı, Y kuşağı hemşirelik öğrencilerinin internet
ve sosyal ağları kullanım durumları, amaçları ve yaşanan etik sorunların
belirlemesidir.
Gereç–Yöntem: Araştırma tanımlayıcı nitelikte olup, 680 Y kuşağı hemşirelik
öğrencisi ile gerçekleştirildi. Verilerin analizinde, yüzde, ortalama, standart sapma,
t-testi, Mann-Whitney U testi, Kruskal Wallis testi kullanıldı.
Bulgular:Sosyal ağlar 18-22 yaş grubu Y kuşağına mensup öğrenci hemşireler
arasında yaygın bir iletişim aracıdır. Öğrenci hemşirelerin %85,9’u sosyal ağ
kullanımının riskli olduğunu düşünmektedir. Öğrencilerin sadece %32,5’i sosyal
ağların kullanımına yönelik bilgilendirmeye ihtiyaçları olduğunu belirtmektedir.
Sosyal ağları kullanma amacı ölçek toplam puanı ve araştırma, işbirliği
kurma, sürdürme alt grup ölçeklerinin puanları ile cinsiyetler arasında bir fark
saptandı (p<0.05). Sosyal ağ kullanımının riskleri olduğunu düşününen öğrenci
hemşirelerin sosyal ağlarda iletişimi kurma ve iletişimi sürdürme ölçek puanları
arasında anlamlı bir fark belirlendi (p<0.05).
Sonuç: Araştırma Y kuşağı öğrenci hemşirelerin internet ve sosyal ağları
kullanım oranlarının yüksek olması yanında; bu ortamların iletişimde, eğitimde,
toplumsal ve mesleki etkileşimi açısından önemli olduğu ortaya koymaktadır.
Öğrencilerin, yarıya yakını sosyal ağlarda etik olmayan davranışların olduğunu ve
tamamına yakını da sosyal ağların risklerinin olduğunun farkındadır.
Anahtar Kelimeler: Hemşirelik öğrencisi, Y kuşağı, Sosyal ağların kullanım
amaçları ölçeği, Etik sorunlar.

1  Dr. Öğr. Üyesi, Mersin Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi


2  Doç. Dr., Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi
116 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ABSTRACT

Introduction and Aim: Internet and social networking sites are increasingly
being used in the world among health professionals. This situation increased both
ethical concerns towards patient confidentiality and studies towards the aims of
social networking sites usage of health professionals. The aim of this study is to
identify the status and aims of social networking sites usage of nursing students
and ethical problems experienced.
Material–Method: The study is a descriptive one conducted with 680 Y
generation nursing students. Percentage, average, standard deviation, T-test,
Mann-Whitney U Test and Kruskal Wallis Test have been used in data analysis.
Findings: Social networking sites are common tools of communication among
nursing students of Y generation aged 18-22. 85.9% of students think of social
networking sites usage as risky. Only 32.5% of students stated having the need
of briefing towards the social networking sites usage. A difference was stated
between the social networking sites usage aims scale total points and research,
cooperation, maintenance subgroup scale points and the genders (p<0.05). A
meaningful difference was identified between communication in social networks
and maintaining the communication scale points of student nurses who think that
social networking sites usage has risks (p<0.05).
Result: Study revealed that besides the high internet and social networking
sites usage rates of Y generation student nurses, these medium are important in
communication and education in terms of social and professional interaction.
Almost half of the students are aware that there are unethical behavior in social
networking sites and almost all that social networking sites have risks.
Keywords: Nursing students,Y generation, Social networking sites usage aims
scale, Ethical Problems.

GİRİŞ

İletişim toplumsal ilişkileri, yaşam şeklini ve düşünüş-davranış şekilleri-


mizi etkileyen en önemli unsurdur. Ilk toplumsal örgütlenmeden günümü-
ze kişilerarası iletişim yanında kitle iletişim araçları bu değişimin önemli
dinamiği olmuştur. Bilgisayar ve internet ile birlikte yeni iletişim teknolo-
jilerinin gelişmesi ve gündelik yaşamda kullanılmının yaygınlaşması birey-
lerin yaşamını değiştirmiş, hayatını kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. Bu
yeni teknolojiler ile birlikte toplumsal ilişki ve düşünüş şekillerimizin de
derinlemesine bir dönüşümden geçtiğini söylemek yanlış olmaz.
Jan Van Dijk günümüz toplumunu Ağ Toplumu (2006) isimli eserin-
de kitle toplumundan ağ toplumuna geçiş halinde olan bir toplum olarak
tanımlamaktadır. Yeni iletişim teknolojilerinin toplum ve bireyler üzerin-
deki etkileri bu araçların bireyler ve gruplar açısından yarattığı olanaklar/
Hemşirelik Çalışmaları 117

fırsatlar ve riskleri bağlamında, olumlu ve olumsuz etkiler olarak tartışıl-


maktadır. Bu tartışmaya geçmeden önce bu yeni iletişim teknolojilerinin
(bilgisayar, internet, cep telefonları, akıllı telefonlar, tabletler, dijital oyun
araçları vb.) Türkiye’de kullanım yaygınlığı ve bu ortamların ne amaçla kul-
lanıldığına bakma yararlı olacaktır.
Türkiye İstatistik Kurumu (TUIK) tarafından her yıl yayınlanan Hane-
halkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması 2017 verilerine göre 2017
yılı ilk üç ayında (Ocak-Mart 2017) Türkiye genelinde hanelerin %80,7’si
evden internete erişim imkanına sahiptir. İnternet kullanım oranlarına bi-
reysel düzeyde bakıldığında ise 16-74 yaş grubundaki bireylerde internet
kullanım oranı 2017 yılında %66,8 olurken; erkeklerde %75,1 ve kadınlarda
%58,7’dir. Yine bu araştırmaya göre, internet en çok sosyal medya üzerinde
profil oluşturma, mesaj gönderme veya fotoğraf vb. içerik paylaşma amaçlı
(%83,7) kullanılnaktadır (TUIK, 2017).
Yukarıdaki kullanım oranlarında da görüleceği üzere internetin sosyal
ağlar için hem içerik oluşturmak/yüklemek ve paylaşmak hem de takip et-
mek amaçlı kullanımı giderek artmaktadır. Günümüzde en çok kullanılan
sosyal ağ uygulamaları (örneğin, Facebook, Flickr, Twitter ve YouTube),
kişisel ve profesyonel bilgi alışverişinde en hızlı büyüyen araçlar haline
gelmiştir. Tüm yaş gruplarından ve farklı sosyo-ekonomik seviyelerde bu
ağların kullanım oranları artarken özellikle gençlerin kullanımı diğer yaş
gruplarına göre daha yüksektir. TUIK 2017verilerine göre 16-35 yaş arası
gençlerin internet kullanımı oranı ortalama %86 olurken; bu oran erkekler-
de %90’ların üstüne, kadınlarda ise %80’lere ulaşmaktadır (TUIK, 2017).
Y KuşağıGençlerinSosyal Ağları Kullanımı
Çocukluk ve yetişkinlik arasında bir geçiş dönemi olan gençlik, modern
zamanlarda ortaya çıkmış toplumsal bir kategoridir (Jones, 1988’den akt. Gür
ve ark. 2012). Geleneksel toplumlarda gençlik, bugünkü kadar uzun bir sü-
reye yayılmamış ve kısa sürmüştür. Çalışma odaklı modern zamanlarda ise,
çalışma öncesi dönem gençlik olarak tanımlanmış ve gençler, geleceğin ça-
lışanları ve yurttaşları olmaları dolayısıyla önem sahibi olmuşlardır. Tarım
toplumları, aile bireylerinin ortak çalışmaları üzerine kuruluydu. Gençlik,
ancak 19. yüzyılda siyasi bir aktör olarak ortaya çıkmıştır (Lüküslü, 2009).
Modern ulus devletlerin inşa sürecinde gençlik, hem devletin inşa ettiği bi-
reyler hem de yeni toplumu inşa eden aktörler olarak önem kazanmıştır.
Genel olarak kuşak; benzer bir zaman aralığında doğmuş, benzer yaş ve
hayat dönemlerini paylaşan ve belirli bir dönemin olayları ve eğilimleri ta-
rafından şekillendirilmiş olan insan topluluğudur.Kendine özgü değer an-
layışı, yaşanmışlıklar ve benzer tutumlara sahip bireyler topluluğunu ifade
eden kuşak anlayışı; her dönem için farklı isimlerle kategorilendirilmiştir.
Geçmişten günümüze kuşaklar beş farklı grup altında sınıflandırılmıştır
(Williams ve Page, 2011’den akt. Kuyucu, 2014:54).
118 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Geçmişten Günümüze Kuşakların Dağılımı


Gelenekselciler (1930-1945)
Baby Boom Generation(Bebek Patlaması) (1946-1964)
X Kuşağı (1965-1976)
Y Kuşağı(1977-1994)
Z Kuşağı(1994 ve sonrası)

Y kuşağının hangi tarihte doğanları kapsadığı konusunda literatürde


“1976-2000”, “1981-1999” ve “1980-2000” gibi çeşitli görüş farklılıkları bu-
lunmakla birlikte (Reeves ve Oh 2008: 296-297); Y kuşağı bu çalışma içe-
risinde 1980-2000 yılları arasında doğanları kapsamaktadır. Y kuşağı için
ayrıca “dijital nesil”, “generation www”, “net kuşağı” ve “milenyum kuşağı”
gibi isimlendirmeler de mevcuttur. Bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni
Y kuşağı üzerinde yeni iletişim teknolojileri, bilgisayar ve internetin önemli
bir etkisinin olmasındandır. Y kuşağının en önemli iletişim aracı internet
ve sosyal medyadır.
Türkiye Gençlik Profili Araştırması (2012)’na katılımcıların %79,6’sı in-
ternet kullanıcısı olduğunu, %55,7’si interneti sosyal iletişim ve haberleşme
amaçlı, %38,3’ü eğlence amaçlı, %37,1’i eğitim-araştırma amaçlı, %12,4’ü
haber takibi amaçlı, %11,8’i oyun amaçlı kullandıklarını ifade etmişlerdir.
Bu bulgulardan anlaşıldığı üzere gençler interneti daha çok sosyal iletişim
ve haberleşme ile eğlence amaçlı kullanmaktadır. Bununla birlikte gençle-
rin interneti ve sosyal ağları eğitim ve araştırma için de kullandıkları görül-
mektedir (Gür vd. 2012: 84; Akyazı ve Ünal, 2013:19).
Bir başka çalışmada ise öğrencilerin dörtte üçünden fazlasının (%85,9)
sosyal ağları kullandığını ortaya koymuştur. En fazla kullanılan sosyal ağ
ise Facebook’tur (%82,4) (Akıncı, Kural ve Bat, 2010:3371). Y kuşağının
Facebook kullanım alışkanlıkları üzerine yapılan bir diğer çalışma ise Fa-
cebook’un gençleri birbirleri ile iletişimleri, tüketim alışkanlıklarına kadar
bir çok konuda etkileyen bir araç olduğunu ortaya koymuştur. Araştırmaya
katılan gençlerin tamamı Facebook’a üye olmakla birlikte, mobil cihazla-
rı kullanarak Facebook’a bağlanmaktadır. Ayrıca aynı kuşağa mensup ol-
makla birlikte Facebook kullanımı cinsiyete göre değişmektedir. Erkeklerin
Facebook’u oyun ve eğlence amaçlı kullanımına karşın, kadınlar daha çok
bilgi ve deneyim amacıyla kullanmaktadır (Kuyucu, 2014:79-80).

Sosyal Ağların Olanak ve Riskleri


Tüm Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de sosyal ağlar araçlarının eko-
nomik değeri artmakta, bu alanlar yeni bir endüstri ve ticari alan olarak
belirmektedir. Ancak bu araçları sadece ekonomik boyutları ile değer-
lendirmek yanlış olacaktır. Bu araçlar bireyin toplumsal, sosyal, siyasal,
Hemşirelik Çalışmaları 119

kültürel ve ekonomik yaşama katılmasında sağlayacağı olanaklar açısından


da değerlendirilmelidir. Web tabanlı bir ortamda grup etkileşimini, işbirli-
ğini, sosyal ilişkileri arttıran ve bilgi değişimini sağlayan uygulamalar bütü-
nü olarak sosyal ağlar (Bartlett-Bragg, 2006’dan akt. Koçak Usluel, Demir &
Çınar, 2014: 2) günümüzde etkileşim, işbirliği, sosyal ilişki ve bilgi değişimi
için önemli araçlar halini almıştır.
Sosyal ağlarda karşılaşılabilecek bazı riskler de bulunmaktadır. Örneğin,
özel yaşamın gizliliği hakkı sosyal ağlarda çeşitli şekillerde ihlal edilmek-
tedir. Bunlar arasında kişisel bilgilerin istismarı/izinsiz paylaşımı, mahre-
miyetin ihlali ve dijital gözetim, siber zorbalık, korsanlık ve dolandırıcılık,
zararlı ve saldırgan içerikler, ırkçı nefret söylemi, taraflı/yanlış enformas-
yon (tavsiye, sağlık konusunda) (Bojana vd., 2008) özellikle kişinin yaşam
tarzı ve cinsel tercihleri, dinsel tercihleri, etnik kökeni, sağlık bilgileri, vb.
konularda bireyin özel yaşamının gizliliğinin ihlal edildiği olaylara çok sık
rastlanmaktadır (Arslantaş-Toktaş vd., 2012:165).
Sosyal ağların kullanımı son yıllarda sağlık ve tıp alanında çalışan ve
eğitim gören kişiler arasında da yaygınlaşmıştır. Sağlık profesyonelleri ara-
sında profesyonel veya kişisel kullanım için Facebook kullanımı %90’lara
yaklaşmaktadır (Jain, Pety&Jaber, 2014). Sosyal medya sağlık ile ilgili hiz-
metler, bakım ve tedaviler ile ilgili bilgi ve görüşleri paylaşmak için çok iş-
levsel bir araç olmakla birlikte (Kenny&Johnson, 2016:651); aynı zamanda
sağlık eğitimi amacıyla kullanımı da giderek yaygınlaşmaktadır (Smith&
Lambert, 2014).
Sosyal ağların sağlık çalışanları arasında mesleki açıdan kullanım ne-
denleri arasında mesleki bilgiye erişim, eğitim ve sağlığın geliştirilmesi gibi
değişik amaçlar, vaka tartışmaları/paylaşımı, uygulama ortamlarına ilişkin
bilgileri ve istihdam ile ilgili konularda olmaktadır. Hem sağlık alanında
internet ve sosyal ağları kullanımının boyutları hem de bu kullanımın iş/
eğitim yaşamı ve hastalar ile iletişimi etkileyen boyutlarını irdeleyen çalış-
maların sayısı da gün geçtikçe artmaktadır. Bu çalışmalarda ortak sorun
alanları; dijital ortamda paylaşımların denetlenmesinin zorluğu, hastaların
mahremiyetinin ve kişisel bilgilerin gizliliğinin ihlali; profesyonel olmayan
davranış ve örgütsel riskler olarak ortaya konulmuştur (Von Muhlen&Oh-
no-Machodo, 2012:777; Ardıç Çobaner&Işık Erer, 2014:144).
Kung ve Oh’un 410 hemşireyi kapsayan çalışması (2014:68), hemşirele-
rin %90,3’ünün sosyal ağları kullandığını, %37,9’unun online soru-cevap
sitelerini ve %31,9’unun blogları takip ettiğini ortaya koymuştur. İngiltere
Hemşireler ve Ebeler Konseyi (Nursing&Midwifery Council, NMC) sadece
İngiltere’de kayıtlı 335 bin Facebook kullanıcısı ebe ve hemşire olduğunu
bildirmiştir (2011). Yine İngiltere’de Von Muhlen ve Ohno-Machado’nun
tıp öğrencisi, hekim, hemşire, dişhekimi ve eczacıları kapsayan meta-ana-
liz çalışması özellikle genç tıp öğrencileri arasında kişisel nedenler ve bir
120 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

başvuru kaynağı olarak Facebook kullanımının oldukça yaygın olduğunu


ortaya koymuştur (2012:778).
Sosyal ağların sağlık çalışanları arasında kullanımının yaygınlaşması, has-
ta mahremiyeti ve profesyonel mesleki ilkeleri ilgilendiren bazı etik kaygıları
da beraberinde getirmiştir. Sosyal ağlar aracılığıyla bilgi paylaşımı kişisel ve
mesleki yaşam arasındaki sınırları sağlık personeli-hasta ilişkisine zarar ve-
recek şekilde bulanıklaştırabilir. Örneğin, sosyal ağlarda paylaşılan bilgiler
genellikle kişisel bilgileri ve görüşleri içerir. Bu durum sağlık mesleği men-
supları için mesleki ve etik sorunlar yaratabilir. (Kenny &Johnson, 2016:651).
Thompson vd. (2011) tıp öğrencilerinin Facebook profilleri üzerine yaptığı
çalışması öğrencilerin herkese açık profillerinde hastalara ait bilgilere ve fo-
toğraflara yer verdiklerini ortaya koymuştur. Bu ihlaller tıbbi gezilerin oldu-
ğu fotoğraflar, hastalarla ya da çocukların aşılanması ve muayenesi işlemle-
rini içermektedir.
Türkiye’de de hemşireler internet ve sosyal ağları yoğun olarak kullan-
maktadır. Bir üniversite hastanesinde 2015 yılında 260 hemşire ile yapılan
bir çalışmaya göre, hemşireler arasında internet kullanımı %72,7 ve sosyal
ağ kullanımı %78,8 olarak bulunmuştur. Aynı çalışmaya göre sosyal ağ kulla-
nımının öncelikli nedenleri arasında “arkadaşlarından bilgi almak” (%71,5),
“haber okumak” (%63,5) ve “mesaj ve fotoğraf paylaşmak” gibi nedenler (%60
ve %55) yeralmaktadır. Sosyal medyayı profesyonel meslek yaşamındaki ge-
lişmeleri takip etmek için kullananların oranı ise %48,5’tir (Işık Erer&Ardıç
Çobaner, 2016:1088).
Bu çalışmada ise Y kuşağı içerisinde yer alan öğrenci hemşirelerin inter-
net ve sosyal ağlarıkullanım özellikleri ve yaşanan etik sorunları belirlemek;
böylece Y kuşağının sosyal ağ kullanımına yönelik bilgi birikimine katkı sağ-
lanmak amaçlanmaktadır.

YÖNTEM

Araştırmanın Etik Yönü


Araştırmanın uygulanabilmesi için çalışmanın gerçekleştirileceği
Mersin Üniversitesi Sağlık Yüksek Okulu’ndan ve Mersin Üniversitesi
Klinik Araştırmalar Etik Kurulu’ndan yazılı izin alındı. Katılımcılar,
çalışma hakkında bilgilendirildikten sonra gönüllülük ilkesi doğrultusunda
verilerin toplanması gerçekleştirildi.

Araştırmanın Amacı ve Tipi


Araştırma, tanımlayıcı nitelikte olup, Y kuşağı hemşirelik öğrencilerinin
internet ve sosyal ağları kullanım durumları, nedenleri ve yaşanan etik
sorunların belirlemesi amaçlandı.
Hemşirelik Çalışmaları 121

Araştırma Evreni ve Örneklemi


Araştırma evrenini 01 Şubat 2017-30 Nisan 2017 tarihleri arasında Mer-
sin Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu’nda aktif olarak eğitim görenY kuşağı-
na mensup 800 hemşirelik öğrencisi oluşturdu. Araştırmanın örneklemine
verilerin toplandığı zaman diliminde 40 katılımcı okula gelmediği, 52 ka-
tılımcı çalışmaya katılmayı kabul etmediği ve 28 katılımcı anket formunu
eksik bıraktığı için toplam 120 katılımcı çalışmaya dahil edilmedi. Araştır-
maya katılmayı kabul eden 680 katılımcı araştırmanın örneklemini oluş-
turdu. Böylece araştırma evrenin %85,03’ine ulaşıldı.
Araştırmanın verileri araştırmacılar tarafından literatür bilgileri
doğrultusunda hazırlanan anket formu ile toplandı. Anket formu üç
bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde tanımlayıcı kişisel bilgiler ve internet
ve sosyal ağ kullanımına dair bilgileri içeren sorular; ikinci bölümünde
sosyalağ kullanımı- mesleki gelişim ve etik problemler ilgili sorular
ve üçüncü bölümde Koçak Usluel, Demir ve Çınar (2014) tarafından
geliştirilmiş ‘Sosyal Ağların Kullanım Amaçları Ölçeği’ndeyer alan sorular
bulunmaktadır. Ölçeğin maddelerine verilecek cevaplar ‘Kesinlikle
katılıyorum’ (7) ile ‘Kesinlikle katılmıyorum’ (1) arasında değişmektedir.
Ölçekten en fazla 182, en az 26 puan alınabilmektedir. Faktörlere göre
kullanım amacı konusunda sınır bir değer belirlenmemiştir. Herhangi
bir kullanım amacı faktörünün aritmetik ortalama olarak yüksek olması,
bireyin sosyal ağları söz konusu amaç için yoğun kullandığı şeklinde
yorumlanabilir. Anket formunun işlerliğini değerlendirmek için uygulama
yapılmadan önce 10 öğrenci hemşireye ön uygulama yapılmıştır.
Araştırmanın verilerinin analizinde bilgisayar ortamında paket program
kullanılarak yüzde, ortalama, standart sapma, t-testi, Mann-Whitney U
testi, Kruskal Wallis testi kullanıldı. Anlamlılık, p<0.05 (%95 güven aralığı)
olarak değerlendirildi.

BULGULAR

Öğrencilerin çoğunluğu (%86,5)18-22 yaş aralığında, yarısından fazlası


kadın (%55,7)ve bekardır (%98,5). Katılımcıların tamamına yakını (%97,8)
akıllı telefon sahibi ve internet kullanmakta (%99); internete en çok cep
telefonundan (%86,4), evden (%85,1), öğrenci yurdundan (%39,4) ve
üniversiteden (%14,9) ve internet kafe, kütüphane, diğer yollarla (%15,2)
bağlanmaktadır.
Katılımcılar interneti en çok müzik ve videolara ulaşmak (%86,9), sosyal
ağ hesaplarını kullanmak (%85,4), e-postalarını takip etmek (%52,6), sörf
yapmak (%40,1), oyun oynamak (%40,4), eğitim (%33,1), blogları incelemek
(%23,7), iş başvurusu yapmak (%11,5) ve ders notları, ödev yapmak vd.
122 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

(%3,4) amacıyla kullanmaktadır. Katılımcıların tamamına yakını interneti


her gün kullandığını (%94,6) ve 3-6 saat arası zaman geçirdiğini (%81,6)
söylemiştir.
Öğrencilerin sosyal ağları kullanım sıklığına bakıldığında, %97,2’sinin
sosyal ağ hesapları vardır. En çokkullanılan sosyal ağların ise Whatsapp
(%93,8), Instagram (%82,2), Facebook (%78,5), Youtube (% 51), Twitter
(%42,9) ve en az %9,4’u bloglar (%9,2) olduğu görülmüştür. Katılımcıların
%88,2’si hergünsosyal ağ hesaplarını aktif kullandığını ifade etmiştir. Ka-
tılımcıların yarıya yakınının sosyal ağları günlük olarak 1-3 saat arası kul-
landıkları (%49,9) saptandı. Katılımcıların %64,4’ü sosyal ağ kullanımının
ders ve okul performansını olumsuz etkilemediğini ifade etmiştir.
Öğrencilerin %41,9’u sosyal ağ hesaplarından hemşirelikle ilgili web
sayfalarını (hemşirelik meslek platformları, bloglar, hemşirelik grupla-
rı ve dernek sayfaları) takip etmekte ve %79,6’sı sosyal ağların hemşirelik
mesleğini geliştirici yönünün olduğunu kabul etmektedir. Katılımcıların
%34,4’ünün sosyal ağlarda topluma yönelik sağlıkla ve hemşirelik ile ilgi-
li konularda bilgi paylaşımında bulundukları, %30,7’sinin sosyal ağlarda
mesleki deneyimlerini ve duygusal anlarını paylaştıkları görülmüştür. Öğ-
rencilerin %4,6’sının sosyal ağlarda bakım verdiği hasta ile ilgili bilgi ve/
veya fotoğraf paylaşımında bulunduğunu ifade etmesine rağmen, sadece
%28,7’si sosyal ağlardabakım verdiği hastanın bilgi/fotoğrafını paylaşırken
izin aldığını/alacağını belirtmiştir (Tablo1).
Katılımcıların %85,9’u sosyal ağ kullanımın riskleri olduğunu düşün-
mektedir. Bu riskler; doğruluğu kanıtlanamayan bilgi (%74,9), hasta mah-
remiyetinin ihlali (%50,9), sosyal ağlarda profesyonel olmayan davranışla-
rın sergilenmesi (%55,9), örgütsel riskler (%39,9), etik olmayan davranışlar
(%53,4) olarak belirtilmiştir. Katılımcıların sadece %32,5’i sosyal ağ kulla-
nımına yönelik bilgilendirme eğitimine veya bilgilendirici dökümana ihti-
yaç duymaktadır (Tablo1).
Hemşirelik Çalışmaları 123

Tablo 1:Öğrencilerin Sosyal Ağları Kullanımı, Mesleki Gelişime Katkısı ve


Etik Kaygılar
n %
Sosyal ağlardan hemşirelik meslek platformlarını, blogları, hemşirelik
grupları ve dernek sayfalarını takip ediyorum.
Evet 285 41,9
Hayır 395 58,1
Sosyal ağların mesleki ağ ve ilişkileri geliştirici yönü vardır.
Evet 541 79,6
Hayır 139 20,4
Sosyal ağlarda topluma yönelik hemşirelik ve sağlıkla ilgili konularda bilgi
paylaşırım.
Evet 234 34,4
Hayır 446 65,6
Sosyal ağlardahemşirelik ile ilgili deneyim ve duygusal anlarımı paylaşırım.
Evet 209 30,7
Hayır 471 69,3
Sosyal ağlarda bakım verdiğim hastanın bilgisini ve/veya fotoğraf ını
paylaşırım.
Evet 31 4,6
Hayır 649 95,4
Sosyal ağlarda bakım verdiğiniz hastanın bilgisini ve/veya fotoğrafını
paylaşırken izin alırım.
Evet 195 28,7
Hayır 484 71,2
Sosyal ağ kullanımının riskleri vardır.
Evet 584 85,9
Hayır 96 14,1
Sosyal ağların kullanım riskleri*
Sosyal ağlarda doğruluğu kanıtlanmayan bilgi 509 74,9
vardır.
Sosyal ağlarda hastamahremiyeti ihlali vardır. 346 50,9
Sosyal ağlardaprofesyonel olmayan davranış vardır. 380 55,9
Sosyal ağlarınörgütsel riskleri vardır. 271 39,9
Sosyal ağlardaetik olmayan davranışlar vardır. 363 53,4
Diğer 27 4,0
Sosyal ağ kullanımına yönelik bilgilendirme eğitimine veya rehbere
ihtiyacım var.*
Evet 221 32,5
Hayır 459 67,5
*: Bu soruda katılımcılar birden çok seçenek işaretlemiştir, n: katlanmıştır.
124 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Sosyal ağların kullanım amaçları ölçeğinde toplam puan ortalaması


113,17±28,30, ölçeğin alt gruplarında araştırma faktörleri puan ortala-
ması 15,11±4,73, işbirliği puan ortalaması 27,60±8,49, iletişimi başlatma
puan ortalaması 9,27±4,98, iletişim kurma puan ortalaması 10,49±3,37,
iletişim sürdürme puan ortalaması 18,66±6,31, içerik paylama puan orta-
laması 18,96±7,92, eğlence puan ortalaması 13,06±5,03’ı olarak saptandı.
Sosyal ağların kullanma amaçları ölçeği toplam puanı kadın katı-
lımcılarda erkek katılımcılara göre anlamlı oranda yüksek bulunmuş-
tur (p=0,006). Ayrıca kadın katılımcıların araştırma, işbirliği kurma ve
sürdürme puanları da erkek katılımcılara göre anlamlı oranda yüksektir
(p<0,001). Erkek katılımcıların iletişim başlatma puanları ise kadın ka-
tılımcılara göre anlamlı oranda yüksektir. Ölçek alt puanlarından içerik
paylaşma ve eğlence puanları arasında cinsiyetler arası fark bulunma-
maktadır (p˃0,05) (Tablo 2).

Tablo 2: Sosyal Ağların Kullanım Amaçları Ölçeği Puanı ve Alt Grupları İle Cinsiyet
Arasındaki İlişki Durumu
Kadın Erkek
Puanlama Dağılımı p
Med[Q1-Q3] Med[Q1-Q3]
Ölçek Toplam Puanı 114[99-137] 108[93-128] 0,006
Araştırma Puanı 17[14-20] 15[11-17] <0,001
İşbirliği Puanı 30[23-36] 26[20-30] <0,001
İletişim Başlatma Puanı 8[5-12] 9[6-13] <0,001
İletişim Kurma Puanı 12[9-14] 10[8-13] <0,001
İletişim Sürdürme Puanı 19[15-24] 18[13-22] 0,007
İçerik Paylaşma Puanı 19[13-25] 19[13-24] 0,576
Eğlence Puanı 14[9-17] 14[10-17] 0,814

Sosyal ağlarınkullanım amaçları ölçeğininalt grubunda bulunan,


iletişim başlatma ve iletişim sürdürme puanları birinci sınıfta diğer
sınıflara göre anlamlı oranda yüksek çıkmıştır (p=0,029, p=0,006). Ölçek
toplam puanı vealt grupta bulunanaraştırma, işbirliği, iletişim kurma,
içerik paylaşma, eğlence puanları arasında isesınıflar arasında anlamlı bir
fark belirlenmemiştir (p˃0,05).
Hemşirelik Çalışmaları 125

Tablo3: Sosyal Ağların Kullanım Amaçları Ölçeği Puanı ve Alt Grupları İle
Sınıflar Arasındaki İlişki Durumu
1. sınıf 2. sınıf 3. sınıf 4. sınıf
p
Puanlama Med[Q1-Q3] Med[Q1-Q3] Med[Q1-Q3] Med[Q1-Q3]
Ölçek
Toplam 114[99-134] 107[92-130] 110[97-131] 113[97-133] 0,159
Puanı
Araştırma
16[12-19] 16[12-19] 15[12-18] 16[12-19] 0,770
Puanı
İşbirliği
27[22-33] 27[20-33] 27[21-34] 29[24-36] 0,083
Puanı
İletişim
Başlatma 10[6-14] 8[5-12] 8[5-12] 8[5-12] 0,029
Puanı
İletişim
Kurma 11[8-14] 11[8-14] 11[8-14] 11[8-14] 0,963
Puanı
İletişim
Sürdürme 20[15-25] 17[13-22] 18[15-22] 19[15-24] 0,006
Puanı
İçerik
Paylaşma 20[14-25] 18[12-25] 20[13-24] 18[12-24] 0,384
Puanı
Eğlence
14[10-17] 14[9-16] 14[10-17] 12[9-17] 0,455
Puanı

Katılımcıların sosyal ağları kullanma amaçları ölçeği puanının yüksek


olması ile günlük internet kullanım saatleri artması arasında anlamlı bir
ilişki olduğu saptandı (p<0,001). Katılımcıların iletişimi başlatma, iletişim
kurma, iletişim sürdürme, içerik paylaşma, eğlence puanı ile interneti
kullanım zamanları arasında anlamlı ilişki belirlendi (p˂0,05). Ancak
işbirliği puanları ile günlük internet kullanımı arasında anlamlı bir fark
bulunmamıştır (p˃0,05) (Tablo4).
126 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Tablo 4:Sosyal Ağlar Kullanım Amaçları Ölçeği Toplam Puanı ve Alt


Grupları İle İnterneti Günde Kullandığı Saat Arasındaki İlişki Durumu
1 saat altı 1-3 saat 4-6 saat 7 saat üstü
p
Puanlama Med[Q1-Q3] Med[Q1-Q3] Med[Q1-Q3] Med[Q1-Q3]
Ölçek toplam 116[100- 121[102-
101[79-120] 108[95-127] <0,001
puanı 139] 141]
Araştırma
15[12-20] 15[12-18] 16[12-19] 17[12-20] 0,098
puanı
İşbirliği
25[18-36] 27 [23-33] 29[22-34] 27[20-33] 0,753
puanı
İletişim
başlatma 6[4-11] 8[5-11] 9[6-13] 10[6-16] 0,001
puanı
İletişim
9 [7-12] 11[8-14] 12[8-14] 11[8-14] 0,009
kurma puanı
İletişim
sürdürme 16[11-23] 18[14-23] 20[16-24] 20[16-25] 0,002
puanı
İçerik
paylaşma 15[10-21] 18[12-23] 20 [15-26] 21[14-26] <0,001
puanı
Eğlence
11[6-15] 13[9-16] 14[11-18] 15[11-18] <0,001
puanı

Katılımcıların sosyal ağları (Facebook, Twitter vb.) kullanma durumu


ile ölçek eğlence puanının anlamlı oranda yüksek olduğu belirlendi
(p=0,035). Buna karşın sosyal ağ kullanımının riskleri olduğunu düşününen
katılımcıların iletişimi başlatma (p=0,012) ve iletişimi kurma puanları da
anlamlı oranda düşük (p=0,025) çıktı. Özellikle sosyal ağkullanımının
risklerini “doğruluğu kanıtlanmayan bilgi” olarak ifade edenlerin iletişimi
kurma puanlarıda anlamlı oranda düşük (p= 0,044) çıkmıştır.
Sosyal ağların kullanımının risklerinden “doğruluğu kanıtlanmayan
bilgi” ve “hasta mahremiyetinin ihlali” ile katılımcıların sınıfları arasında
ilişki olduğu; sınıflarının artmasıyla bu sorulara verilen olumlu yanıtların
arttığı görülmüştür (p>0,05).
Hemşirelik Çalışmaları 127

TARTIŞMA

Dünyada ve Türkiye’de internet ve sosyal ağların kullanımının artması


toplumdaki bireylerin olduğu kadar sağlık profesyonellerinin sağlık/hasta-
lık anlayışlarını da her geçen gün daha çok etkilemektedir (Jain, Pety&Ja-
ber, 2014;TUIK, 2017). Sosyal ağlar sağlık ile ilgili konularda danışmalık,
bakım ve tedavilerle ilgili bilgi edinme ve bu konulardaki görüşleri paylaş-
mak için sık kullanılan bir iletişim araçı olmakla birlikte (Kenny&Johnson,
2016:651); sağlık profesyonelleri arasında da sağlık eğitiminde kullanımı
da giderek yaygınlaşmaktadır (Smith&Lambert, 2014; IşıkErer&ArdıçÇo-
baner 2016:1090).
Y kuşağına mensup hemşirelik öğrencilerinin internet ve sosyal ağları
kullanım durumları, amaçları ve yaşanan etik sorunların belirlemesine yö-
nelik sorulara cevap aranan çalışmada; hemşirelik öğrencilerinin büyük ço-
ğunluğunun sosyal ağları kullandığı, sosyal ağ kullanımıyla ilgili risklerin
farkında oldukları, bu fakındalığın sınıfları arttıkça yükseldiği görülmüş-
tür. Buna karşın öğrenciler sosyal ağların kullanımı konusunda bir eğitim
ya da rehberliğe orta düzeyde istekli olmuşlardır.
Bu çalışma sosyal ağların 18-22 yaş grubu Y kuşağına mensup öğrenci
hemşireler arasında yaygın bir iletişim aracı olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu bulgu diğer araştırmalarda ortaya konulan bulgularla çok az farklılık
içermektedir (Kenny&Johnson, 2014:652).
Öğrenci hemşirelerintamamına yakını akıllı telefona sahiptir ve inter-
nete erişim için en sık olarak cep telefonu ile gerçekleşmektedir. İnternet
kullanım amaçları arasında müzik dinlemek ve video izlemek olması, inter-
netin eğlence ve dinlenmek amacıyla yoğun kullanılmakta olduğunu gös-
temektedir. Çalışmamızın sonucu bir çok çalışma ile verileriyle parallelik
göstermektedir (Gür vd. 2012: 84; Akyazı ve Ünal, 2013:19).
Araştırmamızda katılımcıların tamamına yakının sosyal ağ hesaplarının
olduğu görülmektedir. İncelenen diğer araştırmalarda sağlık profesyonelleri
arasında en yaygın sosyal ağın Facebook olduğu ortaya konulmuştur
(Thompson vd., 2008:956; Kenny&Johnson, 2014:652; Muhlen& Ohno-
Machado, 2014:779; Garner& O’Sullivan, 2010: 113). Bu çalışmada ise
Whatsapp ve Instagram’dan sonra, Facebook en sık kullanılan üçüncü
platform olarak tespit edilmiştir. Yine diğer çalışmalarda özellikle sağlık
öğrencilerinin eğitim sürecinde Wikipedia’yı yaygın olarak kullandığı
görülmektedir (Von Muhlen& Ohno-Machado, 2012:779). Türkiye’de ise
Wikipedia’nın hemşirelik öğrencileri arasında kullanımı yaygın değildir.3
3  Türkiye’de Wikipedia’ya 29.05.2017 tarihinde erişim engeli konulmuş olmakla
birlikte ve bu çalışmanın yapıldığı süreçte bu engelleme henüz geçerli değildir.
128 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Araştırmamızda erkek katılımcıların sosyal ağları daha çok, oyun ve


eğlence amacıyla kullandıkları sonucu yapılan diğer çalışmalarile parallelik
göstermektedir (Diker&Uçar 2016:376-386; Kuyucu, 2014:79-80).
Katılımcıların yarısına yakının sosyal ağ hesaplarından hemşirelikle il-
gili sayfaları takip etmesi; dörtte üçünün sosyal ağların hemşirelik mesleği-
ni geliştirici yönünün olduğunu düşünmesi ve üçte birinden fazlası sosyal
ağlarda topluma yönelik sağlıkla ve hemşirelik ile ilgili bilgi deneyim ve
duygusal anlarını paylaşmasıbu ortamların mesleki gelişim ve aidiyet açı-
sından da önemli fırsatları içinde barındırdığını göstermektedir. Ayrıca bu
araçların toplumda hemşirelik mesleğinin anlaşılması ve sağlıkla ilgili far-
kındalık oluşturulması için güçlü bir iletişim kanalı olacağı düşünülebilir.
Öğrencilerin çok azı (sadece 32 öğrenci) sosyal ağlarda bakım verdiği
hastanın bilgi ve/veya fotoğrafını paylaştığını ifade etmesine rağmen, dört-
te biri hastasının bilgi/fotoğrafını paylaşırken izin aldığını/alacağını belirt-
miştir. Son yıllarda ABD’de sosyal ağlarda hastaların mahremiyetinin ihla-
lini konu alan davaların ve cezaların artışını da göz önünde bulundurarak
(Kenny &Johnson, 2016:651; Cain& Fink, 2010); bu durum önümüzdeki
yıllarda Türkiye’de de sağlık profesyoneli ile hasta ilişkisine zarar verebile-
cek konulardan olabileceği söylenebilir.
Çalışmanın sonuçlarının öğrencilerin tamamına yakınının sosyal ağla-
rın taşıdığı risklerin farkında olduğunu göstermesi açısından sevindiricidir.
Ancak öğrencilerin sosyal ağ kullanımına yönelik bilgilendirme eğitimine
veya bilgilendirici dökümana ihtiyaç duymadıkları görülmektedir. Oysa
aynı yaş aralığı ve meslek grubundan öğrencilerle yapılan ve etik ihlalaleri
konu alan örnek olayların gösterildiği bir odak grup çalışmasında, öğrenci-
lerin tamamına yakını riskler konusunda bilgilendirilmeye ihtiyacının ol-
duğunuve bu eğitimlerin temel eğitimdenbaşlaması gerektiğini ifade etmiş-
lerdir. Bu durum öğrencilere riskler hakkında yapılan bilgilendirmelerin
etkili olduğunu göstermektedir (Ardıç Çobaner & Işık Erer, 2017).
Sosyal ağların kullanım amaçları ölçeğinden en yüksek 182 puan ol-
duğu göz önünde tutulduğunda; öğrenci hemşirelerin ölçek puanlarının
yüksek olduğu (113,17±28,30), sosyalleşme ve işbirliği, iletişimi başlatma,
iletişim kurma, iletişim sürdürme, içerik paylaşma, eğlencekonularında
Y kuşağı için sosyal ağların ne kadar önemli olduğu anlaşılabilir. Sosyal
ağların riskleri ile ilgili kaygının yüksek olduğu durumlarda katılımcıların
sosyal ağları iletişimi başlatma ve iletişim kurma amacıyla güvenmedikleri
için kullanmadıkları söylenebilir. Özellikle hasta mahremiyeti ihlalini ve
doğruğu kanıtlanmayan bilgi içeren kullanımlara yönelik kaygı öğrencile-
rin sınıfları ilerledikçe artmaktadır. Bu durum araçların yapısı ve kullanımı
hakkında bilgilendirmenin önemini göstermektedir.
Hemşirelik Çalışmaları 129

SONUÇ VE ÖNERİLER

Araştırmamızda Y kuşağı hemşirelik öğrencileri arasında, internet ve


sosyal ağların kullanım amaçları puanının yüksek olması, sosyal ağların
toplumsal ve mesleki etkileşimi açısından önemli olduğunu ve profesyonel
olmayan içeriğin sosyal ağlarda paylaşılması yaklaşımının yaygın olmadı-
ğını ortaya koymaktadır. Katılımcıların yarısından fazlasının sosyal med-
yada etik olmayan davranışların olduğunun ve tamamına yakının riskle-
rinin olduğunun farkında olması sevindiricidir. Bu soruna yalnızca rehber
veya yönergeler içeren yaklaşımlar düşünülmemeli ve öğrencilerin düzenli
olarak kendi çevrimiçi davranışlarını değerlendirmeleri ve denetlemeleri
farkındalığını oluşturmak için eğitimlerin yapılması sağlanmalıdır.

KAYNAKLAR

AKINCI VURAL, Z. Beril, BAT, Mikail, (2010). “Yeni Bir Iletişim Ortamı Olarak
Sosyal Medya: Ege Üniversitesine Yönelik Bir Araştırma”, Journal of Yaşar
University, 20(5), 3348-3382.
AKYAZI, Erhan, TUTGUN ÜNAL, Aylin, (2013). “İletişim Fakültesi Öğrencilerinin
Amaç, Benimseme, Yalnızlık Düzeyi İlişikisi Bağlamında Sosyal Ağların
Kullanımı”, Global Media Journal Turkish Edition, 3 (6), 1-24.
ARDIÇ ÇOBANER, Aslıhan, IŞIK, Türkan, (2014). “Hemşireler Arasında Sosyal
Medya Kullanımının Tıp Etiği Bağlamında Tartışılması”, Türkiye Biyoetik
Dergisi, 1(1), 137-148.
ARDIÇ ÇOBANER, Aslıhan, IŞIK, Türkan, (2017). “Hemşirelik Öğrencilerinin
Sorumlu Ve Etik Sosyal Medya Kullanımı Hakkındaki Görüşleri”, I.
International Scientific and Vocational Studies Congress, Ürgüp Nevşehir.
ARSLANTAŞ-TOKTAŞ, Selma, BİNARK, Mutlu, DİKMEN, Ergin Şafak,
FİDANER, Işık Barış, KÜZECİ, Elif, ÖZAYGEN, Alkım, (2012). Türkiye’de
Dijital Gözetim, Alternatif Bilişim Derneği, İstanbul.
CAIN, Jeff, &FINK, Joseph, (2010). “Legal and ethical issues regarding social
media and pharmacy education”.  American journal of pharmaceutical
education, 74(10), 184.
DİKER, Zeynep, & UÇAR, Mehmet, (2016). Üniversite Öğrencilerinin Sosyal
Ağları Kullanım Amaçlarına Yönelik Bir Araştırma.  Safranbolu Meslek
Yüksekokulu Örneği, Eğitim ve Öğretim Araştırmaları Dergisi, 5(1), 376-
386.
GARNER J, O’SULLIVAN Helen, (2010). “Facebook and the professional
behaviours of undergraduate medical students”. Clin Teach ; 7: 112–115.
130 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

GÜR, Bekir, DALMIŞ, İbrahim, KIRMIZIDAĞ, Nur, ÇELİK, Zafer, BOZ, Nevfel
(2012). Türkiye’nin Gençlik Profili Araştırması, SETA, Ankara.
IŞIK ERER, Türkan, ARDIÇ ÇOBANER, Aslıhan, (2016). “Use of Internet and
Social Media as a new communication medium among nurses”, International
Journal of Human Sciences, 13(1), 1084-1093.
JAIN, Anuja, PETTY, Elizabeth M, JABER Reda M, TACKETT, Sean, PURKISS,
Joel, FITZGERALD, James, WHITE, Casey, (2014). “What is appropriate
to post on social media? Ratings from students, faculty members and the
public”. Med Educ; 48: 157–169.
LOBE. Bojana, LİVİNGSTONE, Sonia, OLAFSSON, Kjartan and SİMÕES, Alberto,
José, (2008). Best practice research guide: how to research children and online
technologies in comparative perspective. EU Kids Online, Deliverable D4.2.
EU Kids Online Network, London, UK.
LÜKÜSLÜ, Demet, (2009). Türkiye’de “Gençlik Miti:” 1980 Sonrası Türkiye Gençliği.
İletişim İstanbul.
KENNY, P. &JOHNSON, G. (2016). “Social media use, attitudes, behaviours and
perceptions of online professionalism amongst dental students”, British
Dental Journal | Volume 221 No. 10.
KUNG, Ying Mai, OH, Sanghee, (2014) “Characteristics of Nurses Who Use Social
Media”,CIN: Computers, Informatics, Nursing & February; Vol. 32, No. 2,
64–72.
KUYUCU, Mihalis, (2014). “Y Kuşağı ve Facebook: Y Kuşağının
Facebook KullanımAlışkanlıklarıÜzerineBirİnceleme”,
ElektronikSosyalBilimlerDergisi, Bahar, Cilt:13, 55-83.
NMC (Nursing and Midwifery Council) (2011).“Facebook trials and
tribulations:Social networking sites and their joys and dangers.Related
Information”,www. nmc-uk.org/Documents/Events/Staff-at-events/
Handout_Facebook-trials-and-tribulations-social-networking-sites-and-
their-joys-and-dangers.PDF
REEVES, Thomas C., (2008), “Do Generational Differences Matter In
Instructional Design?”, http://citeseerx.ist.psu.edu/viewdoc/
download?doi=10.1.1.581.7524&rep=rep1&type=pdf
THOMPSON, Lindsay A.,  BLACK, Eric,  DUFF, W. Patrick, BLACK, Nicole
Paradise,   SALİBA, Heidi, DAWSON, Kara, (2011). “Protected Health
Information on Social Networking Sites: Ethical and Legal Considerations”,J
Med Internet Res. Jan-Mar; 13(1): e8.
THOMPSON, Lindsay A., DAWSON, Kara, FERDİG, R., BLACK, Eric, BLACK,
Nicole Paradise, (2008) “The Intersection of Online Social Networking
With Medical Professionalism”. J Gen Intern Med 2008;23(7):954-7.
Hemşirelik Çalışmaları 131

SMITH, Toby,LAMBERT, Rodney, (2014) “A systematic review investigating the


use of Twitter and Facebook in university-based healthcare education”,
Health Education, Vol. 114 Issue: 5, pp.347-366.
TUIK (Türkiye İstatistik Kurumu) (2017). Hanehahalkı Bilişim Teknolojileri
Kullanım Araştırması, www.tuik.gov.tr
KOÇAK USLUEL, Yasemin,DEMİR, Ömer, ÇINAR, Murat, (2014). “Sosyal ağların
kullanım amaçları ölçeği”. Eğitim Teknolojileri Araştırma Dergisi, 5(2), 1-18.
VAN DIJK, Jan. (2006). The Network Society: Social Aspects of New Media. Sage
Publications.
VON MUHLEN Marcia., OHNO-MACHADO Lucila. (2012) “Reviewing Social
Media Use by Clinicians”.J Am Med Inform Assoc.  Sep-Oct;19(5):777-81.
Hemşirelik Çalışmaları 133

KADIN VE GÖÇ
WOMEN AND MIGRATION

Duygu Karataş ÖZTAŞ1, Funda ÖZPULAT2

ÖZET

İnsanlığın var olduğu günden bu yana insanoğlunun yaşama ve barınma


ihtiyacı, kıtlıklar, istilalar, savaşlar, merak etme ve keşfetme duygusu gibi pek çok
neden ile göç yaşanmıştır. Göç nedenleri ve sonuçları itibari ile oldukça karmaşık
bir yapıya sahiptir. Genel anlamda günümüzde göçlerin kökeninde “yoksulluk”
olduğu söylenebilir. Bu durum kadın ve çocukların savunmasızlıklarını arttırmakta,
göçten en çok kadın ve çocuklar etkilenmektedir. İster ulusal, isterse uluslararası
olsun, göç eylemi kadının sağlığını etkilemekte, bu etkiler kötüleşme ya da iyileşme
yönünde olabilmektedir. Kadının düşük gelir düzeyine sahip bir ülkeden yüksek
gelire sahip bir ülkeye göç ettiği durumlarda sağlık hizmetleri açısından kadının
durumu iyileşecektir. Ancak kadının sağlık hizmetinden yararlanabilmesi için o
ülkenin dilini bilmesi ve iş sahibi olması gerekmektedir. Pek çok dünya ülkesinde
kadının statüsü düşüktür, düşük statüye kadının göçmen olma durumunun
eklenmesi ise sorunları daha da arttırabilmektedir. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı
mağduru olan kadınlar, normal şartlar altında bile savunmasız olarak kabul
edilmektedir. Göç nedeniyle savunmasızlıkları daha da artmakta, zor durumlarla
mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Göçmenlere yönelik her türlü yasal
prosedür, işlem ve politikanın zeminin çok iyi hazırlanması gerekmektedir. Bunun
için ise tüm ülkelere ulusal ve uluslararası düzeyde önemli görevler düşmektedir.
Göçün kadın sağlığı üzerine olumsuz etkisini önleyecek ulusal planlama ve
faaliyet planlarının hayata geçirilmesi, sağlık profesyonellerinin göçün getirdiği
olası sağlık problemlerine karşı etkin önlemler alması ve uygulaması önemlidir.
Bu tür faaliyetler gerek göçmen kadınların sağlıklarını koruma ve geliştirmede,
gerekse bölge halkında görülen bulaşıcı hastalıklar başta olmak üzere çeşitli sağlık
problemlerinin önüne geçilmesinde etkili olacaktır.
Anahtar Kelimeler; Kadın, Göç, Sağlık

ABSTRACT

Since the days of mankind, immigration has been experienced for many
reasons such as human’s need for living and marriage, famines, invasions, wars,
curiosity and discovery. Migration has a complex structure due to its causes and
1  Araş. Gör., Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Ebelik Bölümü,
duygukrts@gmail.com
2  Dr. Öğr. Üyesi, Selçuk Üniversitesi Akşehir Kadir Yallagöz Sağlık Yüksekokulu,
funda-ozpulat@hotmail.com
134 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

consequences. In general, it can be said that “poverty” is at the root of migration


today. This situation increases the vulnerability of women and children, most
women and children affected by migration. Whether national or international,
immigration affects a woman’s health, these effects may worsen or improve. When
a woman emigrates from a country with a low income level to a country with a
high income, the situation of the woman will improve in terms of health services.
However, in order for the woman to be able to benefit from the health service, she
needs to know the language of the country and be a business owner. In many world
countries the status of women is low, the addition of a low status female immigrant
status may increase the problems further. Women who are victims of gender
discrimination are considered vulnerable even under normal circumstances. Due
to migration, their vulnerability is increasing even more, they have to struggle
with difficult situations. All kinds of legal procedures, procedures and policies
for immigrants need to be well prepared. For this, all countries have important
duties at national and international level. It is important that national planning and
action plans that will prevent negative impacts on immigrant women’s health, take
effective measures against possible health problems caused by migration of health
professionals. Such activities will be effective both in protecting and improving the
health of migrant women and in avoiding various health problems, especially the
infectious diseases seen in the local people.
Keywords; Women, Migration, Health

GİRİŞ

Gelişen taşımacılık teknolojisi ile yıllar içinde artan insan hareketliliği


imkânı, dünyada kuzey güney ve batı doğu ekseninde giderek açılan refah
uçurumu hem göç hareketlerinde bir artışı hem de göçün bilimsel ve
politik açıdan giderek daha çok tartışılan bir konu olmasını beraberinde
getirmiştir (Mougne, 2010; aktaran Atasü-Topçuoğlu, 2012). 1970’lerden
itibaren yaşanan sosyal ve ekonomik dönüşümler, refah devletinin çöküşü,
neo-liberal politikaların izlenmesi, kadınların daha olumsuz olarak
etkilendiği yıkıcı süreçleri yaratmış, göç akımları giderek kadınlaşmıştır
(Ünlütürk-Ulutaş & Kalfa, 2009: 13). 1980’lerden itibaren daha önceleri
tartışılan erkek odaklı göç tartışmalar yerini kadınların göç olgusuna
bırakmıştır daha sonra ise milenyum yılından (2000’lerde) itibaren
çocukların göçü tartışılmaya başlanmıştır (Mougne, 2010; aktaran Atasü-
Topçuoğlu, 2012). 1960’lı ve 1970’li yıllarda geniş işçi hareketlerinde baskın
olarak erkek göçü ön plana çıkarken, 1980’li ve 1990’lı yıllarda kadınlar
ve çocuklar, aile yapısını yeniden birleştirme amacıyla ikinci göç dalgasını
izlemişlerdir. 1990’lı yıllarda göçmen kadınların aile üyesi bağımsız,
gönüllü yada gönülsüz olarak da olsa göçmen nüfusu içerisinde sayıları
artmaya başlamıştır (World Bank, 2005: 1).
Hemşirelik Çalışmaları 135

CİNSİYET FARKLILIĞI VE GÖÇ


Kadın ve erkek cinsiyeti arasındaki farklar cinsiyetlerlerin toplum tara-
fından nasıl algılandığına bağlıdır. Göçmenler için cinsiyet; ülkenin kökeni
ya da kaderinden, bireylerin yaşlarından, sınıfından, etnik ya da kültür-
lerinden ziyade daha önemli olarak göçmenlerin deneyimlerini şekillen-
diren en önemli tek faktördür denilebilir. 1980’li yılların başlarına kadar
çoğu göç çalışması ekonomik odaklı olarak ele alınmıştır. Erkek göçmenler
esas ekonomik oyuncu olarak görülürken, kadın göçmenler genellikle ge-
leneklerin koruyucusu ve düzenleyicisi olarak erkeklerin pasifize takipçi-
leri olarak görülmekteydiler. Fakat zaman ve mekan algısına bağlı olarak
değişimler meydana gelmiş, tüm göçmenlerin neredeyse yarısına yakınını
oluşturan kadınların iş bulma olanakları artmıştır. Kadınların aile içinde,
toplumda, iş yerlerindeki rolleri değişime uğrayarak, bu süreç göç zinci-
ri dinamiklerinin sonucunu oluşturmuştur. Kadınlar bu nedenle göçmen
olarak da eşitlikte önemli rol oynayarak, karşımıza ekonomik karar verici
olarak gelmişlerdir (IOM, 2002: 1).
Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği; zamanla göç olgusuna çeşitli açı-
lardan daha geniş perspektif ile bakılması gerektiğini, insanların gelişimleri
ile karmaşık ilişkilerinin uluslararası akım daha nedenlerinin daha iyi an-
laşılması gerektiğini belirtmektedir (Forbes-Martin, 2003: 2). Genel olarak
göç olgusunun kökeninde “yoksulluk” olduğu söylenebilir. Evdeki bireyle-
rin göç etmeyi hedefledikleri yerler ve ailelerini geride bırakmaları nede-
niyle göçten en çok kadın ve çocukların etkilendiği belirtilmektedir (World
Bank, 2005: 1). Diğer yandan göç temelinde iki kültür arasında geçisi sağ-
lamaktadır. Göç eden bireyler var olan kültürlerini yeni gittikleri ülkeye
taşımaktadır. Psikososyal baskılar ve birbirinden farklı kültürel beklentiler
genellikle göç edilen ülkede marjinalleşmeye neden olmakta, çalışma haya-
tı ve aileye karşı ikili sorumluluklar ailelerde en çok kadınlar açısından zor
yaşam koşulları oluşturmaktadır. Genellikle kadın ve yabancı olarak göç-
men kadınlar çalışma alanlarında çifte ayrımcılıkla yüz yüze gelmektedir.
Kadınların göçmen statüsünde olmaları nedeniyle “bağımlı” olarak nite-
lendirilmeleri ve kadınların istihdam edilme, sağlık ve sosyal programlara
erişimi ile ikamet etmelerinin erkek partnerlerinin istihdam durumlarına
bağlı olması, kadınların çalışma imkanlarını ve hizmetlere erişimlerini sı-
nırlı hale getirmektedir. Ayrıca kadının ilişkilerinin değişmesi durumunda
da kadın ayrıca yasal statüsünü kaybedebilmekte ya da sınır dışı edilebil-
mektedir (IOM, 2002: 1).
Kadınların göç ettikleri ülkelerde daha iyi eğitim olanaklarına sahip olma
düzeyleri artış gösterirken, eğitim sonunda kadınların istihdamlarına ba-
kıldığında, kadınların daha çok toplum tarafından kabul görmüş gelenek-
sel işlerde çalıştığı ve istihdam alanlarının yaratıldığı görülmektedir. Çok
az kadın yüksek düzeydeki iş statüsünde çalışmaktadır (UN, 2014: 1). Hem
136 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ulusal sınırlar içerisinde hem de uluslararası göç eden göçmen kadınların


gelir düzeyleri incelendiğinde, erkekelere oranla işçi dövizi olarak daha fazla
kazanç elde ettikleri görülmektedir. Göçmen kadınlar bulundukları ülkeye
ekonomik anlamda oldukça katkı sağlamakta ve önemli ekonomik kazançlar
elde ettikleri belirtilmektedir. Bu nedenlerle, kadınların geldikleri ülkelerde
yeni fırsatlar ve ekonomik bağımsızlıklar elde ettikleri, yaşadıkları toplumda
ve ailelerinde önemli statüler kazandıkları belirtilmektedir (aktaran Kawar,
2004:71). Güney Afrika’da yapılan bir çalışmada, göçmen erkeklerin göçmen
kadınlara göre yaşadıkları ülkenin işçi dövizine katkılarının %25 daha az ol-
duğu belirlenmiştir (Forbes-Martin, 2003). 1999 yılında Sri Lanka’da toplam
dövizin %62’sinin kadın göçmenler sayesinde elde edildiği, bu nedenle ticari
dengeyi sağmada %50’nin üzerinde bir denge sağladığı bildirilmiştir. 2001 yı-
lında Filipinler’de kadınların 6.2 milyar dollar kazanç sağladıkları bildirilmiş-
tir. Bu nedenle göçmen kadınların yaşadıkları ülkeyi zenginleştirdikleri ve
önemli ekonomik katkı sağlayıcılar oldukları söylenebilir (Kawar, 2004: 71).
Göç olgusunda kadınların erkekelere kıyasla daha fazla riskle ve deza-
vantajlı durumlarla yüzleştikleri gerçeği de göz ardı edilemez. Bu nedenle
kadın göçmenlerin yaşadıkları sorunlar aşağıda belirtilen şekilde sıralanabi-
lir (aktaran Kawar, 2004:71):
_Göç kararı boyunca kadınlar, gerçekçi olmayan beklentiler içerisinde
olmakta, göç süreci, prosedürü ve iş istihdamı hakkında yetersiz bilgiye sa-
hip olabilmektedirler. Aynı zamanda harcama masrafları konusunda yeter-
siz bilgiye sahip olabilmekte, bu nedenle bu durum kadınların düzensiz ve
sömürücü durumlara maruz kalması ile sonuçlanabilmektedir.
_Erkek göçmenlerle karşılaştırıldıklarında kadın göçmenler, iş istihda-
mı ile ilgili sınırlı sayıda işte çalışabilmektedirler.
_Göçmen kadınların göç ettikleri ülkede eğitim düzeylerine ilişkin işlerde
genel olarak çalışamadıkları, eğitim seviyesinin altındaki genellikle bilişsel
beceri ya da yetenek istemeyen daha düşük statülü işlerde çalışmak zorunda
kalmaktadırlar. Bu işler daha çok ile ilgili işlerle sınırlı kalabilmektedir.
_Ayrıca kadınların çalıştıkları işler erkeklerin çalıştıkları işlere oranla
daha katı ve kadının iletişimini sınırlandırıcı işlerdir ve kadınlar iletişim
ağlarını kuramadıkları için sosyal destek ve bilgilere ulaşmaları sınırlı hale
gelmektedir.
_Kadınlar ayrıca erkeklere oranla daha çok informal işlerde çalışmak-
ta, bu nedenle iş yerlerindeki haklarından ve sosyal korunmadan mahrum
kalmaktadırlar.
_Göçmen kadınlar hakları konusunda bilgiye erişmede daha az imkana
sahiptirler ve bu nedenle otoriteye karşı korku duymakta ve organize şekil-
de hareket edememektedirler.
Hemşirelik Çalışmaları 137

_Bireysel perspektiften bakıldığında ise çoğu göçmen kadın, yoksulluk


ile mücadele etmek ve göç ettikleri ülkede sınırlı düzeyde yaşam olanakları
sağlayan işte çalışmak amacı ile göç etmektedir. Çoğunlukla çalışılan işler
geçici olarak ve belli bir amaca (çocukların eğitimi, iş kurmak için sermaye
birikimi, borçların ödenmesi, ev yaptırma gibi) ulaşma aracı olarak görül-
mektedir. Fakat genel olarak bu amaca ulaşmak için kısa vadede çalışmak
çeşitli nedenlerle zorluklar yaratmakta ve amaçların ulaşımı için kısa vadeli
çalışma bir çözümsüzlük oluşturmaktadır. Engelleyici faktörler; para yö-
netimi ya da harcamaya ilişkin bilgi eksikliği, orjinal anlaşmada yer alan
ücretten daha az ücret ödenmesi, ücretlerdeki kesintiler vb. borçlarla ilgili
konulardaki problemler olabilmektedir.
_Göç edilen ülkede, sınırlı şekilde yasal hakkın verilmesi ya da hiçbir
yasal hakkın verilmemesi gibi kadın göçmenlerin yaşamını tehdit edici iş-
lerde çalışması ve herhangi bir sömürü ya da istismar yaşanması durumun-
da yasaların istismara uğrayanlar için yapılandırılmamış olması, kadınların
yaşam koşullarını tehdit edici hale getirmektedir.
_Göçmen çalışan kadınların dönüş ve yeniden entegrasyon süreci psi-
kososyal etkileri, aile ilişkileri, ekonomik zorluklar ve çalışmaya ilişkin
problemler açısından erkeklere göre daha problemli olabilmektedir.
Geleneksel olarak kaynaklara erişim ve karar verme gücü olarak kadınlar
erkeklerden daha az şekilde kaynaklara ulaşmakta ve karar verme gücüne
sahip olmaktadır. Kadınların göç ettikleri yerlerde eğitim, iş deneyimi ve
ekonomik bağımsızlıkları, kadının geleneksel rollerine ve haklarını daha et-
kin kullanım olanaklarına sahip olmaları ile yakından ilişkilidir. Ayrıca göç
olgusu genellikle erkeklere göre kadınlar açısından daha tehlikeli ve zorla-
yıcı olmakta, göç için seyahate çıktıklarında kadınlar fiziksel, cinsel ve sö-
zel istismar açısından daha çok savunmasız hale gelmektedirler. Ayrıca seks
endüstrisi için insan ticareti ağına daha fazla yakalanabilmektedirler (IOM,
2002: 1).
Kadının göç nedeniyle hareketliliği (bir yerden başka yere göçü), hem
kadın hem de erkek göçmenlerin rollerini değiştirerek, göç sürecinde göç-
menlerin ülke yapısına, varılması hedeflenen topluluklara, ekonomik ve
diğer kaynaklara, göç sürecinde aile yapısının bozulmasına ve aile birliği
sürecinin geride kalmasına etki etmektedir. Özellikle gelişmekte olan bir
ülkeden göç eden kadınlar göç ettikleri ülkenin gelişim sürecini etkilemek-
tedirler. (Forbes-Martin, 2003: 2).
138 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE GÖÇ


Uluslararası göçmenlerin çoğu tüm dünya nüfusunun %3’ünü oluştur-
malarına karşın, daha az haklara ve korumaya sahiptir ve sosyal korunma
hizmetlerinden daha az yararlanmaktadırlar. Genellikle sosyal ve toplum
yaşamından dışlanan göçmenler, göç ettikleri ya da sığındıkları ülkelerin
ekonomik ilerlemesine katkı sağlamalarına rağmen kendilerini etkileyen
politikaların oluşumunda daha az söz sahibidirler ve oylama haklarından
yoksundurlar. Göçmenlerin savunmasızlığı ekonomik yoksunluk, sağlık
hizmetlerine erişimde kısıtlılık gibi yapısal savunmasızlıkları ile birlikte
iki kat göçmenleri savunmasız hale getirmektedir. Kadın göçmen sayısının
artması ve neredeyse tüm uluslararsı göçmen nüfusun yarısını oluşturması
nedeni ile (hatta bazı ülkelerde bu oran %70-%80’lere kadar artabilmek-
tedir) kadın göçmenler sömürülme, insan ticareti ve istismara daha fazla
maruz kalmaktadırlar. Çatışma nedeni ile göçe zorlanma ise (örn: Suriye)
göçmen bireyleri daha da savunmasız hale getirmektedir. Suriye’den 2011
yılında göç eden göçmen sayısı 10.5 milyon iken yaklaşık 5 milyon kişi Su-
riye’de çatışmaların yaşandığı bölgelerde kalmıştır ve tehlikeli ortamda ya-
şamlarını sürdürmektedir (Human Development Indeks, 2014: 1). Ekono-
mik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) 2013 yılı raporunda ekonomik
ve finansal krizler olmasına rağmen, küresel göçlerde artış olduğu ve 2013
yılında 232 milyon kişinin uluslararası göç ettiği bildirilmektedir. Kuzey
küresel bölgeye göç oranının yüksek olduğu (53 milyon kişi ve%65 oranın-
da), güney küresel bölgeye ise 24 milyon kişinin (%34) göç ettiği belirtil-
mektedir (OECD- UNDESA, 2013: 1).

Kaynak: World Migration in Figures © OECD-UNDESA October 2013


Şekil 1. Uluslararası Göçmen Sayısı (1990-2013)
Hemşirelik Çalışmaları 139

Kaynak: World Migration in Figures © OECD - 2015


Şekil 2. Yabancı Uyruklu Kişilerin OECD Ülkelerine Girişi, Kalıcı Göç (2000-
2015)

Not 1: OECD istatistik alanlarında sınıflandırılabilen 35 ülke şöyledir: Avust-


ralya, Avusturya, Belçika, Kanada, Şili, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya,
Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İzlanda, İrlanda, İsrail, İtal-
ya, Japonya, Kore Cumhuriyeti, Letonya, Lüksemburg, Meksika, Hollanda, Yeni
Zelanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya, Slovenya, İspanya, İsveç, İsviçre,
Türkiye, Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler. Bazı yıllardaki veriler belirli ülkeler-
de mevcut değildir. Veriler 2000 yılında 31 ülke ve 2015 yılında 33 ülke tarafından
kullanılabilir hale getirilmiştir. Yunanistan tarafından 2012’den itibaren, Türki-
ye’den gelen veriler ise 2012’den bu yana rapor edilmemiştir.
Bunun yanı sıra da 2007 yılından itibaren de küresel göç kapasite
artışında azalmaların olduğu bildirilmektedir. Aynı raporda göçmen
kadınların %52’sinin küresel kuzeyde, %43’ünün küresel güneyde olduğu,
her on göçmenden dördünün 20 yaşın altında olduğu ve göçmenlerin
gelişmekte olan ülkelerden göç ettiği bildirilmektedir. Bu durumun aksine
her on göçmenden üçünün 60 yaş ve üzeri olduğu ve gelişmiş ülkelerde
yaşadığı belirtilmektedir. Göçmenlerin yüksek eğitimlerinde (üçüncü
derece eğitim) ise son on yılda önemli derecede artış yaşandığı (%70),
ve yüksek eğitim gören göçmen sayısının 27 milyona ulaştığı, OECD
bölgesindeki tüm göçmenlerin yaklaşık %30’unun yüksek eğitim aldıkları,
bu eğitimli her beş bireyden birinin Hindistan, Çin ya da Filipinler’den göç
ettikleri bildirilmiştir. Göçmen çalışanlardan özellikle erkeklerin önemli bir
kısmının ekonomik krizden önemli derecede etkilendiği, 2011 yılında ise
yabancı ülke doğumlu kişilerde işssizlik oranın önemli derecede attığı (7.1
milyon kişi ve % 11.6 oranına ulaşan işsizlik sayısı) bildirilmektedir. OECD
ülkelerinden Avrupa ve Latin Amerika’ya göç oranında artış yaşanırken,
belli bir oranda göç oranını kabul eden ülkelerde de belirlenen kota sayısı
göçler nedeniyle aşılmıştır. 2010 yılında OECD ülkesinde yaşayan her
140 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

dokuz bireyden birinin Afraika’da doğduğu ve yükseköğrenim eğitimi


aldığı bildirilmektedir OECD- UNDESA, 2013: 1)
Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği (UNHCR) 2014 Ocak Ayı
verilerine göre, Türkiye’deki mülteci ve sığınmacı sayısı 40.058, Şubat ayında
ise 40.633, Mart ayında 42.421, Nisan ayında 44.263, Mayıs ayında 44.823,
Haziran ayında 45.397, Temmuz ayında 46. 267, Ağustos ayında 47.541,
Eylül ayında 49.449, Ekim ayında 51.672, Kasım ayında 53.659 kişi olduğu
bildirilmektedir (UNHCR, 2014: 1). Hemen hemen her yaş grubundaki
kadın ve erkek sayısı yaklaşık aynı iken sadece 20-50 yaş arasında (çalışma
için üretken olan erkek sayısı) erkek mülteci ve sığınmacı sayısı kadınlardan
fazla olarak bildirilmiştir.

Kaynak: T.C. İç İşleri Göç İşleri Genel Müdürlüğü - 2018


Şekil 3. Geçici Koruma Kapsamındaki Suriyeliler

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2018 verilerine gore Türkiye’de geçici


koruma statüsünde 3.531.416 Suriyeli bulunmaktadır. 2011 yılına ait veri
bulunmazken, 2012 yılı itibari ile sayı yükselmeye başlamıştır. Suriyeli
göçmenlerin en fazla bulundukları il İstanbuldur (548.568). Bunu 473.748
kişi ile Şanlıurfa izlemektedir (T.C. İç İşleri Göç İşleri Genel Müdürlüğü,
2018: 1)

KADIN GÖÇÜNÜ BELİRLEYEN FAKTÖRLER


İster ulusal ister uluslar arası olsun göç etme eylemi doğal bir neden
bağlı değil ise genellikle ekonomik eşitsizlikler ve sosyal desteğin yetersiz
olması nedeniyle gerçekleşmektedir. Kadınlar da erkekler gibi daha iyi
yaşam koşulları, çocuklarını desteklemek, politik kaoslardan kaçma gibi
umutlarla göç etmektedirler. Kadınların ve erkeklerin göç etmeleri için
genel anlamda güçlü ve geçerli bir neden olması gerekmektedir. Yoksulluk
her zaman kadınların göç etme konusunda kararlarını ve yeteneklerini
belirlememektedir. Göç etme kararı aynı zamanda ailelerin ve bireylerin
gelenek ve görenekleri, aile baskısı, toplum yapısına da bağlı olarak
alınabilmektedir. İşgücü göçü, sosyal ve ekonomik dengesizlik ve fırsatların
Hemşirelik Çalışmaları 141

sınırlı olması, işsizlik, düşük ücretler, yeni ufuklar açma isteği gibi farklı
nedenlerle de göç kararı alınabilmektedir. Kadınlar ise göç kararı almada daha
zor karar verme ve finansal özgürlüklerinin erkekelere göre kısıtlandığı ve
bununla birlikte kendi özgürlükleri önünde engel ve zorluklarla karşılaştığı
bir durumla karşı karşıya gelmektedir. Buna rağmen gelir edinme fırsatları
kadınları güçlendirebilmekte ve kadının hareketliliği üzerinde kadının
geleneksel kısıtlılıklarının azalmasına/kaybolmasına neden olabilmektedir.
Ekonomik ve toplumsal değişim göç etme konusunda önemli itici bir güç/
faktör olabilmektedir. Eğitimli kadınların kendi ülkelerinden üstesinden
gelemedikleri istihdam edilmeleri konusunda cinsiyete dayalı ayrımcılığa
maruz kalmaları nedeni ile daha iyi ücretli iş ve becerilerini daha iyi ortaya
koyacakları bir iş bulma arayışına girmektedirler. Bu durumda kadınların
kendi ülkelerinden göç etmelerine sebep olmaktadır. Aynı zamanda
kadınlar toplumun ve ailenin ataerkil gelenekleri, nedeni ile sınırlı fırsat ve
özgürlük, kötü ve istismarcı bir evlilik yapmaya zorlanma, aile içi şiddetten
kaçma, erkeklerle eşit fırsatlara sahip olmayı arzulama gibi ekonomik
olmayan nedenlere bağlı olarak da gerçekleşebilmektedir. Tek ebeveyn
olan kadınlar, evlenmemiş kadınlar, boşanmış ya da yetim kadınlar gibi
kadınlara karşı yapılan ayrımcılık da bu kadınların göç etmelerine neden
olmaktadır. Kadınların büyük çoğunluğu eş olarak göç etmekte ve bu
kadınların göçmen durumu eşlerine bağlı olmaktadır. Eğer bu kadınlar
eşlerinden şiddet görüyorlarsa, kadınların eşlerini terk etmeleri halinde bu
kadınlar vatandaşlıklarını kaybetme riski ile karşı karşıya kalmaktadırlar.
Aynı zamanda kadınlar evlenme nedeni ile de göç etmektedirler. Bazı
kültürlerde anlaşmalı evliliklerin yaygın olması nedeni ile kadınlar ve
erkeler evlilikleri nedeni ile göç etmek zorunda kalmaktadırlar. Kadınlarda
göçe etme kararı genellikle orta ekonomik düzeyde ve eğitimli kadınlarda
olmaktadır. Çünkü eğitimi ve ekonomik düzeyi düşük olan kadınlar,
ulaşım masraflarını karşılama, seyahat esnasında daha az iletişim ve bilgi
becerisine sahip olma, diğer ülke ya da seyahat etme konusunda daha
az bilgiye sahip olma ya da hiç bilgi sahibi olmaması gibi nedenlerle göç
kararı alamamaktadırlar. Göç etme yeni bir ülke, yeni bir kültür, yeni bir
yaşam edinme olanakları sunarken, geleneksel roller içerisinde sıkışıp
kalan kadınların güçlenmesini sağlamakta, kadın erkek eşitliği konusunda
kadın açısından fırsatlar yaratmaktadır. Kadının işe girip çalışması, gelir
elde etmesi ile birlikte kadının statüsünde, otonomisinde, özgürlüğünde,
öz güvenininde olumlu gelişmeler sağlamaktadır. Kadının güçlenmesi
ile birlikte haklarının farkına varması ve bu haklarını araması, toplum
yaşamına katılmını sağlamakta, kadınların yeni fikirler ve yeni sosyal
normlar geliştirmesine neden olmaktadır. Diğer yandan da gittiği ülkede
kadının çeşitli sosyoekonomik durumu nedeni ile ilgili olarak düşük eğitim
seviyesi, dil problemi, şiddet görme, ekonomik yetersizlik gibi bir çok
nedene bağlı olarak seks işçiliğine zorlanma, insan ticareti ya da kaçakçılığı
142 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ağına düşme, yasadışı örgütler ya da suç örgütlerinde çalışmaya zorlanma


gibi bir çok olumsuzlukla karşı karşıya kalabilmektedir (Kawar, 2004: 71;
Caritas, 2009: 1; Ünlütürk-Ulutaş & Kalfa, 2009: 13).

GÖÇ EDEN KADINLARIN İSTİHDAMI


Göç eden kadınların istihdamını belirleyen en önemli faktörler kadının
geldiği ya da halen yaşamakta olduğu aile yapısının sosyal normları, gele-
nekleri, toplumu tarafından oluşturulan baskı ve cinsiyet ayrımcılığı gibi
gözükmekle beraber kadınların istihdamında en önemli ve görünür neden
göç ettikleri ülkenin göçmenlere uyguladığı politikalardır.
Çoğu göç kabul eden ülkede göçmenler, daha çok servis hizmetleri
ile ilgili istihdamda yer almaktadır. Özellikle göç eden kadınlar daha çok
anne ile ilgli ya da ev işlerindeki hizmetlerle ilgili işlerde çalıştırılmaktadır.
Bu kadınların çoğu yasal olarak haklarının gözetilmediği, çoğu zamanda
emeklerinin karşılığını alamayacakları şekilde kaçak olarak çalışmaktadır.
Çoğu günlük ve ev yada temzilik işlerinde çalıştıkları için herhangi bir si-
gorta ya da prim karşılığı çalışamamaktadırlar. Moldovya’da göçmen ka-
dınlar diğer ülkelere kıyasla olumsuz şartlar altında çalışmakta, daha düşük
fırsatlar sunulmakta, para, ağlar, dil gibi kaynakların yetersizliği genel ola-
rak erkekler için daha olanaklı ve olumlu olmaktadır. Moldovya’nın yanı
sıra Gualetema, Ütopya’da da yalnız ya da boşanmış göçmen kadınlar daha
çok ev işlerinde çalıştırılmaktadır (Omelaniuk, 2006: 1).
İsveç’te göçmen kadınların ev içi işlerde çalıştırılması yasaklanmıştır.
Almanya’da ise daha çok göçmenlerin çalıştırılmasında ise erkek göçmen-
lerin çalıştırılması politikaları uygulanmaktadır. Genellikle yasal olarak
göçmenlerin çalıştırılmasının uygun görüldüğü ülkelerde göçmenler tarım
alanı ile ilgili işlerde çok çalıştırılırken, Singapur, Malezya, Tayvan, Çin,
Hong Kong gibi ülkelerden göç edenler daha çok ev işlerinde çalıştırılmak-
tadır (Caritas, 2009: 1).

GÖÇÜN KADIN SAĞLIĞI ÜZERINE ETKİSİ


Sağlık, bütün diğer insan haklarından faydalanabilme açısından elzem
bir haktır. Her insan, onurlu bir yaşam sürdürebilmek için ulaşılabilecek en
yüksek sağlık standardına sahip olmalıdır. Sağlık hakkı, sağlık politikaları-
nın oluşturulması ve Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) geliştirdiği sağlık
programlarının uygulanması veya belirli hukuk belgelerinin kabulü gibi
birbirini tamamlayan birçok yaklaşım aracılığıyla gerçekleşebilir. Ayrıca,
sağlık hakkı hukuken icra edilebilir belirli unsurlar içermektedir (İstanbul
Bilgi Üniversitesi, 2014: 1).
Hemşirelik Çalışmaları 143

Kadınlar, dünya nüfusunun yarısını oluşturmasına ve insan hakkı gere-


ği fiziksel ve psiko-sosyal sağlığa sahip olma hakkı olmasına rağmen, gü-
nümüzde özellikle gelişmekte olan ülkelerde kadınların önemli bir bölümü
sağlık ve sosyal hizmetlerden yaralanamamakta, yaşam standartlarının ise
oldukça altında yaşamaktadır.Bu nedenle çocukluk döneminden ölüme
kadar olan süreçte kadınlar toplumda dezavantajlı, güçsüz, savunmasız
ve azınlık muamelesi görmektedirler. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı nede-
ni ile kadınların statülerindeki bu geleneksel olumsuz durum, kadınların
sağlık hizmetlerinden yararlanmalarını da önemli ölçüde etkilemektedir
(Aslan, 2001: 1).
İster ulusal, isterse uluslararası olsun, göç kavramı kadının sağlığını etki-
lemekte, bu etkiler kötüleşme ya da iyileşme yönünde olabilmektedir. Kadı-
nın düşük gelir düzeyine sahip bir ülkeden yüksek gelire sahip bir ülkeye göç
ettiği durumlarda sağlık hizmetleri açısından kadının durumu iyileşecektir.
Ancak kadının sağlık hizmetinden yararlanabilmesi için o ülkenin dilini bil-
mesi ve iş sahibi olması gerekmektedir. Pek çok dünya ülkesinde kadının sta-
tüsü düşüktür, düşük statüye kadının göçmen olma durumunun eklenmesi
sorunları daha da arttırabilmektedir (Adanu & Johnson, 2009: 1179 ).
Sağlık durumu açısından göçmenler içerisindede eşitsizlikler bulun-
maktadır. Bazı göçmen popülasyonlarında bulaşıcı hastalıklar, kanser, di-
yabet ve kalp hastalığı gibi hastalıkların riski yüksektir (Hyman, 2007: 1).
Göç süreci uzun vadede sağlığın temel belirleyicilerini (sosyal ve fiziksel
çevre, sağlık davranışları, iş ve gelir durumu vb) olumsuz yönde etkileye-
bilmekte, sigara ve alkol tüketimi, yüksek kalorili diyet gibi sağlık açısından
riskli davranışlar göç eden gruplarda yoğun bir şekilde görülebilmektedir
(Hyman & Gruge, 2002: 183; Tekin-Yılmaz & Köse, 2005: 1; Topçu & Beşer,
2006: 1; Johnson, 2005: 130).
Göçmen kadınların çalıştıkları sektörler arasında son yıllarda giderek
genişleyen ve küreselleşen fuhuş sektörü önemli bir yer tutmaktadır (Ünlü-
türk-Ulutaş & Kalfa, 2014: 13). Bu durum kadınları istenmeyen gebelikler,
cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve HIV enfeksiyonu açısından risk grubuna
sokmaktadır (Miller ve ark., 2007: 486). Ayrıca, göçmen kadınlar hem ka-
dın oldukları hem de göçmen oldukları için cinsel taciz, tecavüz ve şiddette
maruz kalabilmektedirler (Adanu & Johnson, 2009: 179).
Göçün ruh sağlığı üzerinde de olumsuz etkisi bulunmaktadır (Gün &
Bayraktar, 2008: 167; Liebkind & Jasinskaja-Lahti, 2000: 446). Stresin sağlık
üzerindeki negatif etkisine ve stresle başa çıkma mekanizmalarının yeter-
sizliğine bağlı olarak da göç eden kadınlar fizyolojik ve psikolojik kökenli
birçok sağlık problemi ile karşılaşmaktadırlar (Farley ve ark., 2005: 213;
Topçu & Beşer, 2006: 1; Hyman, 2004: 4). Ayrıca göçün kadın üreme sağlı-
ğı üzerinde birçok olumsuz etkisi olabilmekte, kadınların yaşam kalitesini,
morbidite ve mortalite düzeyini etkileyebilmektedir (Yoong ve ark., 2004:
510; Dejin-Karlsson & Ostergren, 2004: 442; Ibison, 2005: 199).
144 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

SONUÇ

Görüldüğü üzere toplumsal cinsiyet ayrımcılığı mağduru olan kadınlar,


normal şartlar altında bile savunmasız olarak kabul edilirken göç nedeniyle
savunmasızlıkları iki kat artarak zor durumlarla mücadele etmek zorunda
kalmaktadırlar. Özellikle eğitim ve ekonomik durumu düşük düzeyde olan
kadınların savunmasızlıkları daha da artarak göç ettikleri ülkelerde savun-
masız kapılar ardında yaşamlarının sürdürmekte, çoğu cinsiyeti nedeniyle
seks ticareti, insan kaçakçılığı, istismar, şiddete maruz kalma gibi pek çok
olumsuz ve insanlık dışı durumla yüzleşmek zorunda kalmakta, kendi is-
tekleri dışında başkalarının kendilerine sunduğu yaşamı yaşamak zorunda
kalmaktadırlar. Bazıları için bu zorlayıcı şartlar yerine ise yeni umutlara
ve yaşamlara kapı açan göç fırsata dönüşmekte, kendi ülkesinde toplum-
sal norm ve dayatmalara maruz kalan kadın için olumlu fırsatlar yakala-
ma şansı yaratmaktadır. İşe girip para kazanmaya başlayan kadının sosyal
ağlarının gelişmesi ile birlikte ekonomik bağımsızlığını elde etmesi, yeni
fikirlere, toplumsal kültürlere karşı bir bakış açısı geliştirmesi ile birlikte
kadınlar yasal haklarının da farkına vararak yasal haklarını bilme ve yasal
haklarını arama konusunda daha bilinçli olmaktadırlar. Herhangibir sosyal
ya da sağlık surumunda hizmet alma ihtiyacını eşlerinden talep etmek ye-
rine kendileri bu ihtiyaçlarına bağımsız şekilde ulaşmakta ve hizmetlerden
yaralanmaktadırlar.
Tabiki en önemlisi kadınların bu olumlu ve olumsuz fırsatlara sahip ol-
malarında en büyük etmenlerden bir tanesi göç edilen ülkenin uyguladığı
yasal politika ve haklardır. Ülkelerin göç alması halinde daha önceden im-
zaladıkları anlaşmaların yasal yaptırımları gereği kabul edilen sığınmacı,
mültecilerin ihtiyaçlarının giderilmesi, sığınma taleplerini kabul de kota
şartı hem ülkenin hem de ülkeye gelen sığınmacı, mülteci, göçmenler için
kaos yerine refahı sağlayıcı şekilde yapılmalıdır. Zaten savunmasız olan
çocuklar ve kadınlar zorlu yaşam koşulları altında daha zor yaşam sürdü-
receklerdir. Bu nedenle göçmenlere yönelik yapılacak ve uygulanacak her
türlü yasal prosedür, işlem ve politikanın zeminin çok iyi hazırlanması, ül-
kelere göç eden göçmenlerin ve ülke halkının birbirine güvensizlik yarat-
masını önleyici uygulamaların yapılması ve göçmenlere karşı gelişebilecek
her türlü negatif tutumun önlenmesi adına ulusal ve uluslararası tüm ülke-
lere önemli görevler düşmektedir.
Ayrıca, göçün kadın sağlığı üzerine olumsuz etkisini önleyecek ulu-
sal planlama ve faaliyet planları, yoğun göç alan bölgelerde çalışan sağlık
profesyonellerinin göçün getirdiği olası sağlık problemlerine karşı alacağı
önlemler ve uygulamalar; gerek göçmen kadınların sağlıklarını koruma ve
geliştirmede, gerekse bölge halkını da bulaşıcı hastalıklar başta olmak üzere
çeşitli sağlık problemlerinin önüne geçmede etkili olacaktır.
Hemşirelik Çalışmaları 145

KAYNAKLAR

ADANU, Richard M.K, Johnson, Timothy R.B, (2009), “Migration and Women’s
Health”. İnternational Journal of Gynecology and Obstetrics, Vol. 106, pp.
179-181.
ASLAN, Dilek, (2001), “Kadının İnsan ve Sağlık Hakkı”. Aktüel Tıp Dergisi, Cil. 6,
Sayı. 1, s. 1-3.
ATASÜ-TOPÇUOĞLU, Reyhan, (2012), “Türkiye’de Göçmen Çocukların
Profili, Sosyal Politika Ve Sosyal Hi̇zmet Önerileri Hızlı Değerlendirme
Araştırması”, Uluslararası Göç Örgütü (IOM) & Sweden. Erişim adresi:
http://www.turkey.iom.int/documents/Child/IOM_GocmenCocukRaporu_
tr_03062013.pdf, Erişim tarihi: 05.12.2014.
CARITAS INTERNATIONAL, (2009), The Female of Migration Background Paper.
Erişim adresi: http://www.caritas.org/includes/pdf/backgroundmigration.pdf
, Erişim tarihi: 07.12.2014.
DEJIN-KARLSSON, Elisabeth, OSTERGREN, Per-Olof, (2004), Country of
Origin, Social Support and The Risk of Small for Gestational Age Birth.
Scandinavian Journal of Public Health, Vol. 32, pp. 442–449.
FARLEY, Tillman, GALVES, Al, DICKINSON, Miriam, PEREZ, Maria J.D, (2005),
“Stress, Coping, and Health: A Comparison of Mexican Immigrants,
Mexicanamericans, and Non-Hispanic Whites”, J Immigr Health, Vol. 7, pp.
213-220.
GÜN, Zübeyit, BAYRAKTAR, Fatih, (2008), “Türkiye’de İç Göçün Ergenlerin
Uyumundaki Rolü”, Türk Psikiyatri Dergisi, Cilt. 19, Sayı. 2, s. 167-176.
HYMAN, Ilene, (2004), “Setting The Stage: Rewieving Current Knowledge on The
Health of Canadian Immigrants”, Canadian Journal Of Public Health, Vol.
95, Issue. 3, pp. 4-8.
HYMAN, Ilene, (2007), Immigration and Health: Reviewing Evidence of The
Healthy Immigrant Effect In Canada, CERIS working paper no. 55,
Toronto (ON): Joint Centre of Excellence for Research on Immigration and
Settlement.
HYMAN, Ilene, GRUGE, Sepali  , (2002), “A Review Of Theory And Health
Promotion Strategies For New Immigrant Women”, Canadian Journal of
Public Health, Vol. 93, Issue. 3, pp. 183-187.
IBISON, Judith  M, (2005), “Ethnicity and Mode of Delivery in ‘Low Risk’ First-
Time Mothers, East London, 1988-1997”. European Journal of Obstetrics &
Gynecology and Reproductive Biology, Vol.118, pp. 199-205.
INTERNATIONAL ORGANIZATION FOR MIGRATION (IOM), (2002),
Gender & Migration, Erişim adresi: http://www.iom.int/jahia/webdav/site/
myjahiasite/shared/shared/mainsite/published_docs/brochures_and_info_
sheets/gender_factsheet_en.pdf, Erişim tarihi: 12.12.2014.
146 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

İSTANBUL BILGI ÜNIVERSITESI, (2014), Sağlık Hakkı, Erişim adresi: http://


insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/Books/khuku/saglik_hakki/saglik_hakki.
pdf, Erişim Tarihi: 03.03.2014.
JOHNSON, Rolanda L, (2005), “Gender Differences ın Health-Promoting Lifestyles
of African Americans”, Public Health Nursing, Vol. 22, Isse. 2, pp. 130-137.
KAWAR, Mary, (2004), “Gender and Migration: Why Are Women More Vulnerable
Femmes En Movement”, 71-87, Erişim adresi: http://graduateinstitute.
ch/files/live/sites/iheid/files/sites/genre/shared/Genre_docs/2865_
Actes2004/10-m.kawar.pdf , Erişim Tarihi: 03.03.2014.
LIEBKIND, Karmela, JASINSKAJA-LAHTI Inga, (2000), “Acculturation and
Psychological Well-Being Among Immigrant Adolescets ın Finland: A
Comparative Study of Adolescents From Different Cultural Backgrounds”,
J Adolesc Res, Vol.4, pp. 446-466.
MARTIN, Susan F, (2003), “Women and Migration”, Consultative Meeting on
Migration and Mobility and How This Movement Affects Women United
Nations Division for the Advancement of Women, 2-4 December 2003.
MILLER, Elizabeth, DECKER, Michele R, SILVERMAN, Jay G, RAJ, Anita, (2007),
“Migration, Sexual Exploitation and Women’s Health: A Case Report from
A Community Health Center”, Violence against Women, Vol. 13, pp. 486-
497.
OECD - UNDESA, (2013), World Migration in Figures. Erişim adresi: http://www.
oecd.org/els/mig/World-Migration-in-Figures.pdf, Erişim tarihi: 08.12.2014.
OECD, (2015), International Migration Database, OECD, Stat, Paris, Erişim
adresi: https://stats.oecd.org/Index. aspx?DataSetCode=MIG, Erişim tarihi:
08.12.2017.
OECD, (2013), A joint contribution by UN-DESA and the OECD to The United
Nations High-Level Dialogue on Migration and Development, 3-4 October
2013. Erişim adresi: http://www.oecd.org/els/mig/World-Migration-in-
Figures.pdf , Erişim tarihi: 05.12.2014.
OMELANIUK, Irena, (2006), Gender, Poverty Reduction and Migration, Erişim
adresi: http://siteresources.worldbank.org/EXTABOUTUS/Resources/
Gender.pdf, Erişim tarihi: 08.12.2014.
T.C. İÇ İŞLERI GÖÇ İŞLERI GENEL MÜDÜRLÜĞÜ, (2018), Geçici Koruma,
Erişim adresi: http://www.goc.gov.tr/icerik6/gecici-koruma_363_378_4713_
icerik, Erişim tarihi: 02.03.2018
TEKIN-YILMAZ, Tülay, KÖSE, M. Ruhi, (2005). Göç’ün Kadın Yaşamı Üzerindeki
Etkileri, T.C. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimleri Enstitüsü Yüksek
Lisans Tezi, Van.
TOPÇU, Sevcan, BEŞER, Ayşe, (2006), Göç Eden ve Göç Etmeyen Kadınların
Sağlığı Geliştirme Davranışlarının Değerlendirilmesi, T.C. Dokuz Eylül
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İzmir.
Hemşirelik Çalışmaları 147

UNHCR, (2014), 2014 UNHCR Türkiye Aylık İstatistikleri. Erişim adresi: http://
www.unhcr.org.tr/uploads/root/tr(11).pdf, Erişim tarihi: 15.12.2014.
UNITED NATIONS (UN), (2014), Employment and Migration, Erişim adresi:
http://www.unwomen.org/en/what-we-do/economic-empowerment/
employment-and-migration, Erişim tarihi: 09.12.2014
UNITED NATIONS DEVELOPMENT PROGRAMME (UNDP), (2014),
Human Development Report 2014 Sustaining Human Progress: Reducing
Vulnerabilities and Building Resilience, New York: United Nations
Development Programme.
ÜNLÜTÜRK-ULUTAŞ, Çağla, KALFA, Aslıcan, (2009), “Göçün Kadınlaşması ve
Göçmen Kadınların Örgütlenme Deneyimleri”, Fe Dergi, Cil. 1, Sayı. 2, s.
13-28. Ankara Üniversitesi KASAUM. Erişim adresi: http://dergiler.ankara.
edu.tr/dergiler/46/1117/13174.pdf. Erişim Tarihi: 03.03.2014.
WORL BANK (WB), (2005), Gender, Poverty Reduction and Migration. Erişim
adresi: http://siteresources.worldbank.org/EXTABOUTUS/Resources/
Gender.pdf, Erişim tarihi: 10.12.2014.
YOONG, Wai, WAGLEY, Abdul, FONG, Chin-to, CHUKWUMA, C, NAUTA,
Maarten, (2004), “Obstetric Performance of Ethnic Kosovo Albanian
Asylum Seekers ın London: A Case–Control Study”, Journal of Obstetrics &
Gynaecology, Vol. 24, pp. 510–512.
Hemşirelik Çalışmaları 149

ENGELLİ BİREY VE EVDE BAKIM


DISABLED PERSON AND HOME CARE

Yasemin Gümüş ŞEKERCI1

ÖZET

Bireyin özel ve sosyal yaşamında kendi başına yapması gereken faaliyetleri


yapamaması olarak tanımlanan engellilik, birey ve ailesinin psiko-sosyal ve
ekonomik yönden etkilenmelerine neden olmaktadır. Engelli bireye karşı aile ve
toplumun olumsuz duygu ve davranışı bireyde özgüven eksikliği, sosyal izolasyon,
iletişim kurmakta zorluk, mutsuzluk, yalnızlık, anksiyete ve depresyonu beraberinde
getirir. Engelli bireyin yaşadığı sorunların çözümünde evde bakım hizmeti etkili
olmaktadır. Evde bakım hizmeti; engelli bireyi kendi ev ortamlarında desteklemek,
sosyalleşmeyi ve toplumsal entegrasyonu hızlandırmak, bireyin aileye olan yükünü
hafifletmek amacıyla sunulan tıbbi ve sosyal destek hizmetleridir. Dünya Sağlık
Örgütü’nün engelli raporunda; engelli bireylerin engelli olmayanlara göre tıbbi
ve sosyal hizmetlere daha fazla ihtiyacı olduğu açıklanmıştır. Bu doğrultuda
evde bakım hizmetlerinin önemi vurgulanmıştır. Evde bakım hizmetlerinin
ülkemizde yeterli olmayışı, engelli birey ve ailelerinin sorun çözmede başarısız
olmalarına ve problemlerin giderek artmasına sebep olmaktadır. Ülkemizde
fiziksel, zihinsel, ruhsal ve duygusal engelli birey ve ailelerine yönelik çalışmalar
olmasına rağmen, evde bakım gereksinimi ve hizmetlerini inceleyen yeterli sayıda
araştırmaya rastlanılmamaktadır. Bu amaçla çalışmada engelli bireyin evde bakım
gereksinimleri ve sorunları literatür doğrultusunda tartışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Engelli birey, evde bakım, evde bakım hizmetleri.

ABSTRACT

Disability is an person’s inability to engage in activities that needs to do in


private and social life. It causes the person and family to be affected psycho-social
and economically. Negative emotions and behaviors of the family and the society
against person with disabilities are cause lack of self-confidence in the person,
social isolation, difficulty in communicating, unhappiness, loneliness, anxiety and
depression. Home care service is effective in solving the problems experienced
by person with disability. Home care service; medical and social support services
to support person with disabilities in their own home environment, to accelerate
1  Arş. Gör. Dr. Mustafa Kemal Üniversitesi Hatay Sağlık Yüksekokulu Hemşirelik
Bölümü Halk Sağlığı Hemşireliği Anabilim Dalı, e-posta: y.gumus36@hotmail.
com, Fax: 0326 216 06 67
150 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

socialization and social integration, and to alleviate the burden on the person’s
family. In the World Health Organization disability report; person with disabilities
are more likely to need medical and social services than non-person with
disabilities. In this direction, the importance of home care services is emphasized.
The inadequacy of home care services in our country causes being unsuccessful of
person with disabilities and their families in the solution of problems. Despite the
fact that there are studies for person and families with physical, mental, emotional
disabilities in our country, not enough surveys investigating home care needs and
services. In this study, the home care needs and problems of person with disabilities
will be discussed in the light of the literatüre.
Keywords: Disabled person, home care, home care services.

GIRIŞ

Tıbbın ve teknolojinin gelişmesi ile beraber beklenen yaşam süresi uza-


mış ve engelli birey sayısı artmıştır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine
göre dünyada her beş kişiden biri engellidir (DSÖ, 2011). Yaşam süresinin
uzaması ve yaşlı nüfusunun artması gelecek zamanlarda engelliliğin büyük
bir problem haline geleceğini göstermektedir (World Report on Disability,
2011). Engellilerin %80’inin gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerde
yaşadığı bilinmektedir (DSÖ, 2011). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de
engellilik oranı giderek artmaktadır. Türkiye’de her dokuz kişiden biri en-
gellidir.
Engelli bireyin doğumundan yaşamının sonuna kadar geçen sürede
aile karmaşık duygular yaşamakta, ne yapacağını, nereden yardım alaca-
ğını, kime başvuracağını ve özellikle engelli bireye nasıl bakım vereceğini
bilmemektedir (Çiftçi Tekinarslan, 2010). Engelli bireyin bakımında evde
bakım hizmeti kapsamında sağlık ve sosyal hizmetler verilmektedir. Fakat
engelli birey sayısının giderek artması ve ülkemiz için yeni bir kavram olan
evde bakım hizmetlerinin yetersizliği birey ve ailesinin sorunlarla baş et-
mesinde güçlük yaşamasına sebep olmaktadır (Yılmaz ve ark., 2010). Tüm
bu durumlar dikkate alındığında, engellilerin bakımına yönelik çalışmalara
daha fazla ağırlık verilmesi gerektiği görülmektedir. Bu çalışmayla engelli
bireylerin evde bakım gereksinimleri ve yaşadığı sorunları belirlenecektir.

2. Engellilik Kavramı
2.1. Engelliliğin Tanımı
Engellilik; özürlülük, sakatlık veya herhangi bir sağlık sorununda yaşa,
cinsiyete, kültürel ve sosyal etkenlere bağlı olarak gelişen bir durumdur.
DSÖ tarafından engellilik, bireyin günlük aktivitelerini yerine getirmedeki
sınırlılık ya da eksiklik şeklinde tanımlanmaktadır (DSÖ, 2011). Engelli
Hemşirelik Çalışmaları 151

birey ise zihinsel veya fiziksel özellikleri, duyusal yetenekleri, sosyal


davranışları ve iletişim becerileri yönünden diğer bireyden farklı olan ve
profesyonel yardım alması gereken kişilerdir (Oral ve ark., 2016). Bireyin
fiziksel, ruhsal ve zihinsel özelliklerinden bir kısmını kaybetmesi durumu
“engellilik”, böyle kişiler de “engelli birey” olarak tanımlanmıştır. Bir başka
tanımda ise engellilik, fiziksel fonksiyonlarda oluşan kayıpların oluşturduğu
sosyal dezavantajlar şeklinde ifade edilmektedir.
Engellilik kavramı literatürde farklı şekillerde tanımlanmaktadır (World
Report on Disability, 2011). Bunun nedeninin farklı kaynaklarda benzer
anlamda kullanılan “noksanlık”, “bozukluk”, “özürlülük” ve “sakatlık”
kavramlarının engellilik kavramı ile aynı anlamda kullanıldığından
kaynaklandığı düşünülmektedir. Oysa ki kavramlar arasında farklılık
bulunmaktadır. Engellilik bozukluk, özürlülük ya da sakatlık kavramlarını
içeren daha genel bir kavramdır.
Engellilik bireye özgü bir kavram olmayıp, hem sosyal hem de toplumu
ilgilendiren bir durumdur. Bu nedenle engelliliğin tanımı yapılırken, sadece
kişisel faktörlerin etkili olmadığı sosyal (sosyal yaşama uyum, ulaşabilirlik,
çalışabilirlik, bakıma muhtaçlık vb.) ve toplumsal faktörlerinde etkili
olduğu düşünülmelidir.

2.2. Engellilik Nedenleri


Teknoloji ve tıbbın gelişmesi ile beraber yaşlı nüfusunun giderek
artması, düşük egzersiz düzeyi, kötü beslenme, stres, sigara ve alkol
kullanımı yıldan yıla engelli oranını da arttırmıştır (World Report on
Disability, 2011). Engellilik; akraba evlilikleri, doğum öncesi-sırası-sonrası
hizmetler, yenidoğan bakımı ve yaralanmalarla ilişkilendirilmektedir.
Genetik ve doğumsal bozukluklar, kan uyuşmazlığı, riskli gebelikler (5’den
fazla doğum yapma, anne yaşının 17’den küçük, 35’den büyük olması,
çoğul gebelik, gebelikte yaşanan hastalıklar), plasental nedenler, annenin
hamilelik boyunca (hamilelikte yüksek ateş, sigara ve alkol kullanımı,
döküntülü hastalıklar) ve doğum anında yaşadığı sorunlar (zor doğum,
doğum travmaları, erken ve geç doğum), kazalar (ev, iş, trafik, spor
kazaları), mental bozukluklar ve kronik hastalıklar engelliliğin nedenleri
arasında sayılmaktadır (World Report on Disability, 2011) (Tablo 1).
Genelde engelliliğin nedeni çocukluk döneminde, doğumsal anomaliler
iken ileri yaşlarda, geçirilen kazalar ve kronik hastalıklar olmaktadır.
Yurt içinde yapılan çalışmalarda da yaş ilerledikçe özür oranının arttığı
bildirilmiştir (Benli ve ark., 2016; Evlice ve ark., 2014).
152 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Tablo 1. Engellilik nedenleri


Doğum anına ait Doğum sonrası
Doğum öncesi nedenler
edenler nedenler
Bebeğin sağlık
Doğumun
kuruluşunda
Kalıtım zamanından önce ve
kontrollünün
zor olması
yapılmaması
Doğumun sağlıklı
Bebeğin aşılarının
Akraba evlilikleri koşullarda
yapılmaması
gerçekleştirilememesi
Doğum kanalı Bebeğin ateşli
Kromozomal nedenler
enfeksiyonu hastalık geçirmesi
Geliş pozisyonunda Bebeğin yetersiz
Kan uyuşmazlığı
anomalilik beslenmesi
Annenin bilinçsiz ilaç Bebeğin travmaya Ev, iş, spor ve trafik
kullanımı maruz kalması kazaları
Annenin doğum yaşının
Bebeğin oksijensiz
35’den büyük, 17’den küçük Zehirlenmeler
kalması
olması
Bebeğin düşük
Annenin kısa aralıklarla fazla
doğum ağırlıklı Doğal afetler
doğum sayısı
dünyaya gelmesi
Annenin hamilelikte sigara, Kordon
Ailenin eğitimsizliği
alkol, madde kullanımı komplikasyonları
Annenin hamilelikte
Pelvis darlığı İhmal ve istismar
radyasyona maruz kalması
Annenin hamilelikte bulaşıcı /
ateşli hastalık geçirmesi
Annenin hamilelikte travma,
kaza ya da aşırı strese maruz
kalması
Annede mevcut kronik
hastalık varlığı

2.3. Engelli Türleri


Literatürde yaygın olarak kabul gören engellilik türleri; ortopedik en-
gelli, görme engelli, işitme ve konuşma engelli, zihinsel engelli, otistik en-
gelli ve süreğen hastalıklar olmak üzere altı ana başlıkta incelenmektedir.
2.3.1. Ortopedik engelli: Bireyin günlük yaşam aktivitelerini yapma-
sını ve sosyalleşmesini önleyen bir engellilik türüdür. Ortopedik engelliler-
de iskelet ve kas sisteminde oluşan fonksiyon kaybı, eksiklik, hareket kısıt-
lığı, şekil bozukluğu ya da yetersizlik görülmektedir. Ayrıca iskelet ve kas
sistemine ait çeşitli hastalığı bulunan kişilerde bu grupta yer almaktadır.
2.3.2. Görme engelli: Tek veya her iki göz açısından görme yetisinden
yoksun olan kişiler görme engelli olarak tanımlanmaktadır. Bu bireylerde
Hemşirelik Çalışmaları 153

görme bozukluğu ya da görme kaybı söz konusudur. Ayrıca gece körlüğü,


renk körlüğü olan ve göz protezi kullanan kişilerde bu grup kapsamında
değerlendirilmektedir.
2.3.3. İşitme ve konuşma engelli: Tek veya iki kulak açısından işit-
me yetisinden yoksun olan kişiler işitme engelli olarak tanımlanmaktadır.
Bu bireylerde kısmi / tam işitme kaybı veya işitme yetersizliği söz konu-
sudur. Doğuştan ya da sonradan oluşan herhangi bir nedenle konuşma
hızında, ifadesinde ve akıcılığında yetersizlik olan, ses bozukluğu bulunan
ve konuşamayan kişilere konuşma engelli bireyler denilmektedir.
2.3.4. Zihinsel engelli: Doğuştan ya da sonradan oluşan herhangi bir
nedenle bellek, akıl, mantık, algılama, dikkat ve muhakeme gibi fonksiyon-
ları normalin altında olan birey zihinsel engelli olarak tanımlanmaktadır.
Kişisel bakım, kişilerarası iletişim, çevreye uyum gibi günlük yaşam aktivi-
telerini yerine getiremeyen ya da yaşıtlarına kıyasla daha geç yerine getiren
bireylerdir (Fadıloğlu ve ark., 2013).
2.3.5. Süreğen hastalıklar: Bireyin günlük fonksiyonlarını ve çalış-
ma durumunu etkileyen, uzun süreli tedavi ve bakım gerektiren hastalık-
lardır. Toplumumuzda %12.29 olan engelli oranının %9.7’si süreğen has-
talığa (Kalp hastalığı, diyabet, hipertansiyon, metabolik hastalıklar gibi)
aittir (TÜİK, 2016) (Grafik 1).

Grafik 1. Engelli türlerine göre engelli oranı


154 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

2.4. Engelli Birey ve Ailesinin Yaşadığı Sorunlar


Engelli bireyin aileye katılmasıyla birlikte, ailenin yaşam tarzı değiş-
mekte mevcut düzen bozulmaktadır (İşcan & Malkoç, 2017). Engelli bire-
yin yaşının ilerlemesi gereksinim duyduğu bakımı arttırmaktadır. Engelli
birey için bebeklik döneminden yetişkinlik dönemine kadar hayatın her
alanında bakım gereksinimi kaçınılmazdır. Bu dönemlerde yeterli bakımı
alamayan bireylerin fiziksel sağlıklarının, sosyal fonksiyonlarının ve canlı-
lık durumlarının olumsuz etkilendiği ve yaşam kalitelerinin düştüğü bildi-
rilmiştir (Evlice ve ark., 2014).
Engellilerin engellilikleri dışındaki sağlık sorunları dikkate alındığında
dörtte biri ruhsal hastalıkları oluşturmaktadır. Bireyin engelliliği yüzünden
yaşadığı çeşitli duygular (öfke, aşağılık duygusu, çaresizlik, içe kapanma,
ümitsizlik, suçluluk duygusu, çelişki yaşama, ağlama krizleri, keder, düş-
manlık hissi, dışlanma duygusu, öz güven azlığı, bağımlı olma endişesi,
ölüm korkusu) ruhsal hastalıkların oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Li-
teratür bilgileri bu durumu desteklemektedir (Benli ve ark., 2016; Terzi ve
ark., 2014).
Ayrıca engelli bireyin düşük eğitim düzeyi, işsizlik, ekonomik sorun-
ları (Köksal ve Kabasakal, 2012; Selçuk ve ark., 2016) ve iletişim sıkıntısı
(Doğan ve ark., 2016) bulunmaktadır. Engelli bireyin yaşadığı sorunla başa
çıkamayan ailelerde bakım verme süreci içinde fiziksel, psikolojik, sosyal
ve ekonomik yönden çeşitli sorunlar ortaya çıkmaktadır. Yıldırım ve ark.
(2012) tarafından 154 engelli çocuğa sahip anneler üzerine yapılan çalış-
mada, annelerin özellikle depresyon, öfke, somatizasyon, paranoid düşün-
ce ve psikotizm yönünden pek çok ruhsal belirti gösterdikleri bildirilmiştir
(Yıldırım ve ark., 2012). Selçuk ve ark. (2016) tarafından yapılan çalışma-
da engeli bireye bakım veren aile üyesinin psikososyal sorunlarının oldu-
ğu bildirilmiştir. Aynı çalışmada çaresiz yaklaşım, boyun eğici yaklaşım,
sosyal destek arama engelli bireyin annelerinde daha yüksek bulunmuştur
(Selçuk ve ark., 2016).
Yapılan çalışmalar dikkate alındığında, engelli bireyin ve ailesinin güç-
lendirilmesini sağlayacak destek hizmetleri içinde evde bakım hizmetle-
ri önem taşımaktadır. Evde bakım kuruluşları sadece engelli bireyin değil
aynı zamanda ailesinin de gereksinimlerini saptamak ve karşılamakla so-
rumludur. Ülkemizde engellilerle ilgili çalışma az sayıdadır. Yapılan çalış-
ma ve elde edilen verilerin sayısının atması engelli bireyin topluma kazan-
dırılmasında büyük önem taşımaktadır (İşcan & Malkoç, 2017).
İyi sunulan evde bakım hizmetleri sayesinde engelli bireyin sağlık ve
sosyal gereksinimleri karşılanmakta, sık sık hastaneye yatışı engellemekte
ve ileride evde bakım hizmeti almaya gereksinim duymayacak düzeye ulaş-
ması sağlanmaktadır (Akdemir ve ark., 2011).
Hemşirelik Çalışmaları 155

3. Evde Bakım Kavramı


3.1. Evde Bakımın Tanımı
Evde bakım; sağlığı koruyucu, geliştirici ve hastalığı tedavi edici hizmet-
lerin birey ve ailesinin yaşadığı ortamda verilmesi olarak tanımlanmaktadır.
İlk olarak 2011 yılında Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında sunu-
lan Evde Sağlık Hizmetleri; engelli, yaşlı, yatağa bağımlı, kanser hastası ve
ameliyat sonrası bakıma gereksinimi olan bireylerin ev ortamlarında for-
mal ve informal bakım vericiler tarafından sunulan bakım ve uygulamalar
olarak tanımlanmaktadır (Işık ve ark., 2016). Evde bakım hizmetinin temel
felsefesini, bireyin aile ve sosyal hayatından koparılmadan sağlığı koruyu-
cu, geliştirici ve hastalığı tedavi edici hizmetleri alabilmesi oluşturur (Danış
& Solak, 2014).
Dünyada evde bakım hizmetleri; evde takip, evde yardım, evde sağlık
bakım hizmetleri, telefonla yardım hizmeti, evlere yemek-bakım ve ona-
rım hizmetleri olarak da bilinmektedir (Arai ve ark., 2014; Care Quality
Commission, 2013). Kavramlar arasındaki en önemli ortak nokta sağlık ve
sosyal hizmetlerin bireyin evinde sunulması olup, hizmetin kime verildiği,
kim tarafından sunulduğu ve hizmetin içeriği farklılık göstermektedir.
3.2. Dünyada Engellilik ve Evde Bakım Hizmetleri İle İlgili
Değişen Demografi
Dünyada yaşlı nüfusu ve kronik hastalık artışı engellilik durumunu
beraberinde getirmiştir. Dünya Sağlık Araştırması ve Küresel Hastalık Yükü
Çalışması verilerine göre engelli prevalansı sırasıyla %15.6 ve %19,2’dir
(World Report on Disability, 2011). Dünya da yaklaşık her beş kişiden birinin
engelli olduğu düşünüldüğünde, bu bireylerin sağlık ve sosyal hizmetlerden
yararlanmasını sağlayacak uygulamalara ihtiyacı vardır. Dünyada evde
bakım hizmetleri bakım ihtiyacı olan kişilerin, hem medikal hem de psiko-
sosyal gereksinimlerinin ev ortamında karşılanmasını içermektedir. Sistemin
organizasyonunda düzenli şekilde sunulan iş akışı vardır.
Aşağıda bazı dünya ülkelerinde engelli bireye yönelik sunulan evde
bakım hizmetlerinin gelişimi yer almaktadır.
• 1989 yılında İngiltere’de Evde Bakım Derneği kurulmuş ve 2000’li
yıllarda evde bakım hizmeti tek çatı altında birleştirilmiştir. Ülkede
engelli oranı %27,2’dir. Engelli bireyin evde bakımında haftada yak-
laşık 25 bin ev ziyareti yapılmakta, bireyin sağlık ve sosyal sorunları
ortaya konulmaktadır.
• 1941 yılında Finlandiya’da kurulan Evde Bakım Kurumu, 37 üye organi-
zasyon ile engellilere yönelik sosyal hizmetler, sağlık hizmetleri ve ailede
esenlik organizasyonu yürütmektedir. Ülkenin engelli oranı %32,2’dir.
156 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

• 1968 yılında Hollanda’da evde bakım hizmetleri devletin sorumluluğu


olarak kabul edilmiştir. Ülkenin evde bakım hizmeti sunumundaki
amacı, bireyin memnuniyeti ve yaşam doyumunu arttırmaktır.
Evde bakım hizmeti almak isteyen engelli birey nakdi ve ayni
yardım arasından tercih yapar. Nakdi bakım kapsamında sunulacak
hizmetin durumuna göre bireye para yardımında bulunulur. Ayni
yardım da ise evde bakım hizmetlerini özel sektöre bağlı evde bakım
kurumlarından alırlar (Danış & Solak, 2014).
• 1990 yılında Gürcistan’da verilmeye başlanan evde bakım hizmeti,
2013 yılında devlet desteği ve evde bakım koalisyonu hizmet vermeye
başlamıştır.
• 1996 yılında Romanya’da verilmeye başlanan evde bakım kapsamın-
da yılda 90 gün hizmet sunulmaktadır. Engelli birey öncelikle sağlık
personeli tarafından değerlendirilmekte, bakım planı hazırlanmakta
ve tedavisi uygulanmaktadır. Evde bakım hizmetlerinden sorumlu bi-
reylerin eğitimli olmaları esastır. Engelli birey sağlık personelinin be-
lirlediği hedefe ulaştığında evde bakım hizmetinden çıkartılmaktadır.
Engellilere yönelik dünyanın daha pek çok ülkesinde verilen evde
bakım hizmetleri oldukça gelişmiş olup, finansman desteğinin büyük bir
kısmı devlet tarafından karşılanmaktadır (Plaisier ve ark., 2017).
3.3. Ülkemizde Engellilik ve Evde Bakım Hizmetleri İle İlgili
Değişen Demografi
Ülkemizde engellilik oranı %12.29’dur (TÜİK, 2016) Avrupa ülkeleri
ile kıyaslandığında ülkemizde engelli oranı yüksek olmamasına rağmen,
ülkeler arasındaki sosyoekonomik ve kültürel farklılıklar dikkate
alındığında, ülkemizdeki engellilerin durumdan çok daha fazla etkilendiği
görülmektedir (Aktel & Erten, 2017).
• Ülkemizde evde bakım hizmeti ilk olarak özel sektör (özel evde
bakım merkezleri, özel hastaneler) ile başlamıştır.
• Evde bakım hizmetleri, 2005 yılında yasal olarak “Evde Bakım
Hizmetleri Sunumu Hakkında Yönetmelik” ile düzenlenmiştir. Bu
yönetmeliğe göre alanda faaliyet gösteren tüm kurum ve kuruluşların
Sağlık Bakanlığı Uygunluk Belgesi almaları zorunlu kılınmıştır.
• Evde Bakım Derneği 2001 yılında kurulmuştur.
• 2005 yılında “Bakıma Muhtaç Engellilere Yönelik Özel Bakım Mer-
kezleri Yönetmeliği”, 2006 yılında “Bakıma Muhtaç Engellilere Yöne-
lik Resmî Kurum ve Kuruluşlar Bakım Merkezleri Yönetmelikleri”
yayınlanmıştır.
Hemşirelik Çalışmaları 157

• Sağlık Bakanlığı’nın 01.02.2010 tarih ve resmi 3895 sayılı Sağlık


Bakanlığınca sunulan “Evde Sağlık Hizmetlerinin Uygulama Usul
ve Esasları Hakkında Yönerge”’si ile evde sağlık hizmetleri, yönerge
talimatlarına uygun olarak verilmeye başlanmış, 2011 yılında makam
onayı ile yürürlüğe girmiştir.
Ülkemizde evde bakım hizmetleri diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında;
bakım verecek profesyonel sayısının yetersiz olması, ortak veri tabanının
olmayışı, evde bakım hizmeti sunmak isteyenlere yönelik eğitim ve
sertifikasyon yetersizliği, bakım sigortasının olmayışı, medyada konuya
ilişkin farkındalık olmayışı ülkemizin sorunları arasında yer almaktadır.

3.4. Engelli Bireye Yönelik Evde Bakım Hizmetleri


Engelli birey için, engellilikten kaynaklanan etkileri en aza indirmek ve
yaşam koşullarının niteliğini yükseltmek evde bakımının temel felsefesini
oluşturur. Yapılan çalışmalarda engelli bireylerin, diğer bireylere göre evde
bakım hizmetlerine daha fazla ihtiyacı olduğu vurgulanmaktadır (Aktel
& Erten, 2017; Karakaş & Yaman, 2017). Engelli bireye sunulan sosyal ve
tedavi edici hizmetlerin oranının düşük olduğu bildirilmektedir. Ayrıca
bu bireyler için oldukça öneme sahip olan sağlığı koruyucu ve geliştirici
faaliyetleri dikkate alınmadığı görülmektedir (Karakaş & Yaman, 2017).
Engelli bireyin evde günlük yaşam aktiviteleri (beslenme, kişisel bakım,
banyo, giyinme, hareket etme, sosyal hayata uyum sağlanması), ev içi
düzenlemeleri, güvenli çevre oluşturma, hastaneye / hastaneden transferi,
eğitim ve danışmanlık hizmetleri gibi konular evde bakım hizmeti
kapsamındadır (Işık ve ark., 2016) (Tablo 2).

Tablo 2. Evde Bakım Kapsamında Yaygın Olarak Verilen Hizmetler


 Engelli bireyi izleme ve değerlendirme
 Engelli bireyin sağlığın korunması ve geliştirilmesi
 Engelli bireyin beslenme, banyo, giyinme, hareket gibi temel
ihtiyaçlarının sağlanması
 Engelli bireye kendini savunabilme ve karşılıklı yardımlaşmanın
öğretilmesi
 Engelli bireyin medikal ve hemşirelik bakımının yürütülmesi
 Engelli bireyin temizlik, alışveriş, yemek yapmama gibi ev işleri
hizmetinin yapılması
 Engelli bireyin ihtiyaçlarına yönelik ev içi düzenlemelerinin yapılması
 Engelli bireyin hastalığı halinde sevk işleminin yapılarak, hastaneye
ulaşımının sağlanması
158 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

 Engelli birey için ilaç, destekleyici cihaz ve ekipmanın sağlanması


 Engeli birey için özelleşmiş destek hizmetlerinin yürütülmesi
 Engelli bireye bilgi, eğitim ve danışmanlık hizmetlerinin verilmesi
 Engelli bireyin kişilerarası iletişiminin arttırılması
 Engelli bireyin toplum temelli çalışmalara katılımının sağlanması
 Engelli bireyin ailesinin dinlendirilmesine yönelik hizmetler yapılması

Evde bakım hizmeti, bakım verilecek kişinin belirlenmesi ile başlar.


Evde bakımım merkezini bakım alacak kişi oluşturmasına rağmen, engel-
li bireye verilecek bakımda işin içine engelli ailesinin de entegre edilmesi
gerekmektedir. Bu doğrultuda bireyin önce ailesi ve çevresi değerlendirilir
(Selçuk ve ark., 2016). Engelli bireyin yakın çevresindeki merkezlerin (ec-
zane, market gibi) varlığı ve eve ulaşım kolaylığı bakımın yürütülmesinde
önemlidir. Çevre değerlendirildikten sonra engelli bireyin gereksinimlerine
uygun bakım planı hazırlanır. Bakım planı doğrultusunda engelli bireyin
sorunları saptanır, saptanan sorunların çözümünde amaç belirlenir, amaca
ulaşmak için plan yapılır ve yapılan plan uygulamaya konur. Son aşamada
engelli bireyin sorunları tekrar değerlendirilir (Danış & Solak, 2014).
Evde bakım hizmeti veren kişi bireyin engel durumuna göre ailesi ile
işbirliği yaparak aktivite ve bakım planına ilişkin eğitim yapmalıdır. Aile
üyeleri bireyin engel durumu, kısıtlılıkları, yetersizlik düzeyi ve hayatını
kendisinin idame ettirebilmesi için bilgiye gereksinim duyarlar. Evde ba-
kım hizmeti sunan kişi ailenin bilgi eksikliğini gidermelidir (Yıldırım ve
ark., 2012).
Evde bakım hizmeti doğrultusunda yapılan aktiviteler engelli bireye ba-
kım verecek aile üyesine ya da bakım vericiye kazanç sağlar (Tablo 3).

Tablo 3. Evde Bakım Hizmetinin Engelli Bireye Kazandırdıkları


Ev ortamında sunulan bakım engelli bireyin memnuniyetini ve yaşam
kalitesini artırır.
Engelli birey ve ailesi kendini özel hisseder ve bakıma daha fazla katılır.
Engelli bireyin günlük yaptığı alışkanlık ve hobilerinin devamlılığı sağlanır.
Engelli bireyde enfeksiyon riskini azaltır.
Engelli ailesinin tükenmişlik yaşamalarını engeller.
Engelli bireyin ailesini bir arada tutar.
Bakımın maliyetini azaltır.
Zamandan tasarruf sağlar.
Engelli birey ve ailesine bakım hakkında eğitimi içerir.
Hemşirelik Çalışmaları 159

SONUÇ

Bu çalışma ile engelli birey ve ailesinin fiziksel, ruhsal ve sosyoekonomik


pek çok sorununun olduğu ve evde bakıma gereksinim duydukları ortaya
koyulmuştur. Ülkemizde konuya ilişkin yapılan araştırma sayısı yetersizdir.
Bu nedenle engelli birey ve ailesinin gereksinimleri tam anlamıyla belirle-
nememektedir. Araştırma verilerinin sayısındaki artış, engelli bireyin top-
luma kazandırılmasında, iş imkânlarının artmasında ve devlet politikaların
şekillenmesinde etkili olacaktır.

KAYNAKLAR

Akdemir, N., Bostanoğlu, H., Yurtsever, S., Kutlutürkan,S., Kapucu, S., & Özer,
ZC. (2011). Yatağa bağımlı hastaların evde yaşadıkları sağlık sorunlarına
yönelik evde bakım hizmet gereksinimleri. Dicle Tıp Dergisi, 38, 57–65.
Aktel, M., & Erten, Ş. (2017). Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin engellilik
alanına yaklaşımı: Hükümet programları üzerinden bir değerlendirme.
Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,
22(1), 165-177.
Arai, Y., Kumamotoa, K., Mizunoa, Y., & Washio, M. (2014). Depression among
family caregivers of community dwelling older people who used services
under the long term care insurance program: A large-scale population-
based study in Japan. Aging & Mental Health, 18(1), 81–91.
Benli, AR., Yazıcı Demir, Ş., Yazıcı, O., Çörtük, M., İnce, H., & Benli Çetin, N.
(2016). Sağlık kuruluna başvuru nedenlerinin değerlendirilmesi. Konuralp
Tıp Dergisi, 8(3), 167-172.
Bilge A. (2013). Özel Durumlarda Evde Bakım: Engelli Bireylerde Evde Bakım.
Ç., Fadıloğlu, G., Ertem & F., Şenuzun Aykar (Ed.), Evde sağlık ve bakım
(ss.275-283). Ankara: Göktuğ Yayıncılık.
Care Quality Commission. (2013). Not just a number: Home care inspection
programme – National overview, England: The Care Quality Commission.
Çiftçi Tekinarslan, İ. (2010). Aile eğitimi, Ankara: Gündüz Eğitim.
Danış, MZ., & Solak, Y. (2014). Evde bakım hizmetlerinin organizasyonu: Hollanda
örneği. The Journal of Academic Social Science Studies, 24, 57-71.
Doğan, M., Gürgür, H., Girgin, Ü., Karasu, H. P., & Turan, Z. (2016). Tanıdan eğitime
Kosova Cumhuriyeti’nde işitme engelli çocuklara yönelik düzenlemelerin
incelenmesi. Turkish Online Journal of Qualitative Inquiry,7(2), 31-70.
Evlice, A., Demir, T., Aslan, K., Bozdemir, H., Demirkiran, M., Ünal, İ., & Bıçakcı,
Ş. (2014). Nörolojik hastalıklarda özürlülük. Çukurova Üniversitesi Tıp Fak
Dergisi, 39(3), 566-571.
160 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Işık, O., Kandemir, A., Erişen M. A., & Fidan, C. (2016). Evde sağlık hizmeti alan
hastaların profili ve sunulan hizmetin değerlendirilmesi. Hacettepe Sağlık
İdaresi Dergisi, 19(2), 171-186.
İşcan, GÇ., & Malkoç, A. (2017). Özel gereksinimli çocuğa sahip ailelerin umut
düzeylerinin başa çıkma yeterliği ve yılmazlık açısından incelenmesi. Trakya
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 7(7), 120-127.
Karakaş, G., & Yaman, Ç. (2017). Engelli bireye sahip ebeveynlerin fiziksel aktivite
durumlarına göre yaşam kalitelerinin incelenmesi. Journal of Human
Sciences, 14(1), 725-728.
Köksal, G., & Kabasakal, Z. (2012). Zihinsel engelli çocukları olan ebeveynlerin
yaşamlarında algıladıkları stresi yordayan faktörlerin incelenmesi. Buca
Eğitim Fakültesi Dergisi, 32, 71-91.
Oral, A., Aydin, R., Ketenci, A., Akyuz, G., Sindel, D., & Yaliman, A. (2016). World
Report on Disability: analysis of the disability issues and contributions of
physical medicine and rehabilitation medical specialty in Turkey. Turkish
Journal of Physical Medicine and Rehabilitation, 62(1), 83-98.
Plaisier, I., Verbeek-Oudijk, D., & de Klerk, M. (2017). Developments in home-
care use. Policy and changing community-based care use by independent
community-dwelling adults in the Netherlands. Health Policy, 121(1), 82-
89.
Selçuk, EB., Şelçuk, ŞZ., Tetik, B., Kayhan, D., Özcan, ÖÖ., & Karataş, M. (2016).
Evaluating Anxiety and Stress Coping Skills and Related Variables of
Mothers with Mentally Retarded Children. Journal of Turgut Ozal Medical
Center, 23(1), 1-5.
Terzi, R., Altın, F., & Amaç, İ. (2014). Özürlü sağlık kurulunda değerlendirilen
hastaların lokomotor sistem özürlülüklerinin incelenmesi. Turk J Osteoporos
20, 60-64.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK). 2016. Retrieved from: http://www.tuik.gov.tr/
PreTablo.do?alt_id=1017.
World Health Organization (1980) International Classification of Impairments,
Disabilities and Handicaps-WHO-ICIDH, Geneva.
World Report on Disability, 2011. Retrieved from: http://whqlibdoc.who.int/
publications/2011/9789240685215_eng.pdf.
Yıldırım, A., Aşılar, R. H., & Karakurt, P. (2012). Engelli çocukların annelerinin
ruhsal durumlarının belirlenmesi. İstanbul Üniversitesi Florence Nightingale
Hemşirelik Dergisi, 20(3), 200-209.
Yılmaz, M., Sametoğlu, F., Akmeşe, G., Tak, A., Yağbasan, B., Gökçay, S., et al.
(2010). Sağlık hizmetinin alternatif bir sunum şekli olarak evde hasta
bakımı. İstanbul Tıp Dergisi, 11(3), 125-132.
Hemşirelik Çalışmaları 161

HEMŞIRELIĞIN PROFESYONELLEŞME SÜRECINDE


BILIMSEL YÖNTEM SORUNU
SCIENTIFIC METHOD PROBLEM IN THE
PROFESSIONALIZATION OF NURSING

Emine ÖNCÜ1

ÖZET

Bilim, yöntem ve içerikten meydana gelir. Bilime dinamiklik kazandıran prob-


lemleri çözümlemekte kullandığı bilimsel yöntemdir. Hızlı değişimlerin yaşandığı
günümüz bilim dünyasında hemşireliğin profesyonelleşmesinde en önemli uğraş-
lar bilgi yükünün arttırılması ile otonomi kazanmadır. Hemşirelerin hemşirelik
problemleri ile başa çıkabilmeleri, daha karmaşık hasta bakım gereksinimlerini
saptayabilmeleri ve uygun bakım verebilmeleri için bilimi ve bilimsel yöntemi ye-
terince anlayarak mesleğe yansıtmaları gerekmektedir. Bilimsel yöntemler ışığında
edinilen bilgi yükü arttıkça ve edinilen bilgiler uygulama alanlarına yansıtıldıkça
mesleki olarak var olma, profesyonelleşme ve beraberinde otonomiden bahsetmek
mümkün olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Bilim, bilimsel yöntem, hemşirelik, profesyonelleşme.

ABSTRACT

Science is composed of method and content. It is the usage scientific method


in solving the problems that gives dynamism to science. In today’s ever-changing
science world, the most important struggles in the professionalization of nursing
are sustaining knowledge and gaining autonomy. Nurses have to internalize science
and scientific method and reflect these inner sights to their professional life in
order to handle their professional problems, to identify more complex patient care
necessities and to provide systematic care. When, in the light of scientific methods,
the knowledge tree grows, acquired knowledge is reflected to the practice fields
then one can talk about a professional autonomy with the gifts of professional
existence and professionalization.
Keywords: Science, scientific method, nursing, professionalization

1  Dr. Öğr. Üyesi Mersin Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi, Halk Sağlığı Hemşireliği
Ana Bilim Dalı, eeoncu@gmail.com
162 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

GIRIŞ

Pythagoras ve Democritus’tan Aristo’ya, Hıristiyanlık Avrupası ve İslam


toplumu düşünürlerinden Descartes’a, Kant’tan Wittgenstein ve Russell’a
dek tüm filozoflar evren, doğa, insan ve top­lumdan oluştuğunu söyleyebi-
leceğimiz dünyayı anlamaya ve açıklamaya çalışmışlardır. Tarihsel gelişim
süresince, öğrenmenin kolay ve basit olduğu dönemden bu yana bilgi ve
bilim zamanla daha karmaşık hale gelmiştir.1,2 Bu bilme serüveni içinde
dünya, son iki yüzyıl boyunca insanlık tarihinin herhangi bir dönemin-
de olduğundan daha hızlı ve daha dramatik bir biçimde de­ğişmiştir. Bili-
min dünyamızın değişme biçimini açıklamakta bize yardımcı olabilmesine
karşılık, bu ilerlemenin kendisi de bir açık­lama gerektirmektedir. Bilimsel
yöntem bilimdeki bu çarpı­cı ilerlemeyi açıklayan nedenlerden biridir.3
Bu makalede hemşireliğin bilimsel bilgiye ulaşmada kullanabileceği
yöntemler ve bu yöntemlerin özellikleri felsefi bir bakış açısıyla ele alına-
caktır.
Hemşirelikte profesyonelleşme ve bilimsel yöntem kullanımı
Hemşirelik, erkek işlerinin daha değerli kabul edildiği ve profesyonel
işlerin erkeklerin egemenliğinde olduğu Viktorya döneminden bu yana,
çoğunlukla kadınların çalıştığı bir alandır. Sosyal alanda, hemşirelerin bas-
kın olan erkek doktorların yardımcısı olarak görülmeleri, profesyonelliğin
temel özelliği olan otonomilerinin gelişimini geciktirmiş ve bilimdeki geliş-
meye karşıt, bilimsel temellere dayalı hemşirelik oldukça yavaş bir gelişim
göstermiştir. Hemşirelik uygulamalarının bilimsel bilgiye dayandırılma-
sının temel koşulu olay ve olgulara sorgulayıcı bir yaklaşım sergileyerek,
bilginin bilimsel yöntem ışığında oluşturulmasıdır. Bilimsel yöntem bakım
sürecinin gerektirdikleri hakkında hemşirelere bilgi ve anlayış kazandır-
maktadır. Bu bilgi ve anlayış ise profesyonelleşme yolunda hemşirelik için
önemli bir temel yapı niteliğindedir.4-6
Bilimsel bilgi edinmede iki aşamalı bir süreçten bahsedilebilir: Olgusal
süreçte betimleme, gözlem, deney ve ölçme yolu ile doğrudan veya dolaylı
olarak algılanabilen nesnel gerçeklik tasvir edilir; kuramsal süreçte ise açıkla-
ma ile olgunun, niçin öyle olduğu gösterilir. Hemşirelikte de bu süreç benzer
şekilde işler: Uygulama ortamlarında verilen bakıma ve bireylerde gözlenen
sonuçlara yönelik araştırılabilir sorular sorulur, hipotezler çıkarılır, var olan
teorilerle problemlere kavramsal bir çerçeve çizilir ve teorileri geliştiren çalış-
malar düzenlenerek, hipotezler bilimsel yöntem ışığında test edilir.5-7
Anlamak, açıklamak, olacakları tahmin etmek, ön­deyide (teori) bulun-
mak ve kontrol etme amacındaki bilimin, amacını gerçekleştirmede kullan-
dığı yönteme “bilimsel yöntem” adı verilir. Bilimsel yöntem, varsayımların
ortaya konulması, sınanması ve pekiştirilmiş varsayımlardan bir yandan
Hemşirelik Çalışmaları 163

yeni öndeyilerin türetilmesi, diğer yandan da yeni olayların açıklanmasını


öngören kurallar dizgesidir.8-10 Çağdaş bilimin başarısı, onun güvenilir ön-
deyilerde bulunma kabiliyetidir. Ancak bu kabiliyet her alanda eşit değil-
dir. Örneğin meteorologların öndeyileri her zaman gerçekleşmeyebilirken,
astro­nomlar gelecekteki güneş tutulmalarının zamanını saniyesi saniyesine
önceden tahmin edebilirler. Kesinlikteki farklılığa rağmen, öndeyinin ama-
cı önceden tahmin ile olayları kontrol etmek; dolayısı ile doğa ve toplum
üzerindeki insan egemenliğini arttırmaktır. Sonuçta bütün öndeyiler deği-
şik varsayımlara dayanmaktadır. Varsayımlara dayalı bir öndeyi (teori) ise
akıl yürütme, tümevarım, tümdengelim veya analoji gibi bilimsel yöntem-
ler aracılığıyla geliştirilebilir.3,11,12
Bilimsel yöntem olarak tümevarım
Bilimin insanları aydınlatma ve geliştirme işlevini öne  çıkaran İngiliz
filozof Francis Bacon’a göre, gerçeğe ulaşmanın yalnız iki yolu vardır:
Bunlardan biri algılarımızı bir yana itip, aradığımız doğruları tümdengelim
ile elde edeceğimiz doğruluğu açık varsayımları bulmaktır. İkincisi
ise olguların tek tek gözleminden başlayıp genellemelere gitmek, bu
genellemelerden daha genel olan varsayımlara ulaşmaktır.
Bizi geleceğin de geçmiş gibi olmasını beklemeye sevkeden şey tüme-
varımdır. Basit tümevarımla akıl yürütmenin amacı, güvenebileceğimiz
dünya hakkında inançlar edinebilmek için kanıtlanmış düzenli örnekler
bulmaktır. Tümevarım bize belli başlı düzenli tekrarların ne oldukların-
dan emin olana kadar derin ve soyut açıklamalar aramamayı, bunun yeri-
ne önce verilerdeki düzenli tekrarlara bakmak gerektiğini söyler.13 Şimdiye
kadar deneyimimde gündüz hep geceyi takip etti, buradan bunun gelecekte
de böyle olacağını varsayarım. Yağmur yağdığında ıslandığımı birçok kez
gözlemledim; geleceğin de geçmiş gibi olabileceğini öngörüp yağmurda
durmaktan sakınırım. Çevremizle olan ilişki ve etkileşimimiz tümevarım
ilkesi olmadığında bütünüyle karmaşık hal alır. Geleceğin geçmiş gibi ol-
mayacağını varsayarsak hiçbir temel dayanağımız olmaz. Yiyeceğimiz ek-
meğin besleyeceğini mi, yoksa zehirleyeceğini mi bilmeyiz; attığımız her
adımda ayağımızın altındaki toprağın bizi destekleyeceğini mi, boşluğa mı
açılacağını bilmemiz söz konusu olamaz. Çevremizde gördüğümüz her tür-
lü düzenlilik kuşkuya açık hale gelir.14 Bilimsel yöntemin özünde tümevarı-
mı bulan ve doğayla ilgili her türlü araştırmanın deneyim ve deneye dayalı
olması gerektiğini savunan empirik eğilimli düşünür­lere göre bu yöntemin
işleyişi şöyledir: Dikkatli ve sistematik gözlem (ya da deney) yoluyla olgu-
ların toplanması ve kaydedilmesi, sınıflandırılarak çözümlenmesi, bilinen
diğer olgularla karşılaştırılması, yorumlanması; olgulardan genellemelere
ulaşılarak bu genellemelerin yeni gözlem veya deney sonuçları ile karşı­
laştırılıp doğrulanmasıdır.7 Benzer sistematik üzerinden işleyen hemşire-
likte teorik bilginin uygulamaya aktarılmasında -teorik, uygulama ve araş-
164 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

tırma- temel yapıları arasındaki döngüsel süreçte uygulama ortamlarında


sorular sorulur, hipotezler geliştirilir. Teori problemin kavramsallaştırıl-
masını sağlarken araştırılabilir soruları ortaya çıkarır. Araştırmalar teoriler
geliştiren çalışmaları düzenler, uygulayıcılar ise bu teorileri test eder. Teori,
araştırma için bir çatı oluştururken, uygulama da teoriye uygun ortam sağ-
lar. Araştırmalar hemşireliğin teori ve pratiğini birleştirmeye yardım eder.
Teorik ve uygulama hemşirelik bilgisini oluşturma ve yaymada temel un-
surlardır.15 Tümevarım, bir sınıfı oluşturan tek tek nesne veya olguların
gözleminden hareket ederek, o sınıfın tümüne ilişkin bir genelleme çıkar-
maya yarar. Nedenler ve sonuçlarıyla ilişkili inançlarımızın ana kaynakla-
rından birisi olmasına rağmen tümevarımın hatırda tutulması gereken ve
yöntemin zayıf yönünü oluşturan durum, belli türde şeylerin hepsiyle ilgili
tek tek deneyimlerin, gözlemlerin tümünün mümkün olmadığıdır.7,13,16,17
Empirist düşünürler 14.yüzyıldan başlayarak kilise öğretileri ve
Aristoteles’in doğa felsefesine inanmamak gerektiğini ifade ederken, bir
sorunun çözümünün yalnızca düşünerek bulunamayacağını, bilimsel bil-
gide rasyonalite ve ampirizmin esas alınması gerektiğini savundular.17 Em-
pirizmin en önemli temsilcilerinden İngiliz filozof Locke (1632-1704)'a
göre zihinde doğuştan hiçbir düşünce bulunmamaktadır. Locke, bilgilerin
deneyden ve alışkanlıklardan geldiğini savunur. Locke’a göre “insan zihni
dünyaya boş bir levha (tabülarassa) olarak gelir.” ve deneyler zaman içinde
bu boş levhayı doldurur. Locke’a göre bütün bilgi ve düşüncelerimiz dış
deney ve iç deneyden gelir. Dış deney, dış dünyayı duyularla tanımamızı
sağlarken, iç deney zihnin çeşitli işlemlerini bize bildirir. Dışarıdan gelen
duyular aracılığıyla zihin kendiliğinden işlemeye başlar. Pasif iken aktif
hâle gelerek algılamak, bilmek, sınıflamak, düşünmek, şüphe etmek gibi et-
kinlikler ortaya çıkar. Felsefede de kaynağı deney olan bilgilere a posteriori
(deney sonrası) bilgiler denir. Locke’a göre her türlü bilgi a posterioridir.
David Hume (1711-1776), Locke’un iç ve dış deney düşüncesini reddeder,
bütün bilgilerimizin yalnız dış deneyden geldiğini savunur. Hume zihni-
mizde bulunanları, izlenimler ve fikirler (düşünceler) olarak ikiye ayırır:
İzlenimler canlı duyumlar olarak, görürken, işitirken, severken ya da nefret
ederken hissettiklerimizdir. Fikirler ise izlenimlerin, duyumların canlılığını
kaybetmiş kopyalarıdır. Immanual Kant (1724- 1804) bilginin doğuştan ge-
tirildiği akılcı yaklaşım ile deney ve gözlemden edinildiğini savunan deneyci
yaklaşımları sentezler. Kant’a göre “Bilgimiz deneyle başlar ama deneyden
doğmaz.” Bilginin meydana gelebilmesi için deney kadar zihne de ihtiyaç
vardır. Görü olmadan kavramlar boş, kavramlar olmadan görüler kördür.
Bilginin hammaddesi duyular aracılığı ile gelir. Bu hammadde zihnin a pri-
ori yani deneyden gelmeyen kategorileri içine girer. Bu kategorilerde form
olarak akıl ilkeleri ile işlenir ve böylece bilgi meydana gelir. İşte biz nesneleri,
olayları, dünyayı her insanda ortak olan bu kategorilere göre biliriz.18
Hemşirelik Çalışmaları 165

Tümevarımla gelinen sonuç gözlem yoluyla sağlanan kanıt veya belge-


lere dayalı olmakla birlikte onları aşan ve henüz gözlemi yapılmamış nes-
ne veya olguları da kap­samına alan bir genellemedir, n sayısında gözlemin
doğruladığı bir yargıyı n+1 gözleminin de doğ­rulayacağı kesinlikle söyle-
nemez. Bu nedenle, tümevarımın bizi asla kesin ve tam güvenilir bir yargı-
ya ulaştıracağını bekleyemeyiz.3,7,14
Gözlemlediğimiz varlıkların veya olayların sayısı zorunlu olarak sınırlı
olduğundan doğa bilimlerinin sonuçlarının kesin olduğunu söylememiz
mümkün değildir: Onlar gözlemlediğimiz olay veya varlıkların sayısı ora-
nında, kesin sonuçlardır. Bu durumda gözlem sayısı arttık­ça varılan sonu-
cun kesinliğinin artacağı söylenemez. Bundan hareketle Karl Popper bilim-
sel bilginin olasılık düzeyin­de olsa bile hiç bir zaman doğrulanamayacağını
söyler. Ona göre bilimsel bilginin özelliği yanlışlanabilir olmasındadır. Bir
bilgi sürekli sınandıktan sonra, çürütülememiş ise o bilgi şimdilik doğru
kabul edilir.14
Bilimsel yöntem olarak tümdengelim
Bilimsel bilgi edinmede hemşirelerin kullanabileceği diğer bir yöntem
tümdengelim yöntemidir. Modern çağlarda, bilgile­rimizde mutlak kesinlik
arayan düşünürler, matematiğin ispat yöntemi olan tümdengelimi bütün
bilimler için en sağlam ve tek geçerli bilgi edinme yolu olarak görmüşlerdir.7
Tümdengelim, belli bir sonucun bir öncüller grubundan mantıksal olarak
çık­tığı bir akıl yürütme işlemidir ve herhangi bir sınıftaki üyelerin ortak
özellikler sergilediğini iddia eder.3,12
Kalp yetmezliği olan hastaların tümünde hipoksi, nefes darlığı ve
periferial ödem, akciğerlerde raller vardır. Ayşe Hanım, 58 yaşında, kalp
yetmezliği tanısı ile kardiyoloji ünitesine kabul edilmiştir. Hemşire olarak
Ayşe Hanım’da hipoksi, nefes darlığı ve ödem olacağını tahmin edebilirsiniz.
Yukarıdaki örneklerde öncüllerden sonuçlara gidilmiştir. Bu nedenle geçerli
tümdengelimli kanıtlar vardır. Öncülde ima edilmeyen herhangi bir bilgi
sonuçta yoktur. Hemşirelik literatüründe öncül ve sonuçların oluşturduğu
iddialar genellikle -öncül ve sonuç- sırayla yerleştirilir. Ancak, uygulamada
sonuç başta, sonda ya da ortada bulunabilir. Bu durumda öncül ve sonucu
anlamada, öncül ya da sonucu gösteren belirli kelimelere bakılabilir.
Genellikle öncülün önünde “beri, için ve çünkü”; bir sonuç öncesinde ise
“bu nedenle, dolayısıyla, bu yüzden” ifadeleri yer alabilir. Bir tümdengelim
iddiasının geçerliliğinde eğer öncül doğruysa, sonucun da doğru olması
gerekir ve öncüllerin desteklediği sonuçların da var olup olmadığı
değerlendirilmelidir. Aşağıda yer alan iddiayı inceleyelim: “Birincil öncül,
tüm istismar mağdurlarının benlik saygısı düşüktür. İkincil öncül, X'in
benlik saygısı düşüktür. Sonuç, bu nedenle X, istismar mağdurudur”. X'in
istismar mağduru olduğu doğru ya da yanlış olabilir. Örnekte, öncüllerde
X'in istismar mağduru olduğuna dair herhangi bir destekleyici kanıt
166 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

mevcut değildir. Dolayısıyla bu geçerli bir iddia değildir. Ankara’nın


Çankaya bölgesinde bebeklerle babalar arasındaki ilişkiyi değerlendiren bir
çalışmanın yapılmak istendiğini düşünelim. Baba- bebek çifti çalışmasına
dayanılarak şöyle bir iddia düzenlenebilir: Birincil öncül: Çalışmaya katılan
her baba doğumdan sonraki iki hafta içinde güçlü bir sevgi bağı geliştirdi.
Sonuç: Tüm yeni babalar doğumdan sonra iki hafta içinde yenidoğan ile
güçlü sevgi bağı geliştirir. İddiayı incelediğimizde çalışmanın sınırlı bir
bölgede, sınırlı sayıda ve sınırlı sürede gerçekleştirildiği ve sonuçların sınırlı
bir bölgede, sınırlı sosyoekonomik gruplar için geçerli olduğu söylenebilir.
Bu çalışmada bir sınıftan yola çıkılarak tüm sınıfı aşan bir genelleme
hatasına düşmemek gerekir.12
Gerek tümevarım, gerek tümdengelim üzerinde sürdürülen irdeleme-
lerde yöntem bakımından pragmatik bir tutum sergilendiği görülmektedir.
Her iki düşünme biçiminin bilimsel anlamda uzlaşımı ilk kez Aristoteles ile
yapılmış olsa da I7’nci yüzyılda fizik ve astrono­mideki büyük gelişmelere
koşut olarak «hipotetik -dedüktif» adı altında yeni bir yöntem ile tüme-
varım ve tümdengelimin birleştirildiği görülmektedir. Hipotetik- dedüktif
yöntem iki noktaya dayanmaktadır: Tümdengelimsel mantığı gerektiren
hipotez ve teoriden test edilebilir sonuçlar çıkarma ve çıkarılan sonuçları
gözlem verileri ile karşılaştırarak tümevarımsal mantığı işletmektir.7
Bilimsel yöntem olarak analoji
Tümdengelim ve tümevarım dışında üçüncü bir düşünme biçimi analo-
jidir. İki şeyin bazı yönlerden bilinen benzerliğine bakarak aralarında başka
yönlerden de benzerlik olabileceği sonucunu çıkarmak analojiye dayanan
bir çıkarımdır. İki a ve b gibi nesnenin, p, q, r... gibi birtakım ortak özel­
likleri vardır. Ayrıca a’nın x gibi başka bir özelliği daha saptanmıştır. Bun-
dan b’nin de aynı özelliğe sahip olduğu söylenebilir, Örneğin Mars dünya-
mız gi­bi güneş sisteminde bir gezegendir. İkisi de hem güneş, hem de kendi
eksen­leri çevresinde dönmektedir. İkisinde de su vardır. Dünyada ayrıca
canlıların olduğunu biliyoruz. O halde, Mars’da da canlıların olduğu bek-
lenebilir. Anolojiye dayanan çıkarımın gücü, iki şey arasındaki benzerlik
veya ortak özelliklerle sadece birisinde gözlenmiş olan özellik arasındaki
ilişkinin niteliğine bağlıdır. Bu ilişki değişmez veya değiş­meze yakın bir
nitelikte ise, çıkarılan sonuç da kesin veya kesinliğe yakın bir güç kazanır.
İlişki zayıfsa veya sadece bazı hallerde var, diğer hallerde yoksa o zaman
çıkarılan sonuç da zayıf demektir.7
Bilimsel yöntemin gözlem ve deney işlemleri, problem tanılama, hipo-
tez kurma, mantıksal yargılama, öndeyiler çıkarma ve bunları test etme,
sonuçları değerlendirme gibi çeşitli düşünme eylemlerini gerektiren kar-
maşık bir yapısı vardır.7 Sağlık bakım ortamlarında hizmet veren hemşi-
reler de benzer bir süreci işleterek bilimsel problem çözme yöntemi olarak
hemşirelik sürecini kullanıp bakımı analiz eder, planlamalar yapar, uygular,
değerlendirir ve verdiği kararların sorumluluğunu üstlenirler.
Hemşirelik Çalışmaları 167

Bilimsel yöntemin temel ilkeleri


Hemşireliğin bilgi özü hemşirelik bilimini oluşturur. Bilim yalnız bir doğ-
ruyu bil­mek değil, onun doğruluğunun güvenilir yöntemlerle saptanmış ol-
duğunu bilmektir. Bir olguyu yalnız deneylerle kanıtlamak de­ğil, onu sistemli
bir yöntemle, olası yanılgıların ortaya çıkarılma­sını sağlayacak bir biçimde
diğer doğrularla birleştirmektir. O halde bu işlevi gerçekleştirecek bilimsel
yöntemin özellikleri neler olmalıdır?19. Felsefenin temel sorularından biri,
bilginin kaynağı ve aracının ne olduğu sorusudur. Bu soru bizi bilginin kay-
nağı olarak önceliği neye vereceğimiz konusu üzerinde düşünmeye götürür.
Duyu ve deney mi, akıl mı, sezgi mi? Neyi bilebiliriz? Bilgimizin sınırları var
mıdır? Duyularımızla algıladıklarımız dışında bir şey bilebilir miyiz? Bu ve
benzeri sorulara birbirinden farklı yanıtlar verebiliriz. Kimi filozoflar da bil-
gilerimizi deney alanıyla sınırlarken, kimi filozoflar bilgi etkinliğini akılsal
bir etkinlik olarak görüp sınır koymaktan kaçınmışlardır.20
Rasyonalistlere göre akıl doğru bilginin kaynağı ve ölçütüdür. Nesneler
ve olaylar arasında ilişkiler kuran ve bunlardan soyutlama ve genelleme ile
kavramlar yaratan yeti akıldır. Rasyonalistlere göre bilme ve doğruyu ayırma
yetisi, doğuştan gelir ve bilgiyi beraberinde getirir Bir düşünce ya da fiil, bi-
limsel olma özelliğini, akla yatan (makul) bir şey olmaktan alır. Ancak kimi
insana makul gelen bir şey, kimisine makul gelmeyebilir; hatta ilk anda ma-
kul gibi görünen bir durum, daha derinlemesine bir araştırma yapıldığın-
da makul olmadığı anlaşılabilir. Bu durum, metodik kuşkuculuğun bilimsel
yöntemin temel unsurlarından biri olarak kabul edilmesine neden olur.11,21
Bir bilim insanı, duyduğu, bildiği veya yeni öğrendiği bir şeyi önce kuş-
kuyla karşılayacak ve onun doğruluğu konusunda kanıt arayacaktır. Yön-
temsel kuşkuculuk en alt basamaktan başlayarak kuşku duyulması mümkün
olan her şeyden kasıtlı olarak kuşku duyulmasına dayanır. Bu kuşkudan ge-
riye kalanlar mutlak kesinlik anlamında bilinenler olacaktır. Kuşkuculuk ise
beraberinde eleştiriyi getirir.11,21 Bilim eleştiricidir. Bilim, ne denli akla uygun
görünürse görünsün, her sav ya da teori karşısında, hatta bu sav veya teori
yerleşmiş, herkesçe kabul edilmiş olsa bile, eleştirici tutumu elden bırakmaz.
Bilim bu tutumunu yalnız bilim dışı görüşlere karşı değil, kendi içinde de
sürdürür. Bilimde her teori veya görüş olgular tarafından desteklendiği sü-
rece ‘doğru’ kabul edilir. Yeni bazı olguları açıklama gücünü gösteremeyen,
ya da bazı gözlem verilerinin doğrulamadığı bir teori daha önceki durumu-
na bakılmaksızın eleştirilir. Örneğin Newton’un yerçekimi hipotezi 200 yıl
boyunca bir doğa yasası olarak kabul edildiği halde, geçen yüzyılın sonları-
na doğru bazı olguları açıklamada yetersizliği görülünce, eleştiriye uğramış,
daha sonra daha güçlü olan Einstein teorisine yerini bırakmak zorunda kal-
mıştır. Dolayısıyla bilimde hiç bir ‘doğru’ değişmez değildir.21
Bilim­sel bilgiyi üreten insandır. Ama bu bilginin özelliği, insandan ba-
ğımsız veya bütün insanlar için ortak olan nesnel bir alana ait ol­masıdır. Bi-
limin nesnelliği, konusunun nesnelliğinin bir sonucu­dur. Bilim nesnelliği
168 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

istese de nesneliğin her zaman %100 olabilirliğinden bahsetmek mümkün


değildir. Çünkü insanoğlu bir fotoğraf makinesi değildir; bütün algılarımız
bazı varsayım ve kavramlar çerçevesinde oluşmaktadır. Günlük yaşamda
olduğu gibi bilimde de çevremizde olup biten her şeyi değil, ancak bazı
şeyleri algılar veya gözleriz. Yaşama veya araştırma amacımıza göre bir seç-
meye gitmek, ancak konumuza ilişkin olgularla ilgilenmek bizim için hem
doğal, hem de bir zorunluluktur. Dolayısıyla, bilimde nesnellik mutlak de-
ğildir, sınırlı ve özel anlamda yorumlamayı gerektirir. 14,22

SONUÇ

Bilimsel yöntem, olguları betimleme ve açıklama amacıyla izlenen sis-


temli bilgi edinme yoludur. Tümdengelim, tümevarım ve analoji başlıca
bilimsel yöntemlerdir. Tümevarım tek tek önermelerden genellemelere gi-
dişi ifade ederken, tümdengelim genelden özele, tümelden tikele gidiştir.
Kullanılabilecek veri kaynaklarının sınırlı olduğu durumlarda ise iki şey
arasındaki benzerlikten yola çıkılarak analojiden faydalanılır. Bilimde 19.
ve 20. yüzyıllarda sağlanan üstün başarı, bilime olan ilgiyi büyük ölçüde
arttırmış; bu ilgi, düşünen kişileri neyin bilim olduğu, neyin bilim olma-
dığı konusunda bir takım ölçütler aramaya götürmüştür. Gerçeği öğrenme
yöntemi olarak bilim akılcı olmalıdır. Doğruyu bulma çabası içinde olaylar,
kişisel eğilim ve önyargıların etkisinde kalmadan, olduğu gibi yansıtılmalı-
dır. Kuşku duyulması mümkün olan her şeyden kasıtlı olarak kuşku duyul-
masını gerektiren bilimsel yöntem eleştiriye açık olmalıdır. Eleştiri, bilime
kendi kendini yenileme ve geliştirme olanağı verir.  Hemşirelikte ise bilgi
edinmede bilimsel yöntemin kullanılması, uygulama alanlarında hemşire-
leri tecrübelere, deneyimlere dayalı kararlardan kanıta dayalı karar verme
sürecine taşıyacak ve kendi bilgisini üreten hemşirelik, bu bilginin kullanı-
mı konusunda daha fazla sorumluluk alacaktır.

KAYNAKLAR

1. Örs Y. Yöntem bilgisi açısından felsefe bilimsel felsefenin ışığında. 2.Baskı, Anka-
ra: İmge Kitabevi Yayınları, 2007:69-75.
2. Heimar FM. New frontiers for nursing and health care informatics. Internatio-
nal Journal of Medical Informatics 2005;74:695-704.
3. Westacott HC. Felsefe aracılığı ile düşünme. 1.Baskı, Ankara: Phoenix Yayınevi,
2001:107-134.
4. Chrıstıne AW. Current factors contributing to professionalism in nursing. Jour-
nal of Professional Nursing 2003;19(5):251-261.
5. Karagözoğlu Ş. Hemşirelikte bireysel ve profesyonel özerklik. Hemşirelikte
Araştırma Geliştirme Dergisi 2008;(3):41-50.
Hemşirelik Çalışmaları 169

6. Uçan Ö., Taşcı, S., Ovayolu N. Eleştirel düşünme ve hemşirelik. Fırat Sağlık
Hizmetleri Dergisi 2008;3(7):17-27.
7. Yıldırım C. Bilim felsefesi. 12. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2008:56-81.
8. Yazıcı S. Felsefeye giriş. 1. Basım, İstanbul: Alfa Basım Yayım ve Dağıtım,
1999:63-67.
9. Çüçen K. Felsefeye giriş. 5. Basım, Bursa: Asa Kitabevi, 2008:176-182.
10. Cevizci A. Felsefe ansiklopedisi (Cilt 2). 1.Baskı, İstanbul: Etik Yayınları,
2004:570-575.
11. Bolay SH. Felsefeye giriş. 1.Baskı, Ankara: Akçağ Yayınları, 2004:102.
12. Bishop SM., Hardin SR. Evolation of nursing theories içinde nursing theorists
and their work. 7. Ed., ABD: Mosby Elseiver, 2006:25-33.
13. Morton A. Pratikte felsefe. 3. Baskı, İstanbul: Kesit Yayınları, 2006:152-168.
14. Arslan A. Felsefeye giriş. 10. Baskı, Ankara: Adres Yayınları, 2007:56-79.
15. Karagözoğlu Ş. Bilim, Bilimsel Araştırma Süreci ve Hemşirelik. Hacettepe
Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, 2006; 64-71.
16. Gaarder J. Sofi’nin Dünyası.4.Baskı, İstanbul: Pan Yayıncılık, 1996:229-230.
17. Soccio DJ. Felsefeye giriş hikmetin yapıtaşları. 1. Basım, İstanbul: Kaktüs Ya-
yınları, 2010:507.
18. Topakkaya A. “Liseler için felsefe ders kitabı”, MEB, Ankara: 2010.
19. Selsam H. Bilimin anlamı din bilim ve felsefe. 2. Baskı, İstanbul: Morpa Kültür
Yayınları, 2004:104.
20. Epistemoloji Konuları - Bilgi Felsefesi - Kuşkuculuk – Sofistler (İnternet).
Ulaşım adresi: http://www.islamicafe.com/forum/psikoloji-sosyoloji-fel-
sefe/65170-epistemoloji-konulari-bilgi-felsefesi-kuskucukuk-sofistler/,
(Ulaşım tarihi:06.12.2010).
21. Ertürk R. Modern ve postmodern düşüncelerde bilim. Felsefe Dünyası
2004;40:65-76.
22. Bilim Felsefesi (İnternet). Ulaşım adresi: http://webcache.googleusercontent.
com/search?q=cache:maf-jmmakgyj:www.1bilgi.com/felsefe/13397/bi-
lim-felsefesi-3-evami.html+felsefi+objektiflik&cd=4&hl=tr&ct=clnk&g-
l=tr
Hemşirelik Çalışmaları 171

MEKANİK VENTİLATÖRE BAĞLI HASTALARIN SEMPTOM


KONTROLÜNDE TAMAMLAYICI VE BÜTÜNLEŞİK
TEDAVİLERİN KULLANIMI
USE OF COMPLEMENTARY AND INTEGRATED
TREATMENTS IN SYMPTOM CONTROL OF PATIENTS
CONNECTED TO MECHANICAL VENTILATOR

Sibel ŞENTÜRK1, Derya BIÇAK2

ÖZET

Mekanik ventilasyon uygulanan hastalarda hareket ve vücut duruşundaki kı-


sıtlılık, yoğun bakım ünitesinin (YBÜ) ortamından kaynaklı ses ve ışık gibi uya-
ran fazlalığının olması, normal bio-ritmin bozulmasının yanında ayrıca çeşitli
girişimler nedeniyle ağrı, anksiyete, huzursuzluk, ajitasyon, uyku ve oryantasyon
bozuklukları gibi YBÜ sendromuna neden olan semptomlar ortaya çıkabilmekte-
dir. Sağlık bakım profesyonelleri bu semptomları önlemek için analjezik ve sedatif
uygulamalarında bulunmaktadır. Ancak uzun süreli ilaç kullanımının hem maliyet
hem de komplikasyonları arttırması nedeniyle, tamamlayıcı ve bütünleşik tedavi-
lerin yoğun bakım hastalarının semptomlarını azaltmada kullanılması düşüncesi
günümüzde artmaya başlamıştır. Ağrı ve anksiyeteyi azaltmada; terapötik ortam
düzenlemeleri, müzik terapi, hayal etme, yanında bulunma, terapötik dokunma,
hayvan destekli terapi ve iletişim; uykuyu düzenlemek içinde progresif kas gevşet-
me, masaj, aromaterapi, ayak banyosu ve akupresör gibi tamamlayıcı ve bütünleşik
tedavi yöntemleri kullanılmaktadır. Yapılan çalışmalarda 30 dk boyunca müzik
dinletme, 10 ila 30 dk boyunca hastanın tanıdığı kişilerin resimlerinin gösterilme-
si, rahatlatıcı yer ya da ortamın düşündürülmesi, hastanın yanında bulunulduğu-
nun hissettirilmesi gibi tamamlayıcı ve bütünleşik tedavilerin hastaların ajitasyon
ve anksiyetesini azalttığı, strese bağlı taşikardinin ve hiperventilasyonun düzeldiği
ve uyku düzeninde iyileşme olmasıyla hastanın daha rahat koopere ve ekstübas-
yona hazırlıkta daha uyumlu olduğu ifade edilmektedir. Mekanik ventilasyonda-
ki hastaların semptom kontrolünde non–farmakolojik yöntemlerin farmakolojik
yöntemlerle beraber kullanılması, geniş popülasyonları ele alan bu konu ile ilgili
araştırmaların yapılması ve bu yöntemle ilgili sağlık bakım profesyonellerinin bi-
linçlendirilmesi gerekmektedir.
Anahtar Kelimeler: Yoğun Bakım Ünitesi, Mekanik Ventilasyon, Tamamlayıcı
ve Bütünleşik Tedaviler.

1  Dr. Öğr. Üyesi. Sibel ŞENTÜRK, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Bucak Sağlık
Yüksekokulu, sibelsenturk@mehmetakif.edu.tr
2  Arş. Gör. Derya BIÇAK, İstanbul Üniversitesi Florence Nightingale Hemşirelik
Fakültesi, dsb_9@hotmail.com
172 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ABSTRACT

In mechanically ventilated patients, limitation of movement and body posture,


excessive stimulation such as sound and light originating from the intensive care
unit (ICU) environment, normal bio-rhythm impairment, and pain, anxiety,
restlessness, agitation, sleep and orientation disorders due to various interventions
symptoms may be observed in critical care syndrome. Health care professionals
implement analgesic and sedative practices to prevent these symptoms. However,
since long-term drug use increases both costs and complications, the use of
complementary and integrated therapies to reduce the symptoms of ICU patients
has begun to increase in today. To reducing pain and anxiety complementary
and integrated therapies are used such as therapeutic environment settings,
music therapy, imagination, presence, therapeutic touch, animal-assisted therapy
and communication, progressive muscle relaxation to regulate sleep, massage,
aromatherapy, foot baths and acupressure. Studies prove that complementary and
integrated therapies such as listening to music for 30 minutes, displaying pictures
of the patients for 10 to 30 minutes, showing the comforting place or environment,
having the patient feel the presence of the company help to reduce the agitation
and anxiety of the patients, restoring the stressed tachycardia and hyperventilation
and they become more comfortable in preparation for extubation. The use of
non-pharmacological methods with pharmacological methods for the symptom
control of patients with mechanical ventilation needs to be investigated, further
studies have to be carried out and the health care professionals should be aware of
this issue, which deals with large populations.
Keywords: Intensive Care Unit, Mechanical Ventilation, Complementary and
Integrated Treatments.

GİRİŞ

Mekanik ventilasyon, herhangi bir nedenle yaşamsal bir fonksiyon olan


solunum işlevinin, hastanın kendi solunumunu yapabileceği döneme kadar
yapay olarak bir ventilatör cihazının yardımı ile sürdürülmesidir. Günü-
müzde mekanik ventilasyon yoğun bakım ünitelerinde hastanın gaz deği-
şimini sürdürmek, solunum yükünü hafifletmek, akciğer ekspansiyonunu
sağlamak, kas relaksasyonunu, anestezi ve sedasyonu kolaylaştırmak, tora-
sik duvarı stabilize etmek, kafa içi basıncı azaltmak, sistemik ya da myo-
kardial oksijen tüketimini azaltmak amacıyla uygulanmaktadır (Dikmen,
2012; Çelik, 2014). Solunum sıkıntısı, hipoksemi ve mekanik ventilasyon
tedavisine yanıt olarak hastalarda anksiyete, nefes darlığı, konfüzyon, aji-
tasyon, iletişim sorunları, izolasyon ve yalnızlık, uyku bozuklukları ve ağrı
gibi sıkıntı yaratan semptomlara neden olabilmektedir. Bu semptomlar
çeşitli nedenlerle ortaya çıkabilmektedir. Örneğin, invaziv işlemler, hasta-
daki tüpler, endotrakeal aspirasyon ve yeniden konumlandırma gibi rutin
Hemşirelik Çalışmaları 173

bakımlar, altta yatan fizyolojik koşullar nedeniyle ağrı, huzursuzluk ve ne-


fes darlığına; anksiyete ve ajitasyon nedeniyle korku, şiddetli ağrı, iletişim
kurmada zorluk veya uyku problemlerinin yaşanmasına neden olmakta-
dır (Nelson et al. 2004; Costa & Chiarandini & Della Rocco, 2006; Pun &
Dunn, 2007).
Yoğun bakımda görevli olan sağlık bakım profesyonelleri, bu semptom-
ları iyileştirmek ve hastaların nefes almalarını kolaylaştırmak için analjezik
ve sedatif uygulamalarında bulunmaktadır. Ancak uzun süreli ilaç kullanı-
mının hem maliyet hem de komplikasyonları arttırması nedeniyle, tamam-
layıcı ve bütünleşik tedavilerin yoğun bakım hastalarının semptomlarını
azaltmada kullanılması düşüncesi günümüzde artmaya başlamıştır (Jacobi
et al. 2002; Hynes- Gay et al. 2003; Pun & Dunn, 2007). Yapılan çalışmalar-
da 30 dk boyunca müzik dinletme, 10 ila 30 dk boyunca hastanın tanıdığı
kişilerin resimlerinin gösterilmesi, rahatlatıcı yer ya da ortamın düşündü-
rülmesi, hastanın yanında bulunulduğunun hissettirilmesi, 10 dk boyun-
ca ayak banyosunun yaptırılması ve vücudun belli bölgelerine akupresör
uygulaması gibi tamamlayıcı ve bütünleşik tedavilerin hastaların ajitasyon
ve anksiyetesini azalttığı, strese bağlı taşikardinin ve hiperventilasyonun
düzeldiği ve uyku düzeninde iyileşme olmasıyla hastanın daha rahat ko-
opere ve ekstübasyona hazırlıkta daha uyumlu olduğu ifade edilmektedir
(Khorshid & Akın, 2007; Otuzoğlu, 2010; Namba, 2012; Bagheri-Nesami et
al. 2015; Turan, 2015).
Bu derlemede, yoğun bakımda mekanik ventilatöre bağlı hastaların
semptom kontrolünde kullanılan tamamlayıcı ve bütünleşik tedaviler lite-
ratür ışığında tartışılmıştır.

Tamamlayıcı ve Bütünleşik Tedavilere Genel Bakış


Tamamlayıcı ve bütünleşik tedavi uygulamalarının kökeni Eski Çin ve
Ayurvedik tıp uygulamalarına dayanmakta olup bitkilerle tedavi yöntem-
leri geleneksel uygulamalar olarak tıbbın bir parçası şeklinde görülmüştür.
Yüzyıllarca farklı tamamlayıcı ve bütünleşik terapiler uygulanmış olsa da
1990’lı yıllarda Amerikan halkı tarafından tamamlayıcı ve bütünleşik te-
davilerin kullanımı belirgin şekilde artmıştır (Eisenberg, 1993; Eisenberg,
1998). Ulusal Sağlık Enstitüleri tamamlayıcı tedavilerin kullanımındaki
artış ve ilgiye yanıt olarak 1992’de ilk Alternatif Tıp Ofisi’ni kurmuştur.
Tüm dünyada uygulamaların bilinçsiz bir şekilde artış göstermesi nedeniy-
le 1998 yılında Ulusal Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Merkezi (NCCAM)
kurulmuştur. Bu merkezin amacı; tamamlayıcı terapi yöntemlerinin etkin
olup olmadığını belirlemek ve etkili olduğu yapılmış çalışmalarla kanıtlan-
mış olan terapilerin geleneksel uygulamalara dahil edilmesini sağlamak-
tır ( Barnes & Bloom & Nahin, 2008). Ulusal Tamamlayıcı ve Alternatif
174 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Tıp Merkezi tamamlayıcı ve bütünleşik tedavi yöntemlerini zihin-beden


uygulamaları, alternatif tıp uygulamaları, biyolojiye dayalı tedaviler, ma-
nipülatif ve bedene dayalı uygulamalar ve enerji terapileri (biyoalan ve
biyoelektromanyetik) olarak beş başlıkta gruplandırmıştır. Daha sonra ise
doğal ürünler (bitkiler, vitamin ve mineraller, prebiyotikler), zihin ve vücut
uygulamaları (yoga, kriyopraktik, meditasyon, masaj, akupunktur, relak-
sasyon terapi, tai chi, hipnoterapi) ve diğer tamamlayıcı sağlık yaklaşımları
(Ayurveda tıbbı, geleneksel Çin tıbbı, homeopati ve naturopati) olarak üç
grupta sınıflandırmıştır (NIH, 2018). Ülkemizde ise Sağlık Hizmetleri Ge-
nel Müdürlüğü’nce 27 Ekim 2014 tarihinde akupunktur, apiterapi, fitote-
rapi, hipnoz, sülük tedavisi, kupa terapisi, homeopati gibi konuları içeren
‘Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği’ 29158 sayılı
Resmi Gazetede yayımlanmış ve yürürlüğe girmiştir (Resmi Gazete, 2014).
Tamamlayıcı ve bütünleşik uygulamalar 2000’li yıllarda nispeten sabit
kalmış, ilerleyen yıllarda ise solunum egzersizleri, meditasyon, masaj
terapisi, yoga ve akupunktur gibi terapilerin kullanımında belirgin şekilde
artış görülmeye başlanmıştır. Tamamlayıcı ve bütünleşik uygulamalarda artış
yaşanmasındaki sebepler ise beklenen yaşam süresinin artması ile birlikte,
kronik hastalıklarla ilgili tedavi süresinin ve bakım maliyetlerinin artması,
teknolojik imkanlara ulaşımın zorluğu, sağlık bakım profesyonellerinin
tedavi ve bakım yükü nedeniyle hastalarla yeteri kadar ilgilenememesi,
teknolojik gelişmelerin hastalıkların iyileşmesine sağlayacağı olası yarar
ve zarar hakkındaki bilinmezlikler şeklinde sıralanmaktadır ( Stasio, 2008;
Ruparel & Lockwood, 2011).

Mekanik Ventilatöre Bağlı Olan Hastalarda Tamamlayıcı ve


Bütünleşik Tedavilerin Kullanımı
Mekanik ventilasyon ile tedavi edilen yoğun bakım hastaları, fizyolojik
durum, terapötik girişimler ve yoğun bakım ortamındaki birçok stresöre
maruz kalmaktadırlar (Thomas, 2003; Hofhuits et al. 2008). Sağlık
bakım profesyonelleri, holistik bir bakış açısı sunarak sağlık sorunlarının
önlenmesi, hafifletilmesi ve semptomların yönetimine odaklanmaktadırlar
(Snyder & Lindquist, 2006). Tamamlayıcı ve bütünleşik uygulamalar
mekanik ventilatöre bağlı olan hastalarda semptomları yönetme ve
bütüncül olarak iyileştirmeyi desteklemede sağlık bakım profesyonellerine
kullanabilecekleri yardımcı araçlar sağlamaktadır. Hasta, hasta aileleri ve/
veya personel, semptom yönetimini iyileştirmek veya tedavilerin etkinliğini
arttırmak için konvansiyonel tedaviye ek olarak, giderek artan bir şekilde
tamamlayıcı tedavilere yönelebilmektedirler. Mekanik ventilatöre bağlı olan
hastalar, tamamlayıcı ve bütünleşik uygulamalar için ideal bir popülasyon
olabilmelerine rağmen, sağlık bakım profesyonelleri yoğun bakım
ünitesinde zaman ve bilgi eksikliği, kaynak yetersizliği ve hekim onayı gibi
engellerin bulunduğunu bildirmektedirler (Tracy & Chlan, 2011).
Hemşirelik Çalışmaları 175

Mekanik ventilatöre bağlı olan hastalarda tamamlayıcı ve bütünleşik


uygulamalar olarak ağrı ve anksiyeteyi azaltmada; terapötik ortam
düzenlemeleri, müzik terapi, hayal etme, yanında bulunma, terapötik
dokunma, hayvan destekli terapi ve iletişim; uykuyu düzenlemek içinde
progresif kas gevşetme, masaj ve aromaterapi gibi tamamlayıcı ve bütünleşik
tedavi yöntemleri kullanılmaktadır (Tracy & Chlan, 2011).

1. Ağrı ve Anksiyetenin Azaltılması


Ağrı, yoğun bakım hastalarında hastanenin farklı bölümlerinde yatan
hastalara göre daha fazla tariflenen semptomlardan biri olup genellikle tıb-
bi ve tedavi amaçlı yapılan girişimler ve uygulamalar nedeniyle gelişmekte-
dir. Mekanik ventilatöre bağlı olan hastalarda ağrıya neden olan faktörler;
travma, var olan kronik hastalıkları, parenteral ilaç uygulamaları, monitö-
rizasyon, kateter ve drenler, endotrakeal tüp ve göğüs tüpü uygulamaları,
aspirasyon uygulamaları, dekibüt bakımı, pansuman uygulamaları, has-
tanın yatak içerisinde hareket ettirilmesi ve uzun vadede immobilizasyon
şeklinde ifade edilmektedir (Yaman Aktaş & Karabulut, 2014).
Anksiyete, mekanik ventilatöre bağlı olan hastalarda sık görülen bir
semptomdur (Jacobi et al. 2002; Pun & Dunn, 2007; Perpina-Galvan & Ric-
hart-Martinez, 2009). Anksiyete ile ajitasyon birbirleri ile yakından ilişkili-
dir. Bu semptomlar çok sayıda fizyolojik ve psikolojik düzensizliklere bağlı
olabilmekte özellikle de mekanik ventilasyondan ayırma işleminde daha
fazla yaşandığı ifade edilmektedir. Mekanik ventilatöre bağlı olan hasta-
lar genellikle aralıklı veya sürekli anksiyete ve/veya ajitasyon dönemlerine
sahiptirler (Jacobi et al. 2002). Her ne kadar anksiyete atağı için bir tetik-
leyici olduğu ifade edilse de kesin nedeni belirlemek zor olabilmektedir.
Hastada ağrı düzeyinin artması, ateşin yükselmesi, akut hipoksi veya vital
bulgularda değişiklikler görüldüğünde ajitasyon görülebilmektedir. Ayrıca
konfüzyon, paranoya ve deliryum gibi diğer koşullar da ajitasyonu işaret
edebilir. Eğer ajitasyon, anksiyeten ziyade bu koşullardan birinden kaynak-
lanıyorsa, geniş çapta farklı terapötik yaklaşımlar kullanılmalıdır (Pun &
Dunn, 2007).
Mekanik ventilatöre bağlı olan hastalarda anksiyeteye neden olabilecek
durumlar; hastanın kendini sözel olarak ifade edememesi, ağrı ya da ölme
korkusu, sağlık bakım masrafları ve aile üyeleri üzerindeki etkisi hakkında
endişe edilmesi, diğer aile üyeleri ve çocukların bakımı konusunda endişe
duyma, evde evcil hayvan bakımını sağlayacak birinin olmaması endişesi
ve benzer durumlardan ölen aile üyeleri ile ilgili korku şeklinde ifade edil-
mektedir (Tracy & Chlan, 2011).
Şiddetli ağrı ve anksiyete dönemlerinde hastanın güvenliğini sağlamak
için farmakolojik ajanlara ihtiyaç duyulabilir. Bununla birlikte, tamamlayıcı
176 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ve bütünleşik tedavilerin sedatif ve/veya analjezikler ile birlikte makul bir


şekilde kullanılması, her iki tedavinin etkilerini güçlendirebilir ve aynı
sonuca ulaşmak için gerekli sedatif ve analjezik miktarını azaltabilir (Pun
& Dunn, 2007; Tracy & Chlan, 2011).

• Mekanik Ventilatöre Bağlı Olan Hastalarda Terapötik


Ortam Düzenlemeleri
Mekanik ventilatöre bağlı olan hastaların stresörlerinin azaltılmasında-
ki ilk adım, yoğun bakım ünitesindeki fiziksel ve estetik ortamın tamamına
hastanın ve ailesinin bakış açısıyla bakabilmektir. Kritik hastalığı olan tüm
hastalar için bir tedavi ortamı yaratmak için pek çok basit yöntem kullanı-
labilmektedir.
Yoğun bakım ünitelerindeki gürültü seviyesiyle ilgili hastaların önemli
kaygıları olduğu bildirilmektedir (Hofhuits et al. 2008). Dünya Sağlık Ör-
gütü (WHO, 2001), hastanelerde maksimum gürültü seviyesi için standart-
lar belirlemiştir. JCI (Joint Comission International) sağlık kuruluşların-
daki gürültü düzeylerini en aza indirgemek için bir kaynak geliştirmiştir.
Gürültünün etkisi, yetişkinlerde fizyolojik iyileşme ile direkt olarak bağ-
lantılı olmasa da, yüksek gürültü seviyeleri, vücudun iyileşme kabiliyetini
etkileyebilecek stres artışı sağlamaktadır (Gabor, 2003). Kanıtlar (Snyder &
Lindquist, 2006), sağlık bakım ortamlarının oldukça gürültülü olduğuna
işaret etmekte ve birden fazla cihazdan gelen alarmların olduğu ve personel
sayısının fazlalığı nedeniyle yoğun bakım ünitelerini en gürültülü birim-
ler arasında göstermektedir. Yoğun bakım ünitesinin ortamı düşünülecek
olursa; çalan telefonlar, intravenöz pompalardan, monitörlerden, ventila-
törlerden ve diğer tıbbi cihazlardan gelen alarm ve bip sesleri ve bilgisayar
kullanımından kaynaklanan tıklama sesleri, televizyon gürültüsü gibi du-
rumlar akla gelmektedir. Buna ek olarak, pek çok yoğun bakım ünitesin-
deki hastalar diğer hastalara yakın mesafede yatmaktadır ve yoğun bakım
personeli, hastanın yatak başında, hasta bakım odalarının dışında ve hasta
odalarına yakın olan masalarda hastalar hakkında sohbet edebilmektedir.
Konuşmaları sürekli duyan hastalar içeriği yanlış yorumlayabilir veya ko-
nuşmanın konusu olan hastayı yanlış tanımlayabilirler (JCI, 2009).
Mekanik ventilatöre bağlı olan hastalar deliryum için risk altındadır ve
deliryum hastaları bu gürültü bombardımanını uygun şekilde yorumla-
makta veya açıklığa kavuşturmada zorluk çekmekte olup yoğun bakımdaki
personel bu hastalar ile iletişim kurmakta güçlük yaşamaktadır (Jacobi et
al. 2002; Pun & Dunn, 2007). Ayrıca mekanik ventilatöre bağlı olan has-
talarda gece-gündüz döngüsünün kaybedilmesi nedeniyle doğal biyolojik
ritm bozarak konfüzyona ve deliryuma yol açabilmektedir (Friese, 2007).
Hemşirelik Çalışmaları 177

Uyku problemlerini en aza indirgemek için tedavi ortamı, hastaların


bireysel oda düzeylerine ve ünite düzeyine optimize edilmelidir. Gereksiz
ekipmanların kullanımı, monitör sesleri, telefon ve konuşmaların neden
olduğu çevresel gürültü mümkün olduğunca azaltılmalıdır. Alarm sesleri,
özellikle yatağın başında bulunan monitörler ve ventilatörler için en düşük
güvenli seviyede ayarlanmalıdır. Gürültüden çok etkilenen hastalar için
kulak tıkaçları kullanılabilir (Jacobi et al. 2002). Sağlık bakım profesyonel-
leri, mekanik ventilatöre bağlı olan hastaların doğal ışığa erişebilmelerini
ve günün saatine uygun aydınlatma sağlamalıdırlar. Sürekli göz kamaştı-
rıcı flüoresan aydınlatma yerine daha doğal spektrumlu aydınlatma kul-
lanılmalıdır. Gece olabildiğince parlak aydınlatmanın önlenmesi ile uyku
döngüsünün bölünmesi önlenebilir. Hastaların sürekli oryante edilmesi ve
çevrede olan biten şeylerin açıklanması ile iletişim kurmada güçlük çeken
hastalar için destek sağlanabilir (Jacobi et al. 2002).

• Müzik Terapi
Dünya Müzik Terapi Federasyonu, müzikle tedaviyi ‘Bir kişi veya gru-
bun fiziksel, duygusal, sosyal ve kognitif ihtiyaçlarını karşılamak üzere
gereksindiği iletişim, ilişki, öğrenme, ifade, mobilizasyon, organizasyon
ve diğer ilgili terapötik öğeleri geliştirmek ve artırmak için müziğin ve/
veya müzikal elemanların (ses, ritm, melodi ve harmoni) eğitimli bir mü-
zik terapisti tarafından tasarlanarak kullanılması’ olarak tanımlamaktadır
(WFM, 2018). Müzik, beynin mezolimbik bölgesindeki merkezleri uyara-
rak, endorfin, oksitosin ve enkefalin gibi nöro-transmitterlerin salgılanma-
sını sağlamaktadır (Almerud & Peterson, 2003). Müzik terapi, sadece basit
bir şekilde bir radyoyu açmak değildir, çünkü radyo seçimleri veya ses kali-
tesi kontrol edilemeyebilir ve bireyler belirli müziklere karşı derin duygusal
bir tepki olabilecek müzikal anılara sahiptirler. Bu nedenle hastaları mü-
zik seçimine dahil etmeden ve hastanın rızasını almadan hastalara müzik
dinlettirilmemelidir. Müzik terapi, anksiyeteyi azaltmak için kullanılabilir
ve yoğun bakımdaki rahatsız edici ses ve düşüncelere karşı güçlü bir dik-
kat dağıtıcıdır. Müzik, hastanın kişisel tercihine göre özenle seçilmelidir.
Değerlendirme araçları, sağlık bakım profesyonellerinin hastanın tercihini
belirlemesine yardımcı olabilmektedir (Chlan, 1999; Chlan, 2009; Chlan,
2010). Yoğun bakım üniteleri çok gürültülü olduğundan kulaklık kullanımı
müzik terapide önemlidir. Kolayca uygulanabilen müzik, etkili olabilmesi
için odaklanmış konsantrasyon veya aktif katılım gerektirmemektedir. Bu
kolaylık, oldukça yorgun olabilecek mekanik ventilasyona bağlı hastalarda
idealdir. Kulaklıklar hastaya takılmadan önce sesin kontrol edilmesi işitme
kaybının önlenmesi için önemlidir. Ayrıca, sağlık bakım profesyonellerinin
hastanın ağrısız, rahat bir pozisyonda olmasını ve müzik terapisi başlatıl-
madan önce hastanın çağrı butonuna kolay ulaşabilmesini sağlamalıdır.
178 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Mekanik ventilasyona bağlı hastalarla yapılan araştırmalarda (Chlan,


1997; Wong & Lopes-Nahas & Molassiotis, 2001), kulaklıkla 30 dakika din-
lendirici müzik dinlemenin, hastaların sistolik ve diyastolik kan basıncını,
nabız ve solunum hızını azalttığı, ağrı ve anksiyete düzeylerinde önemli
derecede düşüş oluşturduğu belirlenmiştir. Ağrı ve anksiyeteyi azaltmak
ve hastayı rahatlatmak için kullanılan müzik dakikada yaklaşık 60 ila 80
vuruşta, sözsüz, ölçülü ve yalın olmalıdır. Dinleyicinin aşina olduğu müzik
tercih edilmelidir. En az 20 ila 30 dakikalık kesintisiz bir dinleme amaçlan-
malıdır. Tercih edilen müzik, özellikle zorlayıcı işlemler sırasında hastanın
dikkatini rahatsız edici ortam ve girişimlerden uzaklaştırmada kullanılabi-
lir. Hastanın tercih ettiği müzikler ailesinden öğrenilebilir. Kentsel bölgele-
rin çoğunda Müzik terapi uzmanları mevcuttur ve konsültasyon seansları
sağlanabilmektedir (Robb, 1995).

• Hayal Kurma
Hayal kurma, semptomları hafifletmek ve iyileşmeyi hızlandırmak için
zihin-beden bağlantısını optimize eden bir girişimdir (Caine, 2003; Fitzge-
rald & Langevin, 2010). Hayal kurma, korku ve anksiyetenin olumsuz bir
cevabı ile ilgili stresi hafifleştirmede daha pozitif duygusal duyuların anım-
satılmasıdır. Hasta hastaneye kabul edilmeden önce hayal kurmamışsa, bü-
yük olasılıkla belirli semptomları hafifletmeye yardımcı olan görüntüleri
anımsamak için bir uygulayıcıya ihtiyaç duyacaktır. Gevşeme ve odaklan-
ma yeteneği hayal kurma için en iyi bileşenlerdir. Hayal kurma için özel bir
ekipmana gerek yoktur ve bir seans 10 ila 30 dakika arasında olmaktadır.
Amaç hastanın aşina olduğu, dinlendirici ve huzurlu bir yer veya ortam ha-
yal etmesine yardımcı olmaktır. İdeal olarak, uygulayıcı tamamlayıcı ve bü-
tünleşik uygulamaların kullanımıyla ilgili deneyim sahibi olmalıdır, ancak
hastaların hayal kurabilmeleri için video kasedi, ses bantları gibi bazı dö-
kümanlarla bu uygulama yapılabilmektedir (Fitzgerald & Langevin, 2010).

• Hazır Bulunma (Varoluş)


Bir hastanın yanında olmak hem fiziksel hem de psikolojik varlığı kap-
samaktadır. Hazır bulunma, hasta ile duygusal, şefkatli, yardımsever bir
bağ kurma anlamına gelmektedir ve aktif dinleme, sözel olmayan kabullen-
me ve bakım gibi diğer etkileşimlerle yakından ilişkilidir. Hazır bulunma,
sağlık bakım profesyonellerinin hastayla dikkatli bir şekilde ilgilenmesi
için odaklanmasını gerektirir. Yoğun bakım ortamı hem hasta için hem de
ailesi için kahredici olabilmektedir. Sağlık bakım profesyonellerinin var-
lığını (hazır bulunma) kullanması ile, hastanın endişesi azalabilir ve has-
ta kendisini daha özel, iyileştirici bir ortamda hissedebilir. Hazır oluşun
kullanılmasına yönelik temel önlem, girişimlerin hastadan alınan işaretler
doğrultusunda yapılması ve hastayı bu konuda zorlamamaktır. Uygulama
Hemşirelik Çalışmaları 179

için hastayı zorlamak anksiyetenin artışına ve güven düzeyinde azalmaya


neden olabilir (Penque & Snyder, 2010).

• Terapötik Dokunma
Terapötik dokunma; uygulayıcının kendi lokalize enerji alanını bir araç
gibi kullanarak, hastanın alanı içerisinde rahatsızlık nedeni ile tıkanmış ya
da düzensiz hale gelmiş bölgeleri tekrar dengeye getirmesine yardımcı ol-
ması olarak ifade edilmektedir. Diğer bir ifadeyle, kişinin enerjilerinin mu-
ayene edilerek tıkanık, düzensiz ve açık bölgelerin araştırılması, tıkanık-
lığın giderilmesi ve enerji akışının dengelenmesidir (Cox & Hayes, 1997;
Aghabati & Mohammadi & Esmaiel, 2010). Uygulama hastanın odasında
ve perde ya da paravan kullanılarak mahremiyetini sağlayacak şekilde ya-
pılmaktadır. Uygulamaya başlamadan önce hastaya uygulama hakkında
bilgi verilmeli ve diğer sağlık bakım profesyonellerinin uygulamayı destek-
lemeleri sağlanmalıdır. ‘Şifa verme’ işlemi hastanın omuzlarından başlaya-
rak vücudunun tamamında hissetmesi ve uygulama bitiminde de ayakla-
rında bu hissi tamamlaması ve enerji akışını deneyimlemesi istenmektedir.
Terapötik dokunma süresi yetişkin bir birey için 15-20 dakika kadardır.
Bu süre yenidoğanlar için birkaç saniye ve çocuklar için 5 dakika şeklinde
genellenmektedir (Cox & Hayes, 1997). Terapötik dokunma başta ağrı ve
anksiyeteyi azaltmasının yanı sıra nabız hızı ve solunum hızında düşme,
kan basıncında azalma gibi fizyolojik parametreler ile duyusal ve düşünsel
yetenekler üzerinde pozitif bir etki oluşturduğu ifade edilmektedir. Ayrıca
literatürde, terapötik dokunmanın yoğun bakım ünitelerindeki hastalarda
ağrı, anksiyete ve ajitasyonu azalttığı, kan glikoz seviyesini, kan basıncını ve
kalp ritmini düzenlediği, kaslarda gevşeme sağladığı, bağışıklık sistemi hız-
landırdığı ayrıca sakinleştirici ilaç kullanımını azalttığı ifade edilmektedir
(Barnes & Bloom & Nahin, 2008).

• Hayvan Destekli Terapi


Hayvan Destekli Tedavi (HDT), hayvanlar ile insanlar arasındaki etki-
leşimden yararlanılarak geliştirilen, özellikle kronik (fiziksel, psikolojik,
psikiyatrik, sosyal) sağlık sorunları olan bireylere yönelik koruyucu ve te-
davi edici uygulamalarda hayvanların eşliğinden yararlanılan ve bu konuda
uzmanlaşmış kişilerce yapılan destekleyici bir yöntemdir. HDT, belirli bir
hedefe yönelik olarak uygulanan tedavi prosedürünün ayrılmaz bir parçası
olan müdahale programıdır (Delta Society, 2009). Hayvan destekli terapi,
insan-hayvan bağlantısı ilkesine dayanır. Bu etkileşim stres tepkisini hafif-
letmekte, izolasyon duygularını azaltmakta ve ruh halini iyileştirmektedir
(O’Connor-Von, 2010). Hayvan destekli terapi, sözel veya motor fonksi-
yonları iyileştirme gibi özel terapötik amaçlar için kullanılabilir. Bunun
yanında zevk ve sosyal etkileşimi desteklemek için de kullanılabilir. Resmi
180 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

olarak hayvan destekli terapi, akut bakım ortamına aşina olan, eğitilmiş gö-
nüllü ekiplerle yürütülmektedir. Akut bakım durumunda, en sık düşünülen
ve kullanılan hayvan köpek olsa da, tavşan ve kedi gibi diğer hayvanlar da
kullanılmaktadır. Bazı durumlarda, iyileşmeyi desteklemek ve anksiyete-
yi gidermek için hastanın kendi hayvanını ziyaret etmesine izin verilebilir.
Yoğun bakım ortamında hayvan ziyaretine olanak tanımak için geliştirilen
politika; tımarlama gereklilikleri, veterinerin sağlık sertifikası ve hayvan te-
davisinden sonra temel hijyen gibi çevredeki hayvanların güvenli kullanımı
için ana kriterleri içermelidir (Lefebvre et al. 2008).

• İletişim
Mekanik ventilatöre bağlı hastaların yaşadıkları güçlüklerden biri de
iletişim problemleridir. Yoğun bakımda yatan hastalar yapılan tıbbi giri-
şimler ve uygulanan tedaviler nedeniyle sağlık bakım profesyonelleri ile
sözel iletişimden ziyade sözel olmayan iletişim tekniklerini kullanmak zo-
runda kalmaktadırlar (Otuzoğlu, 2010). Tamamlayıcı bir terapi olarak ka-
bul edilmemesine rağmen, mekanik ventilasyona bağlı hastalarda, iletişim
bilgilerinin net bir şekilde verilmesi ve realitenin sık sık güçlendirilmesi her
zaman önemlidir. Hızlı tempolu ve son derece teknik işlemlerin yapıldığı
yoğun bakım ortamında hızlı haberleşme ve bilginin yanlış yorumlanma
potansiyeli her zaman mevcuttur. Ayrıca, analjezik ilaçlar, sedatifler, ağrı ve
anksiyete hastanın karmaşık bilgileri anlama yeteneğini etkileyebilir (Tracy
& Chlan, 2011). Ayrıca sağlık bakım profesyonellerinin yoğun bakımdaki
hastalarla sözel iletişim sağlayamadıklarında ya da sözel iletişimin önemi-
ni fark edemediklerinde hastaların fizyolojik ve psikolojik problemlerinin
daha da artmasına neden olmaktadır. Sonuçta bu durum hastaların bağım-
lılıklarının artmasına, kendilerini aciz hissetmelerine, tedaviye katılımları-
nın azalmasına ve hastanedeki kalış sürelerinin uzamasına ve iyileşmeleri-
nin olumsuz etkilenmesine sebebiyet vermektedir. Yoğun bakımdaki sağlık
profesyonelleri bu problemlere yönelik olarak; göz teması, beden dili, yüz
ifadesi, dudak okuma, dokunma ve resimli iletişim araçlarını kullanmalı,
uygulamalar sırasında hastanın iletişim yeteneğini bilmeli ve ailenin uy-
gulamalara katılımını sağlamalıdır (Otuzoğlu, 2010; Tracy & Chlan, 2011).

2. Uykunun Desteklenmesi
Hastalar yoğun bakım ünitelerinde kaldıkları süre boyunca uyku sorunu
yaşadıklarını bildirmektedirler (Hofhuits et al. 2008). Sağlık bakım profes-
yonellerinin bakış açısıyla sağlıklı bir şekilde uyumuş olarak değerlendiri-
len yoğun bakım hastaları genellikle uykusuzluktan şikayet edebilmektedir.
Bunun en önemli nedeni ise hastaların ne kadar sıklıkla uyandığını fark
edememelerinden kaynaklanmaktadır. Uyku, özellikle mekanik ventilas-
yonlu hastalarda iyileşmeyi desteklediği için gereklidir. Bununla birlikte,
Hemşirelik Çalışmaları 181

yoğun bakım hastalarının uykusu hem nicelik hem de nitelik açısından ye-
tersizdir (Patel et al. 2008). Yetersiz uyku, bağışık sisteminin zayıflamasına,
yara iyileşmesinin gecikmesine, ağrı toleransının azalmasına, hipoksi ve hi-
perkapniye, kas disfonksiyonuna neden olmaktadır. Pulmoner değişiklikler
özellikle mekanik ventilasyonlu hastalarda önemlidir (Honkus, 2003; Frie-
se et al. 2007). Yoğun bakım hastalarının uyku sürelerinin yaklaşık yarısı
gündüz uykusudur. Hastalar yeterli miktarda uyumuş gibi görünseler de,
uyku kalitesi sağlıklı bireylere göre daha azdır. Sağlıklı kişiler ile karşılaştı-
rıldığında, yoğun bakım hastaları uykunun ilk iki evresi olan yüzeysel uyku
evresine geçişte daha fazla zaman harcamaktadırlar (Reishstein, 2005).
Gürültü, yoğun bakım hastalarının kısmen de olsa uyku bozukluğuna
katkıda bulunur. Dünya Sağlık Örgütü’nün gürültü seviyesi ile ilgili öneri-
leri, gündüzleri 35 dB (A) ve gece saatinde 30 dB (A) ‘dır. Önerilen bu gü-
rültü seviyeleri yoğun bakım ünitesinde genellikle aşılır; ortalama seviyeler
55 ila 65 dB (A) olabilir ve tepe seviyeleri 80 dB’den (A) fazla olabilmektedir
(Freedman, 2001). Olson ve arkadaşları, nörolojik yoğun bakım ünitesinde
uykuyu desteklemek için gün içinde belirli zamanlarda günde iki kez (gece
02-04 ve gündüz 02-04) gürültü ve ışık seviyelerini düşürerek sessiz bir za-
man protokolü geliştirmişlerdir. Sessiz çalışma protokolü uygulandıktan
sonra hastaların uykularında önemli ölçüde artış olduğu gözlenmiştir (Ol-
son et al. 2001).
Uyku, geceleri fiziksel değerlendirme ve vital bulguların izlenmesi gibi
müdahaleler; laboratuvar testleri için kan alma, göğüs radyografileri ve
elektrokardiyogramlar gibi prosedürler, kilo takibi ve banyo yaptırmak gibi
rutin bakım uygulamaları ile kesilebilmektedir. Kritik durumlarından do-
layı mekanik ventilasyonla tedavi edilen birçok hastaya gece sıklıkla bakım
verilmektedir. Tamburri ve ark., geceleri ortalama 42.6 bakım etkileşiminin
meydana geldiğini tespit etmiş; ve bu etkileşimlerin çoğunun gece yarısı
meydana geldiği; en az sıklıktaki etkileşimlerin gece saat 03:00’da olduğu ve
akşam 07:00’dan sabah 07:00’a kadarki zamanın yalnızca %6’sında kesin-
tisiz bir uyku görüldüğünü belirlemişlerdir (Tamburri et al. 2004). Friese
ve arkadaşları, kritik durumdaki hastaların saat başı uyanıklıklarının 6.2
olduğu ve bu durumun uyku döngüsünde bir bozukluğa neden olduğunu
bildirmişlerdir (Friese et al. 2007).
Mekanik ventilasyon alan hastalarda sedatif, hipnotik ve analjezikler
gibi ilaçların kullanımında artış olması aslında azalmış uyku kalitesine yol
açabilmektedir. Diğer ilaçlar, stres, anksiyete, değişen sirkadiyen ritimlere
ve değişen melatonin salınımına neden olarak uykuyu da etkileyebilmekte-
dir. Ayrıca mekanik ventilasyon alan hastalarda, ventilatör uyumsuzluğu-
nu gidermede güçlük, uyku yetersizliğinin önemli bir nedeni olmaktadır
(Friese et al. 2007; Bosma et al, 2007).
182 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

• Progresif Kas Gevşetme


Progresif kas gevşetme egzersizleri, bireylerin vücudundaki büyük kas
gruplarının bilinçli bir şekilde kasılıp gevşetilmesi işlemine dayanan kas
ve sinirlerin gevşemesini uyaran bir uygulamadır. Uygulama bir kas gru-
bunun kasılıp gevşemesi ile başlayarak tüm kasların kasılıp gevşetilme-
si işlemi bitinceye kadar devam eder. Progresif kas gevşetme egzersizleri
sempatik sinir sisteminin yavaşlamasına, parasempatik sinir sisteminin ise
hızlanmasına neden olur. Bu gevşeme, kas gerginliğini azaltarak artan stres
düzeyi ve ağrı kontrolünde yardımcı olmaktadır. Progresif kas gevşemesi-
nin kullanılması hastaları rahatlatarak uyku başlangıcını desteklemektedir
(Pestka & Bee & Evans, 2010).

• Masaj
Hastaları uykuya hazırlayan tamamlayıcı ve bütünleşik uygulamalardan
birisi de masajdır. Masaj, ağrıyı ve kas gerginliğini hafifletmek, kan ve lenf
dolaşımını hızlandırmak, uyarmak, arteriollerde vazodilatasyon sağlamak
ve beden sağlığını korumak için vücudun farklı alanlarına sıvazlama, ba-
sınç ve yoğurma gibi tekniklerin yapıldığı en eski ve yalın tedavi uygulama-
larından birisidir ( Ayçeman, 2008). Sırt bölgesi masaj için en sık düşünülen
alan olmasına rağmen mekanik ventilasyonlu hastalarda bu alana ulaşmak
zor olabilmektedir. Masajın benzer gevşeme tepkileri uyandırabileceği al-
ternatif bölgeler ise eller, ayaklar ve omuzlardır. Masaj, özel ekipman gerek-
tirmemekte ve temel masaj teknikleri kolayca hastalara uygulanabilmekte-
dir. Ancak masaj uygulamadan önce hastanın masaj uygulaması için uygun
olup olmadığının değerlendirilmesinin yapılması gerekmektedir (Tracy &
Chlan, 2011).

• Aromaterapi
Aromaterapi, bitkilerden elde edilen uçucu yağların masaj, friksiyon,
inhalasyon, kompres ve banyo yoluyla uygulandığı tamamlayıcı ve bütün-
leşik tedavi yöntemlerinden biri olup fitoterapinin bir alt kolunu oluştur-
maktadır. Uygulamada kullanılan yağlar bitkilerin kök, çiçek, yaprak gibi
bölümlerinden elde edilen saf uçucu (esansiyel) yağlardan oluşmaktadır.
Sindirim yolu ve deri yolu ile uygulanan aromatik yağların lenf ve kan da-
marları ile kana karışarak iyileşme meydana getirdiği, inhalasyon yolu ile
uygulamada ise limbik sistemi uyararak emosyonel olarak öfori, rahatlama,
sedasyon ve uyarıcı etki oluşturduğu ifade edilmektedir (Ayçeman, 2008).
Mekanik ventilatöre bağlı hastalar üzerinde yapılan çalışmalarda da lavanta
yağının uyku kalitesini arttırdığı ve anksiyete düzeylerinde düşüş sağladığı
belirlenmiştir (Lytle, 2014; Karadağ et al. 2015).
Hemşirelik Çalışmaları 183

• Ayak banyosu
Ayak banyosu yoğun bakım hemşireleri tarafından rutin bir uygulama
yöntemidir. Ayak bakımını uygulama amacı; ayak temizliğini sağlamak ve
hastayı rahatlatmak, stresi azaltmak, periferal kan dolaşımını hızlandırmak,
enfeksiyon oluşumunu önlemek ve hastanın rahat bir uyku çekmesine yar-
dımcı olmaktır (MEB, 2012). Son zamanlarda, ayak banyosunun kalp atım
hızını ve solunum hızını düşürdüğü ve uyku süresini arttırdığı bildirilmiş-
tir. Namba ve ark. tarafından yoğun bakım hastalarında yapılan çalışmada,
10 dk boyunca 400C sıcaklıktaki su ile yapılan ayak banyosunun uykunun
dört aşaması ile uygulamanın toplam süresi arasında bir anlamlılık olduğu
ve uyku kalitesini artırdığını bildirmişlerdir (Namba, 2012). Ayak banyo-
sunun etkisinin ardındaki mekanizma tam olarak anlaşılamamakla birlikte
ılık suda ayakları ıslatmak dokunma hissini uyandırır ve sempatik sinir ak-
tivitesini azaltır. Ayrıca, sıcak ayak banyoları, merkezi vücut sıcaklığını art-
tırmadan, uyku başlangıcını hızlandırarak ve uyku kalitesini iyileştirerek ısı
kaybı nedeniyle periferik kan akışını ve periferik sıcaklığı arttırabilir. Sıcak
suda ayakları yıkamak, uykuya başlangıcı kolaylaştırmak ve uyku kalitesini
artırmak için tüm vücut banyosundan daha etkilidir (Namba, 2012).

• Akupresör
Akupresür, geleneksel Çin Tıbbına dayanan parmak ve avuç içleri ile
uygulanan bir masaj tekniğidir. Akupresör vücutta enerji taşıyan merid-
yenler üzerinde bulunan akupunktur noktalarına baş parmak ve parmaklar
ile basınç uygulayarak yapılmaktadır. (Hakverdioğlu & Türk, 2006). Akup-
resör tedavisi, sempatik stimülasyonu azaltabilir, gevşemeyi destekler, uzun
dönem mekanik ventilasyona bağlı hastalarda kalp hızı ve solunum hızını
azaltarak anksiyetenin ve dispnenin iyileşmesini sağlamaktadır. Akupresör,
hastaların baş, el ve sırtındaki bazı noktaları uyararak hem rahatlık sağla-
makta hem de uyumalarına yardımcı olmaktadır. Bagheri Nesami ve ark.
nın çalışmasında kulaktaki Shenman, bilekte Shenman, Fen Chi, Ying tang
ve Yangchuan noktalarının uyku kalitesini geliştirmede terapötik etkiye
sahip olduğunu belirtmişlerdir (Bagheri-Nesami et al. 2015).

Tamamlayıcı ve Bütünleşik Tedavilerin Kullanımının Sağlık


Bakım Profesyonellerinin Uygulamalarına Yansıması
Mekanik ventilasyonlu hastalarda tamamlayıcı ve bütünleşik tedavilerin
kullanılmaya başlanması için yoğun bakım ortamının düzenlenmesi gerek-
mektedir. Sağlık bakım profesyonellerinin tamamlayıcı ve bütünleşik tedavi
uygulamalarını paylaşmada hasta ve hasta yakınlarının kendilerini güven-
de hissettikleri bir ortam oluşturması gerekmektedir. Yoğun bakım hasta-
ları ve ziyaretçi broşürlerine tamamlayıcı terapiler hakkında bilgi eklemek,
184 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

tamamlayıcı ve bütünleşik tedavilerin kullanımı hakkında açık konuşmalar


için aşama oluşturabilir. Sağlık bakım profesyonelleri tarafından kullanılan
bakım uygulamalarına tamamlayıcı ve bütünleşik tedavilerin görev tanım
ve içerikleri eklenmeli ve desteklenmelidir. Sağlık bakım profesyonelleri-
nin tamamlayıcı ve bütünleşik tedavilerle ilgili eğitim programlarına katı-
lımı desteklenmeli ve bu tedavi yöntemlerinin bakım uygulamalarına da-
hil edilmesi kolaylaştırılmalıdır. Her ne kadar mekanik ventilasyona bağlı
hastalarda tamamlayıcı ve bütünleşik tedavilerin kullanılmasına yönelik
bir planın araştırılması ve geliştirilmesi zaman kaybettirici gibi görünse de
bir plana sahip olmak aslında personelin zaman kazanmasını sağlayacak ve
ilaç kullanımını sınırlandıracaktır (Tracy & Chlan, 2011).
Olumsuz bir etkiye sahip olmayan tamamlayıcı ve bütünleşik tedaviler
zararsız olarak görülmektedir. Ancak sağlık bakım profesyonelleri, hastanın
tamamlayıcı ve bütünleşik tedavilere karşı potansiyel tepkisinin ve terapinin
hastanın fizyolojik durumu üzerindeki potansiyel etkisinin farkında olma-
lıdır. Örneğin, stresli durumlarda olan hastalar için gevşeme, tipik olarak
olumlu bir cevap olarak kabul edilir. Ancak, rahatlama bile olumsuz bir genel
etkiye sahip olabilecek kan basıncında, kalp hızında ve/veya solunum hızın-
da azalma gibi sonuçlara neden olabilir (Pestka & Bee & Evans, 2010).
Kritik bir hasta, masaj, müzik terapisi veya hayal kurma gibi terapilerin
neden olduğu bir rahatlama yanıtının sonuçlarını tolere edemeyebilir. Sağ-
lık bakım profesyonelleri, masaj yaparken morarma ve yırtılma için potan-
siyel tehlike olabilecek sağlam bir deri ya da hassas cildin farkında olma-
lıdır. Ayrıca, hastalar başkaları tarafından dokunulmaya karşı aşırı duyarlı
olabilir veya olumsuz duygular hissedebilirler, dolayısıyla anksiyeteleri ar-
tabilir (Snyder & Lindquist, 2006; Tracy & Chlan, 2011).

SONUÇ VE ÖNERİLER

Mekanik ventilasyona bağlı hastalar yoğun bakım ünitesinde iyileşmeye


çalışırken hem fiziksel hem de duygusal zorluklarla karşı karşıya kalırlar.
Hastalar stres, anksiyete ve uyku bozukluğu yaşamakta, ağrı ve huzursuzlu-
ğu artırabilecek terapötik müdahalelerle baş etmek zorunda kalmaktadır-
lar. Uygulaması nispeten kolay olan, ucuz, ilaç kullanımını ve hastaların yo-
ğun bakımdaki kalış sürelerini azaltan, sağlık bakım profesyonellerinin çok
zamanını almayan ve mekanik ventilasyona bağlı hastaların çeşitli semp-
tomlarının yönetimini sağladığı için tamamlayıcı ve bütünleşik yöntem-
lerin yaygınlaştırılması ve farmakolojik yöntemlerle beraber kullanılması,
geniş popülasyonları ele alan bu konu ile ilgili araştırmaların yapılması ve
bu yöntemlerle ilgili sağlık bakım profesyonellerinin bilinçlendirilmesi ge-
rekmektedir.
Hemşirelik Çalışmaları 185

KAYNAKLAR

AGHABATI, Nahid & MOHAMMADI, Eesa & POUR ESMAIEL, Zahra, (2010),
‘The effect of therapeutic touch on pain and fatigue of cancer patients
undergoing chemotherapy’, Evidence-Based Complementary and Alternative
Medicine, 7:375-81.
ALMERUD, Sofia & PETERSON, Kerstin, (2003), ‘Music therapy a complementary
treatment for mechanically ventilated intensive care patients’, Intensive and
Critical Care Nursing, 19(1):21-30.
AYÇEMAN, Nihat, (2008), Aromaterapi- Doğanın Şifalı Dokunuşu. İnci Ofset,
Konya.
BAGHERI-NESAMI, Masoumeh & GORJI Mohammad Ali & REZAIE,
Somayeh & POURESMAIL, Zahra & CHERATI, Jamshid Yazdani, (2015),
‘Effect of acupressure with valerian oil 2.5% on the quality and quantity of
sleep in patients with acute coronary syndrome in a cardiac intensive care
unit’, Journal of Traditional and Complementary Medicine, 31;5(4):241-7.
BARNES, Patricia & BLOOM, Barbara & NAHIN, Richard, (2008), Complementary
and alternative medicine use among adults and children: United States, 2007,
National Health Statistics Report, 10(12):1-23.
BOSMA, Karen & FERREYRA, Gabriela & AMBROGIO, Cristina & PASERO,
Daniela & MIRABELLA, Lucia & BRAGHIROLI, Alberto & APPENDINI,
Lorenzo & MASCIA, Luciana & RANIERI, Marco, (2007), ‘Patient-ventilator
interaction and sleep in mechanically ventilated patients: pressure support
versus proportional assist ventilation’, Critical Care Medicine, 35(4):1048-
1054.
CAINE, Randy, (2003), ‘Psychological influences in critical care: perspectives from
psychoneuroimmunology’, Critical Care Nurse, 23(2):60-69.
CHLAN, Linda, (2010), Music intervention. In: SNYDER, Mariah & LINDQUIST,
Ruth, eds. Complementary and Alternative Therapies in Nursing. 6th ed.
New York, NY: Springer Publishing; 391-10.
CHLAN, Linda & TRACY, Mary Fran, (1999), ‘Music therapy in critical care:
indications and guidelines for intervention’, Critical Care Nurse, 19(3):35-
41.
CHLAN, Linda, HEIDERSCHEIT, Annie, (2009), ‘A tool for music preference
assessment in critically ill patients receiving mechanical ventilatory support’,
Music Therapy Perspectives, 1;27(1):42-47.
CHLAN, Linda, (1997), ‘Effectiveness of a music therapy inter vention on
relaxation and anxiety for patients receiving ventilatory assistance’, Heart
Lung. 27(3):169-176.
COSTA, Maria Gabriella & CHIARANDINI, Paolo & DELLA ROCCO, Giorgio,
(2006), ‘Sedation in the critically ill patient’, Transplantation Proceedings,
38(3):803-804.
186 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

COX, Carol & HAYES, Julie, (1997), ‘Reducing anxiety the employment of
therapeutic touch as a nursing intervention’, Complementary Therapies in
Nursing and Midwifery, 3:163-67.
ÇELİK, Sevim, (2014), Mekanik Ventilasyon ve Temel Bakım İlkeleri, İçinde: Erişkin
Yoğun Bakım Hastalarında Temel Sorunlar ve Hemşirelik Bakımı. Nobel
Tıp Kitabevleri, İstanbul. Ss:49-64.
DELTA SOCIETY, (2009), What is animal-assisted activities and animal-assisted
therapy. http://www.deltasociety.org/Page.aspx?pid=319 Accessed:
12.03.2018.
DİKMEN, Yalım, (2012), Mekanik Ventilasyon-Klinik Uygulama Temelleri. Güneş
Tıp Kitabevi, Ankara.
EISENBERG, David & KESSLER, Ronald & FOSTER, Cindy & NORLOCK, Frances
& CALKINS, David & DELBANCO, Thomas, (1993), ‘Unconventional
medicine in the United States: prevalence, costs, and patterns of use’, The
New England Journal of Medicine, 328(4):246-252.
EISENBERG, David & DAVIS, Roger & ETTNER, Susan & APPEL, Scott
& WILKEY, Sonja & ROMPAY, Maria Van &  KESSLER, Ronald, (1998),
‘Trends in alternative medicine use in the United States, 1990-1997: results
of a follow-up national survey’, JAMA, 280(18):1569-1575.
FITZGERALD, Maura & LANGEVIN, Mary, (2010), Imagery. In: SNYDER, Mariah
& LINDQUIST, Ruth, eds. Complementary and Alternative Therapies in
Nursing. 6th ed. NewYork, NY: Springer Publishing; 63-89.
FREEDMAN, Neil & GAZENDAM, Joost & LEVAN, Lachelle & PACK, Allan
& SCHWAB, Richard, (2001), ‘Abnormal sleep/wake cycles and the effect
of environmental noise on sleep disruption in the intensive care unit’,
American Journal of Respiratory and Critical Care Medicine, 163:451-457.
FRIESE, Randall & DIAZ-ARRASTIA, Ramon & MCBRIDE, Dara & FRANKEL,
Heidi & GENTILELLO, Larry, (2007), ‘Quantity and quality of sleep in
the surgical intensive care unit: are our patients sleeping?’, The Journal of
Trauma: Injury, Infeciton and Critical Care, 63(6):1210-1214.
GABOR, Jonathan & COOPER, Andrew & CROMBACH, Shelley & LEE, Bert
&  KADIKAR, Nisha &  BETTGER, Harald & HANLY, Patrick, (2003),
‘Contribution of the intensive care environment to sleep disruption in
mechanically ventilated patients and healthy subjects’, American Journal of
Respiratory and Critical Care Medicine, 167:708-715.
HAKVERDİOĞLU, Gülendam & TÜRK, Gülergün, (2006), ‘Akupressur’, Hacettepe
Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, 13(2): 43-47.
HOFHUITS, José & SPRONK, Peter & VAN STEL, Henk & SCHRIJVERS,
Augustinus & ROMMES, Johannes & BAKKER, Jan, (2008), ‘Experiences
of critically ill patients in the ICU’, Intensive and Critical Care Nursing,
24(5):300-313.
Hemşirelik Çalışmaları 187

HONKUS, Vicky, (2003), ‘Sleep deprivation in critical care units’, Critical Care
Nursing Quarterly, 26(3):179-189.
HYNES-GAY, Patricia & LEO, Maria & MOLINO-CARMONA, Suzatte &
TESSLER, Judy & MEHTA, Sangeeta, (2003), ‘Optimizing sedation and
analgesia in mechanically ventilated patients: an evidence-based approach’,
Dynamics, 14(4):10-13.
JACOBI, Judith & FRASER, Gilles & COURSIN, Douglas & RIKER, Richard
& FONTAINE, Dorrie & WITTBRODT, Eric & CHALFIN, Donald et al,
(2002), ‘Clinical practice guidelines for the sustained use of sedatives and
analgesics in the critically ill adult’, Critical Care Medicine, 30(1):119-141.
JOINT COMMISSION INTERNATIONAL (2009), Planning, Design, and
Construction of Health Care Facilities. 2nd ed. Oak Brook, http://www.
jointcommission.international.org/ Accessed: 12.01.2018.
KARADAĞ, Ezgi & SAMANCIOĞLU, Sevgin & ÖZDEN, Dilek & BAKIR, Ercan,
(2017), ‘Effects of aromatherapy on sleep quality and anxiety of patients’,
Nursing in Critical Care, 22(2):105-112.
KHORSHID, Leyla & AKIN, Esra, (2007), ‘Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda
anksiyete yönetiminde müzik terapinin yeri’, Yoğun Bakım Hemşireliği
Dergisi, 11(2):83-88.
LYTLE, Jamie & MWATHA, Catherine & DAVIS, Karen, (2014), ‘Effect of
lavender aromather-apy on vital signs and perceived quality of sleep in
theintermediate care unit: a pilot study’, American Journal of Critical Care,
23(1): 24-29.
MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI (2012). Yatağa Bakımlı Hasta Hijyeni. Ankara.
NAMBA, Shihoko & SHIMOYAMA, Ichiro & KIGUCHI, Takashi & UJIKE,
Yoshihito, (2012), ‘Effects of foot baths on sleep in ICU patients’, Chiba
Medical Journal, 88E: 59-64.
NATIONAL CENTER FOR COMPLEMENTARY AND ALTERNATIVE
MEDICINE. What is Complementary and Alternative Medicine? NCCAM
publication No. 347. http://nccam.nih.gov. Accessed: 12.03.2018
NELSON, Judith & MEIER, Diane & LITKE, Ann & NATALE, Dana & SEIGEL,
Robert & MORRISON, Sean, (2004), ‘The symptom burden of chronic
critical illness’, Critical Care Medicine, 32(7):1527-1534.
O’CONNER-VON, Susan, (2010), Animal-assisted therapy. In: SNYDER, Mariah,
LINDQUIST, Ruth, eds. Complementary and Alternative Therapies in
Nursing. 6th ed. NewYork, NY: Springer Publishing; 207-223.
OLSON, Doug & BOREL, Christian & LASKOWITZ, Daniel & MOORE, David &
McCONNELL, Eleanor Schildwachter, (2001), ‘Quiet time: a nursing inter
vention to promote sleep in neurocritical care units’, American Journal of
Critical Care, 10(2):74-78.
188 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

OTUZOĞLU, Münevver, (2010), ‘Bir yoğun bakım ünitesinde entübe hastalarla


iletişimde resimli iletişim materyalinin etkinliğinin belirlenmesi’,
Hemşirelik Programı Yüksek Lisans Tezi. Başkent Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü, Ankara, Türkiye.
PATEL, Maulik & CHIPMAN, Josep & CARLIN, Brian & SHADE, Daniel, (2008),
‘Sleep in the intensive care unit setting’, Critical Care Nursing Quarterly,
31(4):309-318.
PENQUE, Sue & SNYDER, Mariah, (2010), Presence. In: SNYDER, Mariah &
LINDQUIST, Ruth, eds. Complementary and Alternative Therapies in
Nursing. 6th ed. NewYork, NY: Springer Publishing; 35- 46.
PERPINA-GALVAN, Juana & RICHART-MARTINEZ, Miguel, (2009), ‘Scales for
evaluating self-perceived anxiety levels in patients admitted to intensive
care units: a review’, American Journal of Critical Care, 18:571-580.
PESTKA, Elizabeth & BEE, Susan & EVANS, Michele, (2010), Relaxation
therapies. In: SNYDER, Mariah & LINDQUIST Ruth, eds. Complementary
and Alternative Therapies in Nursing. 6th ed. NewYork, NY: Springer
Publishing; 383-396.
PUN, Brenda & DUNN, Jan, (2007), ‘The sedation of critically ill adults, II:
management’, American Journal of Nursing, 107(8):40-49.
REISHSTEIN, Judith, (2005), ‘Sleep in mechanically ventilated patients’, Critical
Care Nursing Clinics of North America, 17(3):251-255.
RESMİ GAZETE (2014), Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği,
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/10/20141027-3.htm Accessed:
12.03.2018.
RUPAREL, Priya & LOCKWOOD, Brian, (2011), ‘The quality of commercially
available herbal products’, Natural Products Communications, 6(5):733-44.
STASIO, Mike & CURRY, Kim & SUTTON-SKINNER, Kelly & GLASSMAN,
Destinee, (2008), ‘Over-the-counter medication and herbal or dietary
supplement use in college: dose frequency and relationship to self-reported
distress’, Journal of American College Health, 56(5):535-47.
SNYDER, Mariah & LINDQUIST, Ruth, (2006), Complementary and Alternative
Therapies in Nursing. 5th ed. New York, NY: Springer Publishing.
TAMBURRI, Linda & DI BRIENZA, Roseann & ZOZULA, Rochelle & REDEKER,
Nancy, (2004), ‘Nocturnal care interactions with patients in critical care
units’, American Journal of Critical Care, 13(2):102-115.
THOMAS, Loris, (2003), ‘Clinical management of stressors perceived by patients
on mechanical ventilation’, AACN Clinical Issues: Advanced Practice in
Acute and Critical Care, 14(1):73-81.
TRACY, Mary Fran & CHLAN, Linda, (2011), ‘Nonpharmacological interventions
to manage common symptoms in patients receiving mechanical ventilation’,
Critical Care Nurse, 31(3):19-29.
Hemşirelik Çalışmaları 189

TURAN, Nuray, (2015), ‘Yoğun bakım ünitesinde terapötik dokunmanın önemi’,


Acıbadem Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 6(3):134-139.
YAMAN AKTAŞ, Yeşim & KARABULUT, Neziha, (2014), ‘Mekanik ventilasyonlu
hastada ağrı değerlendirmesi’, Gümüşhane Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Dergisi, 3(4):11-32-46.
WONG, Randolph & LOPEZ-NAHAS, Violeta & MOLASSIOTIS, Alex, (2001),
‘Effects of music therapy on anxiety in ventilator-dependent patients’, Heart
& Lung, 30:376-387.
WORLD FEDERATION OF MUSIC THERAPY. http://www.wfmt.info/, Accessed:
12.01.2018.
WORLD HEALTH ORGANIZATION (2001). Occupational and community noise.
www.who.int/mediacentre/factsheeets/fs258/en. Accessed: 12.01.2018.
Hemşirelik Çalışmaları 191

KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELEDE BİLİŞSEL VE


DAVRANIŞÇI YAKLAŞIM TEMELLİ PSİKOEĞİTİM MODELİ:
HEMŞİRE VE HEMŞİRELİK ÖĞRENCİLERİNE YÖNELİK
ÖRNEK
PSYCHOEDUCATION MODEL BASED ON COGNITIVE AND
BEHAVIOURAL APPROACH TO FIGHTING VIOLENCE
AGAINST WOMEN: AN EXAMPLE FOR NURSES AND
NURSING STUDENTS

Gül ERGÜN1, Çiğdem GÜN2

ÖZET

Şiddet, fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde
bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm
ve psikolojik zarara yol açması ya da açma olasılığı bulunması durumu olarak
tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü yayınladığı raporda, şiddetin en fazla
aile ortamında ve kadına yönelik olduğunu saptamıştır. Kadına yönelik şiddet
temel insan hakları ve özgürlüklerin ihlalini kapsayan eşit olmayan güç ilişkileri
nedeniyle ortaya çıkan toplumsal bir problemdir. Aile içi şiddet yaşayan kadınlar
üzerinde yapılan bir çalışmada kadınların çoğunun kendilerini daha rahat ifade
edebildikleri için hemşireleri kendilerine daha yakın hissettikleri ve hemşirelerle
görüşmeyi tercih ettikleri saptanmıştır. Bu bakımdan geleceğin sağlık profesyoneli
olacak hemşirelik öğrencilerinin ve hemşirelerin kadına yönelik şiddetle
mücadelede yeterli donanıma sahip olmaları hizmet verecekleri ailelere yönelik
danışmanlık hizmetlerinin de kalitesini artıracaktır. Bunun için şiddetin sözel
ve sözel olmayan belirti ve bulgularını, şiddet etmenlerini ve döngüsünü, şiddet
mağduruna destekleyici olan ve olmayan girişimleri bilmek ve şiddet mağduru ile
birlikte ailesine yardım etme bilgi ve becerisine sahip olması önem taşımaktadır.
Bu araştırmanın amacı, hemşirelik öğrencilerinin ve hemşirelerin kadına
yönelik şiddete ilişkin tutumlarını tanımaları, kadına yönelik şiddet belirtilerini
tanılamaları, bilgi düzeylerini arttırmaları amacıyla bilişsel ve davranışçı temelli
örnek bir psikoeğitim programını literatüre kazandırmaktır.
Anahtar Kelimeler: Kadın, Şiddet, Hemşire, Hemşirelik öğrencisi, Psikoeğitim,
Bilişsel-davranışçı yaklaşım

1  Dr. (Öğr.Üyesi) Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi-


Hemşirelik Bölümü, Psikiyatri Hemşireliği Anabilim Dalı ergun@mehmetakif.
edu.tr
2  Dr. (Öğr. Üyesi) Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi-
Hemşirelik Bölümü, Doğum ve Kadın Sağlığı Hemşireliği Anabilim Dalı
192 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ABSTRACT

Violence is defined as a situation in which the person subjected to physical


or mental harm, death or psychological harm, or the possibility of opening up, as
a result of the deliberate threat or application of power to another person in the
form of reality. In its report, the World Health Organization found that violence
is most directed towards women in the family environment. Violence against
women is a social problem arising from unequal power relations, including the
violation of fundamental human rights and freedoms. In a study of women who
experience domestic violence, it was found that most women feel closer to their
nurses because they can express themselves more easily and prefer to meet with the
nurses. In this respect, the ability of nursing students and nurses to fight against
violence against women will increase the quality of counseling services for families
they will serve. To this end, it is important to know the signs and symptoms of
violence that are not verbal and non-verbal, the violent factors and their cycles,
the initiatives that are supportive and non-supportive of the victims of violence,
and to have the knowledge and skills to help the victims of violence and to help
the family. The aim of this study is to introduce a cognitive and behavioral based
psychoeducation program in order to recognize the attitudes of nursing students
and nurses towards violence against women, to recognize signs of violence against
women and to increase their level of knowledge.
Keywords: Women, Violence, Nurse, Nursing student, Psychoeducation,
Cognitive-behavioral approach

GİRİŞ

Şiddet insan yaşamında her alanda görülebilen, dünyada giderek artan


önemli bir toplum sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya
Sağlık Örgütü şiddeti, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya
gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan
kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma olasılığı
bulunması” durumu olarak tanımlamaktadır. Şiddet bir davranıştır.
Davranışlar tutumların bir sonucudur (Erim & Yücens, 2016). Tutum
bir bireye atfedilen bir eğilimdir. Bu eğilim, davranışı ortaya çıkaran
uyarıcıları yorumlayan ve bilişsel değerlendirmeleri sağlayan algı zeminidir.
Tutumlarımızın çoğunu başka insanlardan ve kurumlardan (anne-baba,
öğretmen, medya) ediniriz. Başka bir deyişle, başkalarının dışa vurduğu
tutumları (taklit, model alma, pekiştirme, cezalandırma) benimseyerek
kendi tutumumuz haline getiririz (Aslan & Şekerci, 2013). Şiddet
olgusunda bireyler, fiziksel saldırganlığın kabul gören bir davranış biçimi
olabileceğini, öncelikle aile üyeleriyle yaşadıkları deneyimler aracılığıyla
öğrenirler. Daha sonraki yaşamlarında öğrendikleri bu saldırgan davranış
Hemşirelik Çalışmaları 193

ve tutumları, kendi özel ilişkilerinde de sürdürme eğilimi geliştirebilirler


(Avcı & Kelleci, 2015). Şiddeti genelde algılandığı gibi yalnızca “fiziksel
zarar” ile açıklamak yeterli değildir. Ruhsal anlamda da bireyde ya da
toplumsal boyutta olumsuz kalıcı etkileri olabilmektedir (Demir & Oskay,
2015). Çocukluğunda ruhsal problemler yaşayan bireylerin %19’u aile içi
şiddete maruz kaldıkları için ruhsal bozuklukları deneyimlemektedirler
(Lacasa et al., 2017). Dünya Sağlık Örgütü yayınladığı raporda, şiddetin
en fazla aile ortamında ve kadına yönelik olduğunu saptamıştır (Özçırpıcı
et al., 2011). Kadına yönelik şiddet temel insan hakları ve özgürlüklerin
ihlalini kapsayan eşit olmayan güç ilişkileri nedeniyle ortaya çıkan toplumsal
bir problemdir (Alkan et al., 2016). Başka bir deyişle “Kadınlara yönelik
şiddet” terimi, kadının fiziksel, cinsel veya psikolojik zarar görmesiyle
veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel olan, bu
tip hareketlerin tehdidini, baskıyı ya da özgürlüğün keyfi engellenmesini
de içeren, ister toplum önünde ister özel hayatta meydana gelmiş olsun,
cinsiyete dayalı her türden şiddet anlamına gelmektedir (Tunçer, 2017).
Kadınların maruz kaldığı şiddet türleri olarak:
Başka birini kontrol etmek için kullanılan fiziksel saldırı ve tehditler
içeren fiziksel şiddet; Duyguların ve duygusal ihtiyaçların, karşı tarafa bas-
kı uygulayabilmek için tutarlı bir şekilde bir yaptırım ve tehdit aracı olarak
kullanıldığı Duygusal/psikolojik ve sözel şiddet; istenmeyen cinsel davra-
nışlara zorlandığı cinsel şiddet ve ekonomik kaynakların kadın üzerinde
bir yaptırım, tehdit ve kontrol aracı olarak düzenli bir şekilde kullanıldığı
ekonomik şiddet sayılabilir (Akpınar, 2013). Bu bağlamda şiddetin türü
farketmeksizin kadın sağlığı üzerinde kısa ve uzun vadede gelişen olumsuz
etkileri mevcuttur. Şiddet kadının sağlığı üzerinde kalıcı hasarlar bıraka-
bileceği gibi depresyon, aşırı alkol kullanımı, anksiyete, intihar davranışı,
istenmeyen gebelikler, cinsel yolla bulaşan hastalıkların yanısıra (Bolu et
al., 2012) fiziksel yaralanmalar, bilinç kaybı, ilaç kullanımı, kabus görme,
güvensizlik, uykusuzluk, sosyal izolasyon, komplike baş ağrıları gibi bo-
zuklukların da yüksek oranda görüldüğü ve benlik saygısının daha düşük
olduğu bildirilmektedir (Güler et al., 2005). Evin dört duvarı içinde ger-
çekleşen her şey, mahrem ya da özel alana ait olarak değerlendirildiği için,
koca dayağı, evlilik içi tecavüz gibi şiddet biçimleri yakın zamana kadar gö-
rünmez ve mücadele edilemez bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Ül-
kemizin kendine özgü koşullarını düşündüğümüzde, diğer ülkelere kıyasla
mevcut sorunun daha az bilinir bir konu haline gelmesine neden olduğu
bildirilmiştir. Bu nedenle şiddet kullanımı, toplumun benimsediği ve meş-
rulaştırdığı bir amaç için gündeme geldiğinde o davranışın şiddet olarak
algılanıp algılanmaması da zorlaşmaktadır. Sadece ülkemizde değil birçok
toplumda kadına şiddet uygulanması kabul edilir bir davranış olarak algı-
lanabilmekte ve evliliğin sıradan bir özelliği olarak görülmektedir. Ayrıca
194 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

şiddet mağduru kadınlar için güvenilir, ciddi destek sistemlerinin olmama-


sı ve şiddete yönelik yasal düzenlemelerdeki yetersizliklerde şiddette ma-
ruz kalan kadınların artmasına katkıda bulunmaktadır (Çakır et al., 2014).
Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun,
08.03.2012 tarihinde bütün partilerin oylarıyla kabul edilerek 20.04.2012
tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bundan evvel yürürlükte olan 4320 sayılı
Kanunun kapsam açısından yeterli korumayı gerçekleştirememesi üzerine
yeni bir Kanun yapma ihtiyacı doğmuştur. Kadına karşı şiddetin tırman-
ması ve önemli boyutlara ulaşmasından duyulan tedirginliğin giderilmesi
için geniş kapsamlı bir yasa yürürlüğe girmiştir. Ancak bu yasanında belli
eksiklikleri bulunmaktadır (Özdemir, 2013). Bu bağlamda kadına yöne-
lik şiddet sadece birkaç kurumu değil şüphesiz çok sayıda kurum kuruluş
ve disiplini yakından ilgilendirmektedir. Mücadele programlarında da tek
bir sektörün tüm sorumluluğu alması ya da aktiviteleri elden götürmesi
akılcı değildir. Bununla birlikte tüm diğer sektörler arasında ‘mutlaka’ yer
alması gereken gruplardan birinin sağlık sektörü olduğu da bildirilmiştir
(Tatlılıoğlu, 2014). Şiddet mağduru olan veya risk grubunda bulunan ka-
dınlar için yardım alabilecekleri hizmet alanları içerisinde en başta sağlık
hizmetlerinin gelme nedenleri olarak mağdurların en çok sağlık sektörün-
de çalışanlara güven duyabilmeleri ve en çok onlardan yardım talebinde
bulunmaları sayılabilir. Aile içi şiddet yaşayan kadınlar üzerinde yapılan
bir çalışmada kadınların çoğunun kendilerini daha rahat ifade edebildik-
leri için hemşireleri kendilerine daha yakın hissettikleri ve hemşirelerle
görüşmeyi tercih ettikleri saptanmıştır (Kıyak & Akın, 2010). Amerikan
Acil Hemşireleri Birliği de (AENA) hemşirelerin her alanda aile içi şiddeti
tanılama, değerlendirme, danışmanlık yapma ve gerekli yerlere yönlendir-
me açısından kilit konumda olduğunu bildirmiştir. Kadın nüfusunun ço-
ğunluğu için şiddetin yaygın ve ciddi sağlık sorunları yaratması, şiddetin
güvenli annelik, aile planlaması, cinsel yolla bulaşan hastalıkların önlen-
mesi gibi sağlık girdilerini olumsuz etkilemesi ve şiddete uğramış olgularla
sıkça karşılaşmaları nedenleriyle sağlık çalışanlarının şiddete yaklaşımları
anahtar rol taşımaktadır (Lee et al., 2015). Ayrıca şiddet olgusunda birin-
cil koruma yaklaşımı şiddetin ortaya çıkmadan önce önlenmesini amaçla-
maktadır. Öncelikle toplumun kadına yönelik şiddet sorununun farkında
olması gerekmektedir. Sağlık çalışanları, bu farkındalığın arttırılmasında
etkin bir rol üslenmelidir. Örneğin sağlık sektörü, yapacağı bilgilendirme
kampanyalarıyla, kadınları, sahip oldukları yasal haklar ve şiddete maruz
kaldıklarında sağlık hizmetlerinden nasıl yararlanabilecekleri konularında
bilgilendirilebilir (Garcia Moreno et al., 2015). Sağlık sektöründe hemşi-
relerin büyük çoğunluğunun kadın olması ve sağlık hizmetini verildiği
tüm basamaklarda çalışması şiddet sorununun çözümünde etkin bir rol
oynamasını sağlayabilir. Bunun için şiddetin sözel ve sözel olmayan belirti
ve bulgularını, şiddet etmenlerini ve döngüsünü, şiddet mağduruna des-
Hemşirelik Çalışmaları 195

tekleyici olan ve olmayan girişimleri bilmek ve şiddet mağduru ile birlikte


ailesine yardım etme bilgi ve becerisine sahip olması önem taşımaktadır
(Gömbül, 2000). Ancak araştırmalarda şiddetin aile içi özel bir sorun ola-
rak görüldüğü ve varlığını ortaya çıkarmanın şiddet mağdurunun sağlığına
bir etkisinin olmayacağı, sağlık personelinin bu konuya karışmasının uy-
gun bir yaklaşım olmadığı, hemşirelerin aile içi şiddeti önleme ve yardım
etmede kendilerini sorumlu görmedikleri bildirilmiştir (Öztürk, 2014). Bu
bakımdan şiddet gören kadınlar da sağlık kuruluşuna başvuranların sap-
tanamaması bir “kaçırılmış fırsat” olarak değerlendirilmekte ve ne yazık ki
bu durum şiddet çemberinin kırılmasını önlemektedir (Özkul et al., 2015).
Sağlık personelinin hizmet sunumunda kadına yönelik şiddete ilişkin ken-
di duygularında farkındalığının sağlanması ve kontrol ederek karşısına çı-
kan olgu karşısında objektifliğini koruması önemlidir (Efe & Ayaz, 2010).
Amaç: Bu derleme türündeki araştırmanın amacı hemşirelik öğrencile-
rinin ve hemşirelerin kadına yönelik şiddete ilişkin tutumlarını tanımaları,
kadına yönelik şiddet belirtilerini tanılamaları, bilgi düzeylerini arttırma-
ları amacıyla bilişsel ve davranışçı temelli örnek bir psikoeğitim programı
oluşturmaktır.
Yöntem: Araştırma, 01.02.2017-01.02.2018 tarihleri arasında ulusal ve
uluslar arası literatür incelenerek, çeşitli makale ve kitaplarda ki bilgilerden
yararlanılarak yapılmıştır.
Araştırmacılar tarafından yapılan literatür taramasında bilişsel davra-
nışçı yaklaşım temelli psikoeğitim modelinin hemşirelik öğrencilerinin
ve hemşirelerin kadına yönelik şiddete ilişkin tutumlarına, kadına yönelik
şiddet belirtilerini tanılamalarına, bilgi düzeylerine ve şiddette mesleki rol-
lerine dair tutumlarına etkisini ölçen bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu ne-
denle insanda psikolojik savunma mekanizmaları yetersiz kaldığında, orta-
ya çıkan şiddet olgusunun kırılması, şiddet görmüş vakaya uygun ve etkin
girişimlerin yapılabilmesi için, klasik bir eğitim modeli yerine psikolojik
dayanaklılık ve kişisel gelişime odaklanmış bir psikoeğitim modelinin daha
etkili olabileceği düşünülmüştür. Literatürde de bu düşünceyi destekleyen
çalışmalar mevcuttur. Kelleci et al. (2014), bilişsel davranışçı tekniklere
dayalı öfke yönetimi programının lise öğrencilerinin öfke ve atılganlık
düzeylerine etkisini inceledikleri çalışmada; bilişsel davranışçı tekniklere
dayalı olarak oluşturulan öfke yönetimi programının, öğrencilerin sürekli
öfke düzeylerinde azalma, öfkeyi uygun bir şekilde ifade etme ve yönetme
amaçlarına ulaşmayı sağladığını göstermiştir. Auty et al. (2017) hapisha-
nede şiddet olgusunu bilişsel davranışçı yaklaşıma dayanan psikoeğitim
programı ile etkin bir şekilde azaltmışlardır. Bu düşünceden yola çıkılarak
ve literatür incelemelerine dayanarak planlanan psiko-eğitim modelinde
genelde rol play, problem çözme ve iletişim becerileri gibi “grup temelli eği-
tim ve gelişim stratejileri” kullanılması planlanmıştır. Psikoeğitimde belirli
196 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

beceriler öğretilerek, problemleri önlemek hedeflenmektedir. Psiko-eğitim


modeli eğitimsel içeriğe sahip rehberlik grupları ile beceri geliştirmeyi he-
deflemiş ve amaçların ortaya konduğu bir grup çeşididir. Bu gruplar prob-
lemi önlemeye odaklıdır. Bilgi verme ağırlıklıdır ve bilgiyi içselleştirme
sürecine odaklanmıştır (Güçray et al., 2009). Psikoeğitim, tedavi yöntemi
olarak önceleri psikiyatrik rahatsızlıklar, depresyon, uykusuzluk ve meme
kanseri gibi rahatsızlıklarda kullanılıyorken, günümüzde sağlıklı bireyler
için de iyilik halini yükseltme, sağlığı geliştirme gibi özel alanlarda kullanıl-
maya başlanmış ve uygulama alanları giderek genişlemiştir(Yılmaz & Türk-
leş, 2017; Soylu, 2014). Son zamanlarda şiddet ve saldırganlığı önlemek
amacıyla psikoeğitim programlarının kullanımı yaygınlaşmıştır. Yavuzer
(2017) bilişsel ve davranışçı yaklaşımlı temele dayanan psikoeğitim progra-
mıyla ergen bireylerin saldırganlık davranışlarını azaltmayı başarabilmiş-
tir. Kılıçarslan ve Atıcı (2017) ergenlerdeki saldırganlık davranışını psikoe-
ğitim programı ile oldukça etkili bir şekilde azaltabilmişlerdir. Psikoeğitim
yaklaşımı bireylerin gereksinimlerine daha çok bilişsel düzeyde etkileyerek
davranışların değişiminin hedeflendiği eğitim yöntemleriyle gerçekleştiri-
lir (Soylu, 2014). Psikoeğitimde grup formatı sayesinde etkileşim, sosyal
öğrenme ve sosyal destek bağlamında çeşitli yararlarının olduğu bildiril-
miştir. Psikoeğitim grupları genelde haftalık toplantılar gerçekleştirir ve
oluşturulan gruba yeni üyenin alınmadığı kapalı gruplardan oluşur. Otu-
rumları genelde 6-8 haftadır ve her bir oturumun süresi yaklaşık 90 dakika
kadardır. Psikoeğitim müdahalelerinde yetişkin eğitiminin temel ilkelerine
uyulmaktadır. Psikoeğitim modelinde son dönemlerde bilişsel-davranışçı
yaklaşımlar yaygın olarak kullanılmaktadır (Güçray et al., 2009; Yurtsever
et al., 2001). Özellikle aile içi şiddet vakalarında, şiddet uygulayan erkeğin
bilişsel süreçlerinde ve davranışlarında değişiklik yapılmasının gerekli ol-
ması nedeniyle bilişsel/davranışsal yaklaşımdan yararlanılmasında yarar
görülmektedir (Karataş & Kılıçarslan 2013). Modelde kullanılan Bilişsel
davranışçı yaklaşımla temel olarak 3 varsayıma dayanmaktadır. Bunlar:
1. Bilişsel etkinlikler davranışları etkiler.
2. Bilişsel etkinlikler gözlenebilir ve değiştirilebilir.
3. İstenilen davranış değişiklikleri bilişsel değişim yoluyla sağlanabilir.
Aslında tüm bilişsel davranışçı terapiler yapılandırılmış psikoeğitimsel
bir modele dayanmaktadır. Bu model içerisinde ödevlerin önemi vurgula-
nır, terapi oturumları sırasında ve oturumlar dışında danışanın etkin bir rol
oynaması beklenir ve bir takım bilişsel ve davranışçı tekniklerden yararlana-
rak değişim gerçekleştirilmeye çalışılır (Türk & Hamamcı, 2016; Williams
et al., 2017). Bilişsel davranışçı terapi, büyük ölçüde, kişinin kendi düşünce
biçiminin ve içsel bilişsel süreçlerinin yeniden düzenlenmesinin o kişinin
duygularında ve davranışlarında uygun etki oluşturacağı varsayımına
Hemşirelik Çalışmaları 197

temellendirilmiştir. Klasik koşullama, model olma ve davranışın prova


edilmesi gibi davranışçı teknikler bireyin daha gizli düşünsel süreçlerine de
uyarlanabilir. Bilişsel davranışcı yaklaşım sayesinde insanlar düşüncelerini
daha gerçekçi ve daha işlevsel bir yolla değerlendirmeyi öğrendiklerinde
duygu durumlarında ve davranışlarında iyileşme olmaktadır (Vatan, 2016).
Bu bakımdan kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda bilişsel davra-
nışsal yaklaşım temelli psikoeğitim modelinin klasik bir şiddetle mücadele
eğitim programından farklı olarak insanları psikolojik ve bilişsel yönlerden
içsel bir değişime uğratması bu sayede kadına yönelik şiddet sorununa et-
kin mücadele ve müdahelede bulunabilen sağlık personeli yetiştirilebilece-
ği düşünülmüştür.

KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELEDE BİLİŞSEL VE


DAVRANIŞÇI YAKLAŞIM TEMELLİ PSİKOEĞİTİM MODELİ
ÖRNEĞİ
Aile içi şiddet vakalarında, şiddet uygulayan erkeğin bilişsel süreçle-
rinde ve davranışlarında değişiklik yapılmasının gerekli olması nedeniyle
bilişsel/davranışsal yaklaşımdan yararlanılmasında yarar görüldüğü litera-
türde de desteklenmektedir.
Şiddetle ilgili çalışılırken aşağıdaki hususlar gerçekleştirilmelidir (Kara-
taş & Kılıçarslan, 2013).
1.Özellikle şiddete neden olan iletişim sorunlarının ve bunları oluştu-
ran şartların açık bir şekilde tanımlanması,
2. Aile etkileşimini olumsuz etkileyen davranışların sıklığı, süresi, bo-
yutları ve hangi işlevleri engellediğinin belirlenmesi,
3. Şiddet davranışını sürdüren, azaltan veya arttıran etkenlerin ortaya
çıkarılması,
4. Şiddet davranışını değiştirebilmek için kullanılabilecek bireysel ve
çevresel kaynakların belirlenmesi,
5. Aile üyelerinin danışmaya ilişkin amaçlarının öğrenilmesi,
6. Amaçlara başarılı bir şekilde ulaşabilmek için kolaylaştırıcı ve engel-
leyici faktörlerin belirlenmesi.
Bilişsel-davranışçı terapide, duygusal ve davranışsal sorunların temelin-
de bireylerin sahip oldukları mantık dışı düşünce biçimlerinin yattığı dü-
şünülmektedir. Sahip olunan bilişsel süreçler nasıl hissedildiğinin ve nasıl
davranıldığının belirleyicisidir. Terapide asıl olarak düşünme, karar verme,
soru sorma, yapma ve yeniden karar verme vurgulanarak bilişsel ve davra-
nışsal alan üzerine odaklanılır (Hinsberger et al., 2017). Terapi bir öğrenme
198 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

süreci olarak yeni becerilerin oluşturulduğu ve uygulandığı, yeni düşünme


biçimlerinin geliştirildiği, problemle daha etkili başa çıkma yöntemlerinin
kazanıldığı psikoeğitsel bir yaklaşım olarak nitelendirilebilir (Karataş &
Kılıçarslan, 2013). Psikoeğitim gruplarında oluşturulan grup yapısı, belli
bir süre içerisinde bir konuyu etkili bir biçimde sunmak ve beceri geliştir-
meyi sağlamaktır. Hemşirelik bölümünde öğrenimine devam eden öğren-
cilerin ve hemşirelerin şiddet kavramını, kadına yönelik şiddetle ilgili risk
faktörlerini, kadına yönelik şiddetin kadın sağlığına ve toplum sağlığına
olan etkilerini, kadına uygulanan şiddet çeşitlerini ve şiddetle başa çıkma
yollarını, ileride meslek hayatında ilgili vakayla karşılaşması durumunda
gerçekleştirmesi gereken hemşirelik bakımı ve yasal sorumluluklarını bil-
mesi önemlidir. Şiddetle mücadele konusunda bilgi ve becerilerinin art-
tırılması psikoeğitim programıyla sağlanabilir. Bu sayede sorun hakkında
hem psikolojik hem de bilişsel farkındalıklarının artmasıyla birlikte dav-
ranışsal değişim ve beceri geliştirebilirler. Geleceğin sağlık profesyoneli
olacak hemşirelik öğrencilerinin ve hemşirelerin kadına yönelik şiddetle
mücadelede yeterli donanıma sahip olmaları hizmet verecekleri ailelere yö-
nelik danışmanlık hizmetlerinin de kalitesini artıracaktır. Çünkü kadına
yönelik şiddet ülkemizin en önemli problemleri arasında yer almaktadır ve
görülme sıklığı gün geçtikçe artmaktadır.

Programın hedefleri; hemşirelik öğrencilerinin ve hemşirelerin şiddet


kavramını bütünüyle tanımaları, şiddete daha az açık olmanın sağlanması,
kadına yönelik şiddet kavramını tanıması, kadına yönelik şiddette riskli
grupları tanıma ve saptama becerilerinin geliştirilmesi, kadına yönelik
şiddeti önleme yollarının öğretilmesi, saldırgan davranışlara maruz
kalan kadına karşı empatinin geliştirilmesi, iletişim ve sosyal becerilerin
geliştirilmesi, aile içi etkileşim ağına yönelik farkındalığın arttırılması,
şiddet görmüş kadına gerekli hemşirelik bakımının uygulanması ve yasal
sorumluluklarının farkındalığının artırılması hedeflenmiştir.

Programın İçeriği
Her bir ergenin şiddet içerikli davranışı ve yaşantıları grup ortamında
ele alınmaktadır. Grup, davranış düzenleyici olarak, olumlu anlamda kul-
lanılmaktadır. Burada hemşirelik öğrencileri ve hemşireler ile süreç odaklı
olarak aşağıdaki konular ele alınmaktadır;
• Şiddet davranışının gelişimi ve şiddet döngüsü,
• Şiddetin sonuçları,
• Bilişsel çarpıtmalar,
• Kendi şiddet içere davranışına dair öz ve dış değerlendirme,
Hemşirelik Çalışmaları 199

• Grup üyelerinin güncel şiddet davranışları,


• Aile içi iletişim örüntüleri,
• Kadına yönelik şiddet kavramı,
• Kadına yönelik şiddet konusunda riskli gruplar,
• Kadına yönelik şiddetle mücadelede alternatif iletişim ve eylem
stratejileri,
• Aile içi yaşantıların ve duyguların gerginlik ve saldırganlık üzerindeki
ve saldırgan
• tutum ve davranışların aile içi etkileşimler üzerindeki etkileri,
• Şiddete maruz kalan kadına yönelik empati geliştirebilme.

Kadına Yönelik Şiddeti Önleme ve Saldırganlıkla Baş Etme


Psikoeğitim Grup Çalışmasında Kullanılacak Temel Yöntem ve
Teknikler
-Bireyin şiddet kavramına ilişkin düşüncelerini öğrenebilmek adına
sanat terapi çalışmaları yapmak (kara kalem ve renkli resim).
-Bireylerin farklı rolleri üstlendiği ve böylelikle davranışının farklı yön-
lerini (şiddet eğilimi vb) tanıdığı canlandırmalar.
-Vaka çalışması yöntemi ile bireylerin şiddet gören kadın olgusunu
tanıma ve şiddete uğramış kadın ile karşılaştıklarındaki olası yaklaşımların
belirlenmesi.
-Şiddet, şiddet türleri, şiddet döngüsü ve şiddetin olası zararlı sonuçlarını
kapsayan eğitim planının gruba sözel olarak anlatılması ve sunum sonrası
soru cevap şeklinde fikir tartışması gerçekleştirilerek eğitim etkinliğinin
değerlendirilmesi (sunumlar barkovizyon eşliğinde, kısa film gösterimi,
rol-play (rol oynama) ve beyin fırtınası gibi eğitim yöntemleri kullanılarak
gerçekleştirilecektir).
-Şiddet görme riski taşıyan kadınla karşılaştığında uygun danışmanlığı
verebilmesi için vaka çalışması yöntemi kullanılarak profesyonel yaklaşım-
ların öğretilmesi.
-Bireylerin davranışlarının sonuçlarını değerlendirmek için “Sonuç-
Yarar-Analizi” uygulanması.
-Bireylerin şiddet davranışını kabul edilebilir bulmasına yol açan bilişsel
çarpıtmalarının hikaye yazma yöntemi ile saptanması.
-Bireylerin bilişsel çarpıtmalarının değiştirilmesi için bilişsel ve davra-
nışsal yaklaşım temelli ev ödevi tekniği, bilişsel yeniden yapılandırma ve
davranış değiştirme tekniklerinin kullanılması
200 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

-Rol oynama ile kendi şiddet içerikli davranışları ile yüzleştikleri özel
bir yöntem olan sıcak sandalyenin uygulanması.
-Aile etkileşim ağı ve iletişim türlerinin bireyler ve davranışları üzerin-
deki etkilerini ve aynı zamanda aile içindeki bireylerin davranışlarının aile
ortamı ve iletişimleri üzerindeki etkilerini görmeyi hedefleyen aile soy ağa-
cı (Genogram) ve aile dizilimi çalışmalarının uygulanması (Bay ve Aker
2003; Bulduk ve ark 2017; Kazantzis ve ark 2016; Sütçü 2016;Sungur 2003).

SONUÇ

Araştırmacılar tarafından literatür taranarak, hemşireler ve hemşirelik


öğrencilerine yönelik oluşturulan psikoeğitim programı örneği çalışmala-
rında kullanarak etkinliklerini değerlendirebilirler.

KAYNAKLAR

AKPINAR, O. (2013). Aile içi şiddete maruz kalan kadınlarda aile içi şiddetle başa
çıkma özyeterliği. Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, 4(39), 24-
36.
ALKAN, A., Erdem, R., & Çelik, R. (2016). Sağlık Alanındaki Ayrımcı Tutum ve
Davranışlar: Kavramsal Bir İnceleme. Hacettepe Sağlık İdaresi Dergisi,
19(3), 365-390.
ASLAN, M., & ŞEKERCI, Ö. G. S. (2013). Aile içi şiddetin bir boyutu olarak kadina
yönelik şiddet: toplumsal algi ve tutumlar. Nişantaşı University Journal Of
Social Sciences, 1(1).171-193.
AUTY, K. M., COPE, A., & LIEBLING, A. (2017). Psychoeducational programs
for reducing prison violence: A systematic review. Aggression and violent
behavior, 33, 126-143.
AVCI, D., & KELLECI, M. (2015). Lise Öğrencilerinde Öfke, Saldırganlık ve Ruhsal
Belirtiler Arasındaki İlişki. Sempozyum Dergisi,1(5), 34-42.
BAY, A. AKER, T. (2003). Bilişsel-davranışçı terapiler (BDT) ve araştırma
yöntemleri, Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji (3P) Dergisi, 11(Ek 2):75-
78.
BOLU, A., DORUK, A., AK, M., ÖZDEMIR, B., & ÖZGEN, F. (2012). Uyum
bozukluğu olgularında intihar davranışı. Düşünen Adam: Psikiyatri ve
Nörolojik Bilimler Dergisi, 25, 58-62
BULDUK, S., DINÇER, Y., USTA, E., & BAYRAM, S. (2017). Demanslı Yaşlılara
Uygulanan Sanat Terapi Yönteminin Bilişsel Durum Üzerine Etkisinin
İncelenmesi. Journal of Contemporary Medicine, 7(1); 36-41.
Hemşirelik Çalışmaları 201

ÇAKIR, Ö., HARCAR, T., SÜRGEVIL, O., & BUDAK, G. (2014). Kadına Yönelik
Şiddet ve Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddetin Durumu. Toplum Ve
Demokrasi Dergisi, 2(4), 51-70.
DEMIR, S., & OSKAY, Ü. Y. (2015). Aile İçi Şiddetin Üreme Sağlığına Etkisi. Düzce
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Dergisi, 5(1), 35-38.
EFE, Ş. Y., & AYAZ, S. (2010). Kadına yönelik aile içi şiddet ve kadınların aile içi
şiddete bakışı. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 11(1), 23-29.
ERIM, B. R., & YÜCENS, B. (2016). Kadına Yönelik Şiddet ve Kadın Sığınma
Evleri. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi, 25(4), 536-549.
GARCÍA-MORENO, C., HEGARTY, K., D’OLIVEIRA, A. F. L., KOZIOL-
MCLAIN, J., COLOMBINI, M., & FEDER, G. (2015). The health-systems
response to violence against women. The Lancet, 385(9977), 1567-1579.
GÜÇRAY, S. S., ÇEKICI, F., & ÇOLAKKADIOĞLU, O. (2009). Psiko-eğitim
gruplarının yapılandırılması ve genel ilkeleri. Mersin Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, 5(1), 134-153.
GÜLER, N., TEL, H., ÖZKAN TUNCAY, F. (2005). “Kadının aile içinde yaşanan
şiddete bakışı.” CÜ Tıp Fakültesi Dergisi, 27(2), 51-56.
HINSBERGER, M., HOLTZHAUSEN, L., SOMMER, J., KAMINER, D., ELBERT,
T., SEEDAT, S., ... & WEIERSTALL, R. (2017). Feasibility and effectiveness
of narrative exposure therapy and cognitive behavioral therapy in a context
of ongoing violence in South Africa. Psychological trauma: theory, research,
practice, and policy, 9(3), 282.
GÖMBÜL, Ö. (2000). Hemşirelerin ailede kadına eşi tarafindan uygulanan şiddete
ve şiddette mesleki role ilişkin tutumları. Hemşirelikte Araştırma Dergisi, 1,
1-19.
KARATAŞ, Z., & KILIÇARASLAN, F. (2013). Kadına yönelik şiddetin
önlenmesinde aile terapisinin rolü. Nişantaşı University Journal of Social
Sciences, 1(1):116-128.
KAZANTZIS, N., WhITTINGTON, C., ZELENCICH, L., KYRIOS, M., NORTON,
P. J., & HOFMANN, S. G. (2016). Quantity and quality of homework
compliance: a meta-analysis of relations with outcome in cognitive behavior
therapy. Behavior therapy, 47(5), 755-772.
KELLECI, M., Avcı, D., ERŞAN, E. E., & DOĞAN, S. (2014). Bilişsel davranışçı
tekniklere dayalı öfke yönetimi programının lise öğrencilerinin öfke ve
atılganlık düzeylerine etkisi.  Anatolian Journal of Psychiatry/Anadolu
Psikiyatri Dergisi, 15(4),296-303.
KILIÇARSLAN, S., & ATICI, M. (2017). Ergenlerde Görülen Saldırgan
Davranışlarda Ebeveyn ve Ergenlere Uygulanan Psikoeğitim Programının
Etkisinin İncelenmesi. Adnan Menderes University, Journal of Institute of
Social Sciences, 4(1), 20-41.
202 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

KIYAK, S., & AKIN, B. (2010). Hemşire ve Ebelerin Kadına Yönelik şiddet
Konusunda Bilgi ve Tutumları. Turkish Journal of Research & Development
in Nursing, 12(2), 1-11.
LACASA, F., ÁLVAREZ, M., NAVARRO, M. Á., RICHART, M. T., SAN, L., &
ORTIZ, E. M. (2016). Emotion Regulation and Interpersonal Group
Therapy for Children and Adolescents Witnessing Domestic Violence: A
Preliminary Uncontrolled Trial. Journal of Child & Adolescent Trauma, 1-7.
LEE, F. H., YANG, Y. M., HUANG, J. J., CHANG, S. C., WANG, H. H., & HSIEH,
H. F. (2015). Clinical competencies of emergency nurses toward violence
against women: a delphi study. The Journal of Continuing Education in
Nursing, 46(6), 272-278.
ÖZÇIRPICI, B., Akın, M., İçbay, E., Aydın, N., & Özgür, S. (2011). Bir Tıp Fakültesi
ve Hastanesinde Çalışan Kadınların Eş/Partner Şiddetine Maruziyet
Durumları ve Etkileyen Faktörler. Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi,
25(25), 97-112.
ÖZDEMIR, H. (2013). 6284 Sayılı ailenin korunmasi ve kadına karşı şiddetin
önlenmesine dair kanun’un değerlendirilmesi. Nişantaşi University journal
of social sciences, 1(1): 45-63.
ÖZKUL, S. A., KAYA, Ç. A., ÜNALAN, P. C., AKMAN, M., ÇIFÇILI, S., UZUNER,
A., & KAYA, Ç. A. (2015). İstanbul’da Aile Sağlığı Merkezlerinde Koruyucu
Adolesan Sağlığı Yaklaşımında Kaçırılmış Fırsatlar Missed Opportunities
in Preventive Adolescent Heath Approach, in Family Health Centers in
Istanbul, Turkish Family Physician, 6(1), 18-29.
ÖZTÜRK, A. B. (2014). Erkeklik ve Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet: Eşine Şiddet
Uygulayan Erkekler, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Sosyal Hizmet Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara
SOYLU, C. (2014). Kanser hastalarında bilişsel davranışçı terapi. Psikiyatride
Güncel Yaklaşımlar, 6(3), 257-270.
SUNGUR, M.Z. (2003). Bilişsel ve davranışçı terapilerin temel ilke ve özellikleri
ve entegre yaklaşımın yararları,Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji (3P)
Dergisi; 11(Ek 2):31-38
SÜTCÜ, S. T. (2016). Bilişsel Davranışçı Grup Terapileri. Psikiyatride Güncel
Yaklaşımlar, 8(Ek 1), 1-2.
TATLILIOĞLU, K. (2014). Kadına yönelik şiddetle mücadele ulusal eylem planı
2012-2015’in genel bir değerlendirilmesi. KMÜ Sosyal ve Ekonomı̇k
Araştırmalar Dergı̇si 16 (Özel Sayı I): 115-122.
TUNÇER, P. (2017). Violence against women in turkey and the responsibility of
public Administration. International Congress Of Eurasian Social Sciences
(ICOESS) Özel Sayısı, 8(8), 1-37.
Hemşirelik Çalışmaları 203

TÜRK, F., & HAMAMCI, Z. (2016). Bilişsel-davranişçi yaklaşima dayali olarak


uygulanan öfke kontrolü programlarinin etkililiğinin değerlendirilmesi:
bir meta-analiz çalişmasi evaluating the effectiveness of anger control
interventions developed based on cognitive-behavioural approach: a meta-
analytic study. Journal of International Social Research, 9(43), 1522-1531.
VATAN, S. (2016). Bilişsel davranışçı terapilerde üçüncü kuşak yaklaşımlar.
Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 8, 190-203.
WILLIAMS, M. T., CHAPMAN, L. K., BUCKNER, E. V., & DURRETT, E. L.
(2016). Cognitive behavioral therapies. In  Handbook of mental health in
African American youth, Springer International Publishing, pp: 63-77.
YILMAZ, M., & TÜRKLEŞ, S. (2017). Türkiye’de Hemşireler Tarafından Kadın
Ruh Sağlığı Kapsamında Yapılan Çalışmaların Hemşirelik Bakımına Etkisi.
Turkiye Klinikleri J Psychiatr Nurs-Special Topics, 3(3), 260-7.
YAVUZER, Y. (2017). Ergenlerde saldırganlığı azaltmaya yönelik psiko-eğitim
programı. Pegem Atıf İndeksi, 347-425.
YURTSEVER, Ü. E., KUTLAR, T., TARLACI, N., KAMBERYAN, K., & YAMAN,
M. (2001). Ruh hastalıkları tedavisinde psikososyal bir boyut: Psikoeğitimsel
bir model. Düşünen Adam, 14(1), 33-40.
Hemşirelik Çalışmaları 205

BAĞLANMA VE İNSAN İLİŞKİLERİ


ATTACHMENT AND HUMAN RELATIONSHIPS

Gül Sultan ÖZEREN1

ÖZET

İnsanın bedensel gelişimi ile ruhsal gelişimi arasındaki bağlantılar göstermek-


tedir ki sosyal beyne altyapı oluşturan erken dönem ebeveyn-çocuk ilişkilerinin
çok önemli ve özel bir yeri vardır. Burada bu alanda yıllar önce başlayıp günümü-
zün teknolojik imkanları sayesinde çığır açan bilimsel birikimlere değinilecektir.
Bağlanma ve insan ilişkileri alanındaki güncel nörobilimsel çalışmalarda, beynin
hayatın herhangi bir döneminde değişebilme kapasitesine sahip olduğu ve sosyal
etkileşimlerin beynin düzenlenmesi, büyümesi ve sağlığı için en önemli kaynak-
lardan biri olduğu vurgulanmaktadır. Kişilerarası nörobiyoloji alanında araştırma
yapan bilim insanları arkadaşlık, evlilik, psikoterapi gibi bütün önemli ilişkilerin
nöro-plastik süreçleri yeniden etkinleştirebildiğine ve beynin yapısını değiştirebil-
diğine inandıklarını ifade etmektedir. Bu durum, hem kişisel hem toplumsal an-
lamda ruhsal yükselişimiz için umud vadetmektedir. Ayrıca ruh sağlığı alanında
çalışan bireyleri bu alanda verilen emek ve harcanan zamanın boşa olmadığı ko-
nusunda motive etmektedir. İlgili konudaki en güncel bilimsel birikimleri takip
etmek ve içinde bulunduğumuz şartlara uyarlayarak kullanıp geliştirmek adına da
coşku vericidir. Dünyaya geliş biçimimizi kontrol edemediğimiz, geçmişe gidip ilk
bağlanma deneyimlerimizi değiştiremediğimiz doğrudur. Söz konusu geçmiş ya-
şantılar olduğunda önemli olan gerçek değil gerçeğin bizdeki izdüşümleridir. Dö-
nüşüm için ihtiyacımız olan; kendimizi keşferederek bağlanma ilişkimizi onarmak
ya da güvenli bağlanmayı baştan inşa etmektir.
Anahtar Kelimeler: bağlanma, insan ilişkileri, bağlanma ilişkisi, kişilerarası
ilişkiler
ABSTRACT

The connections between the physical development of a person and his/her


spiritual development show that early parent-child relationship that constitutes
the social brain’s infrastructure have an essential role in development. Scientific
background making a breakthrough thanks to technological improvements will be
referred here. Current neuroscientific studies in the field of attachment and human
relationships emphasize that the brain has the capacity to change at any stage of life
and that social interactions are one of the most important sources for the brain’s
regulation, growth and health. Scientists working in the field of interpersonal
neurobiology suggest that all major relationships such as friendship, marriage
and psychotherapy have the potential to re-activate neuroplastic processes and to

1  Dr. Öğr. Üyesi Sinop Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu


206 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

change the structure of the brain. This is promising for our spiritual enhancement,
both in individuals and in societies. It is also motivating for individuals working in
the field of mental health implying that their labor and time spent in this area are
worthy. It is also motivating in terms of closely following the most recent scientific
improvements in the related fields, accommodating them for our own conditions,
and even taking them further. It is undoubted that we have no control over how
we come to the world, and we cannot go back to our past to change our first
attachment experiences. When it comes to past experiences, it is not the reality that
is important but the projections of our reality. What we need for transformation is
to repair our attachment relationship by discovering our own selves or to rebuild a
safe attachment from scratch.
Keywords: attachment, human relationship, attachment relationship,
interpersonal relationship

“Zorluklarla karşılaştıklarında arkalarında yardımlarına koşacak


bir ya da daha fazla kişinin bulunduğundan emin olduklarında
bütün yaşlardan insanlar en üst düzeyde mutludurlar ve
yeteneklerini en yararlı olacak biçimde ortaya koyabililer.”
J. Bowlby

Bağlanma kuramı; bir psikiyatr ve psikanalist olan John Bowlby tarafın-


dan, 1950’de Dünya Sağlık Örgütü’nün kendisinden evsiz çocukların ruh
sağlığı üzerinde çalışmasını istemesi üzerine, çocuk bakımı ve psikiyatrisi
alanında çalışmaya başlamasıyla geliştirilmeye başlanmıştır.Tarihsel olarak
bağlanma kuramı, nesne ilişkileri kuramının bir türü olarak geliştirilmiştir
(Bowlby, 2012-a).
Bowlby’nin bağlanma kuramına göre yeni doğan bebekler, yalnızca onla-
ra bakmaya ve onları korumaya istekli bir yetişkinin varlığında yaşamlarını
sürdürebilirler (Bowlby, 2012-b; Bowlby, 2012-c) Bebeklik dönemi; fiziksel,
zihinsel ve duygusal yönden gelişimin en hızlı olduğu dönemdir. Henüz ye-
terli derecede becerileri gelişmemiş olan bebeğin bakım verenle kurduğu
birebir ilişki, onun zihinsel ve duygusal gelişimi için son derece önemlidir.
Biyolojik yetersizliği dikkate alındığında bebekte, bakım verenine karşı bağ-
lanmanın oluşması kaçınılmazdır (Öztürk & Uluşahin, 2008).
Bağlanma kuramı hem görünme ve gözden kaybolmasıyla bağlanma
davranışını hem de çocukların ve diğer bireylerin belirli insanlara yaptıkları
kalıcı bağlanmaları açıklamak amacıyla yapılmış bir girişimdir. Bu teoride
anahtar kavram davranışsal sistemdir. Bir çocuğun ya da yetişkinin bağlan-
ma figürüyle belli mesafe veya erişilebilirlik sınırları içinde ilişkisini sürdür-
mesinin yolunu açıklayan davranışsal sistem kavramını sunarken homeostaz
kavramından yararlanılmıştır. Bu homeostazın içindeki önceden belir-
lenmiş sınırlar, organizmanın çevredeki net olarak tanımlanmış kişilerle
Hemşirelik Çalışmaları 207

ilişkisi veya çevrenin diğer özellikleri hakkındadır. Ayrıca bu homeosta-


zın içindeki sınırlar fizyolojik yollar yerine davranışsal yollarla korunurlar.
Böylece, çok sayıda kendine has özelliğe sahip içsel bir psikolojik düzenin
varlığını kabul ederken önerilen kuramın, yapısal kuramın diğer şekilerini
(yapısal kuramın bu şekillerinin içindeki psikanaliz değişkenleri iyi bilinir-
ler) tanımlayan ve onları davranışçılığın birçok şeklinden kesin sınırlarla
ayıran aynı temel özelliklerin tümünü taşıdığı görülebilir. Bu kendine has
özellikler arasında kendiliğin ve bağlanma figürlerinin temsili modelleri de
vardır (Bowlby, 2012-a).
Bowlby, çocuğun annesine yakın bir bağ geliştirmesi konusunda döne-
minin kabul gören temel teorisinin “annenin bebeği beslemesi” olduğunu
belirtmektedir (Bowlby, 2012-a). Freud ve dönemin bazı psikologlarının
kabul ettiği görüşe göre, bebekler ebeynleri onlara besin sağladıkları için
yani en temel ihtiyaçlarını karşıladıkları için ebeveynlerine bağlanırlar
(Gerrig & Zimbardo, 2012). Oysa Bowlby, bu teorinin kendi çalışma tecrü-
beleriyle uyuşmadığını belirterek yeni bir teori arayışı içine girmiştir.
Bowlby, 1951 yılında Lorenz’in çalışmalarından haberdar olarak, in-
sanlarla ilgili yanıt aradığı problemi başka canlılar üzerinde araştıran bilim
insanlarını incelemeye başlamıştır. Onlar, birçok türde gelişen, önce yavru
ve ebeveynler arasında olan ve daha sonra da çiftleştirilen çiftler arasında
olan göreceli olarak oluşan kalıcı ilişkileri ve bu gelişimleri yanlış yolara gö-
türebilecek bazı yolları incelemektedirler. Bowlby (Bowlby, 2012-a), kendi
kendine şöyle sorduğunu ifade etmektedir: Bu çalışma psikanalizin merke-
zindeki probleme, insanlardaki “içgüdü” problemine ışık tutabilir mi?
Lorenz’in ördek ve kaz yavrularının takip etme tepkileri ile ilgili çalış-
ması özel ilgi konusu olmuştur (Bowlby, 2012-a). Etolojist Konrad Lorenz,
“mühürlenme” kavramına dikkat çekerek, insanların yetiştirdiği yavru
kazların kendi türlerinden biri yerine insanlardan birine mühürlendiğini
ortaya koymuştur. Mühürlenme gelişimin önemli bir döneminde hızlıca
oluşur ve kolay kolay değiştirilemez (Gerrig & Zimbardo, 2012). Bowlby
için buradan çıkan sonuç şu yönden çok önemli olmuştur: “bazı hayvan
türlerinde tek bir ane figürü ile kurulan güçlü bağ yiyeceğin aracılığı olma-
dan gelişebiliyor. Bu yavrular ebevynleri tarafından beslenmiyorlardı, ken-
dileri böcek yakalayarak besleniyorlar” (Bowlby, 2012-a). Bu şekilde etoloji
üzerine dikkatini yoğunlaştıran Bowlby, burada kavradığı pransipleri kendi
alanına uygulamaya başlamıştır.
Temel ihtiyacın (beslenme) giderilmesi esasına dayanan bağlanma
dönemin bilim adamlarından Harlow tarafından (1958) kabul edilmemiş
ve kendi teorisi karşısında test edilmiştir (Gerrig & Zimbardo, 2012). Kurulan
deney düzeneğinde, maymunlardaki temel güdüyü anlamak için onlara iki
seçenek verilmiştir; ya kumaş kaplıbir yere tırmanacaklar ya da demirden ve
rahatsız bir yere tırmanıp süt içeceklerdir. Yavru maymunlar demir çubuğa
208 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

tırmanıp süt içtikten sonra hızla kumaş kaplı yerlerine dönmüşlerdir (Tüzün
& Sayar, 2006). Yavru maymunlar korktuklarında havlu anneye sığınırken,
yeni uyaranları keşfederken de bu havlu anneyi merkez almışlardır (Gerrig
& Zimbardo, 2012). “Temas rahatlığı” kavramının öne çıktığı bu çalışma,
sadece beslenmenin değil rahatlığın da önemli olduğunu göstermektedir
(Tüzün & Sayar, 2006; Gerrig & Zimbardo, 2012).

Güvenli Üs
Yakınlığı Koruma Bağlanma dışı
Yakında kalma ve davranışlarda
ayrılığa direnme bulunmak için güvenli
üs olarak kullanma

BAĞLANMA

Güvenli Sığınak
Rahatlama, destek ve
yeniden güvence için
bağlanma figürüne
dönme

Şekil 1:Bağlanma sisteminin temel işlevleri (Hazan ve Shaver, 1994)

Anne yoksunluğu
Bowlby’nin bağlanmaya ilişkin araştırmaları anne yoksunluğuna olan
ilgisinden kaynaklanmıştır. Uzun dönemler boyunca tanıdık bakım verici-
lerinden ayrılıp, yerel bakımevlerine yerleştirilmiş bebek ve çocukları izle-
miştir. Çocukların tepkilerinin iki yönü çok çarpıcı gelmiştir. İlki; çocukla-
rın ayrılıklara tepkilerinin çok benzer olmasıdır. Giderek tahmin edilebilir
ve değişmez bir duygusal tepkiler sırası sergiliyorlardı. Bu tepkilerden ilki,
ağlama, etkin bir şekilde araştırma ve sakinleştirme çabalarına direnç aşa-
ması olan “protesto” idi. Bunu pasiflik ve açık bir üzüntü ile özellik kaza-
nan“umutsuzluk” izliyordu. Üçüncü ve son evre ise “duygusal kopma” idi.
Çocukların anne yoksunluğuna tepkilerinin ikinci çarpıcı yönü, kısa sü-
reli ayrılıkların bile uzun süreli etkilere neden olmasıydı (Hazan &Sahver,
1994).
Hemşirelik Çalışmaları 209

Zihinsel Modeller/ İçsel Çalışan Modeller


Zihinsel modeller ya da içsel çalışan modeller olarak bilinen kavram,
Bowlby’nin bağlanma kuramının en temel kavramlarından biridir. Buna
göre her birey, olayları algılayış biçimine göre geleceğe yönelik öngörülerde
bulunarak ve buna göre plan yaparak, dünyaya ve kendisin dünyadaki yeri-
ne dair içsel çalışan modeller oluşturur. Bireyin dünyaya dair oluşturduğu
içsel çalışan modellerdeki temel özellik, bağlanma figürlerini nerede bula-
cağına ve bu figürlerin kendisine nasıl yanıt vereceğine ilişkin tasarımıdır.
Birey tarafından, bağlanma figürünün gözünde ne kadar kabul edilebilir
ya da kabul edilemez olduğuna ilişkin çıkarımlar yapılır. Bireyin ihtiyaç
duyduğu anda destek için başvurabileceği bağlanma figürünün ulaşılabilir
veya duyarlı olmasına ilişkin öngörüleri birbirini tamamlayan bu yapılara
dayanır (Bowlby, 2012-b).
Sonuç olarak çocuk ihtiyacı olduğunda bakıcısından gereken desteği ve
olumlu tepkiyi görürse bakıcısının ulaşılabilir, güvenilir ve destekleyici ol-
duğuna dair zihinsel temsiller geliştirir. Tersi durumda ise çocuğun bakım
vereni çocuğun gereksinimlerine duyarsız kaldığında ya da birbiriyle uyuş-
mayan tepkilerle karşılık verdiğinde çocuk bağlanma figürünü reddedici,
kendisini de sevilmeye ve desteklenmeye değmez biri olarak kabul eder.
Mantık çerçevesinde savunulması zor olsa da bu ilkel genellemeler sık gö-
rülür (Bowlby, 2012-b).
“Zaten bir kez benimsendiğinde ve çalışma modellerinin kumaşıyla
örüldüğünde bir daha uzun uzadıya sorgulanmazlar.” (Bowlby, 2012-b).

Güvenli ve Güvensiz Bağlanma


Bowlby’e göre güvenli bağlanmış çocuklar; sıkıntılı veya memnun ol-
duğunda bakımverenleri tarafından birlik halinde, yardımcı, sevgi dolu
yanıt verilen çocuktur. Böyle çocuklar, kendiliğin fark edilemeyen, tepki
verilemez veya başa çıkılamaz bir yönünün olmadığı beklentisine ulaşırlar.
Ancak güvenli bağlanamayan çocuklar; yetersiz, düzensiz ve yersiz şekilde
yanıt verilen çocuklardır. Onlar, tehdit altında olduklarında başkalarının
kendilerini güvende tutabileceğini beklemezler.
Güvensiz bağlanan çocuklarda üç temel sorun ortaya çıkmaktadır.
1- Kendilerine ve/veya başkalarına dair modelleri olumsuzdur.
2- Bu içselleştirilmiş zararlı modelleri kendi başlarına düzeltmekte zor-
luk yaşarlar. Çünkü dışarıdan gelen bilginin bu modelleri boşa çıkardığını
algılamakta bilişsel ve duygusal olarak zorlanırlar.
3- İşler modelleri veya şablonları farkındalıkları dışında varlıklarını
sürdürdüğünden bunların insafına kalmışlardır (Levenson, 2013).
210 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Wachtel (2011), güvensiz bağlanan çocukların etkilendikleri dördüncü


bir noktadan bahseder. O’na göre; içsel işler modeller, biraz da bu deneyim-
lere yol açan kişilerle etkileşimler devam ettiği için devam eder. Çocukla-
rına bebekken sert davranan anne ve babaların, çocuk yürümeye başladı-
ğında da sert davranmasını, çocuk ergen olduğunda da sert davranmasını
buna örnek gösterir.

Ergenlikte Bağlanma
Ergenlikte, gençlik dönemine ulaştıkça ebeveynlerle olan bağlanma ilişki-
lerinden uzaklaşma eğilimi görülmektedir. Genç ile ebeveynleri arasında var
olan bağlar artık sığınılacak güvenli bağlar olarak algılanmaktan çok sınırla-
yıcı bağlanmalar olarak görülmeye başlanmaktadır (Kesebir ve ark., 2011).
Sonraki yıllarda yakın ilişkilerdeki beklenti, inanç ve tutumları yönlendiren
“içsel çalışma modellerinin” içeriğini ebeveyn davranışları ve etkileşim biçi-
mi oluşturur. Ergenlerde de içsel çalışma modeli, ergenin bağlanmasıyla ilgili
zihinsel sürecini, kişiler arası ilişkilerini yansıtır ve yaşamı boyunca değişme-
den kişi üzerinde etkisini sürdürür (Meeus & Oosterwege, 2002).
Ülkemizde ergenlerde bağlanma sorunları ile ruhsal durum ve anne-ba-
ba tutumları arasındaki ilişkiyi araştıran Keskin ve Çam; ergenlerin bağ-
lanma stilleri ile ruhsal durumları arasında bağlantı olduğunu ve anne-ba-
baların çocuk yetiştirme davranışlarının ergenlerin bağlanma örüntüsünü
anlamlı biçimde yordadığını bulmuşlardır (Keskin & Çam, 2008). Ergen-
lerde bağlanma ve saldırganlık davranışları arasındaki ilişkini incelendiği
araştırmada ise (Kaplan & Aksel, 2013) güvensiz bağlanan ergenlerin daha
yüksek saldırganlık puanı aldıkları görülmüştür.

Erişkinlikte Bağlanma
Bağlanma kuramının önemli esaslarından biri, bağlanma ilişkilerinin
yaşam boyu önemli oranda devam ettiği şeklindendir (Bowlby, 2012-b;
Bartholomew & Horowitz, 1991) Bağlanma araştırmaları özellikle bebekle-
re ve anne-bebek ilişkisine odaklanıyor osa da “bağlanma” yaklaşımı gelişi-
min tüm etaplarını ve çocukların yanısıra yetişkinlerle de yapılan terapötik
çalışmaları kapsamaktadır. Bağlanma araştırmalarının bebeklik dönemi-
nin ötesine geçtiği en belirgin çalışma olarak Garip Durum gözlemlerini
takiben bağlanma durumu veya diğer psikolojik özeliklerin çocukluk hat-
ta ergenlik ve yetişkinlikteki devamının izlendiği en belirgin çalışmalar
önemlidir (Cassidy, 2000; Thompson, 2008; Berlin, Cassydy &Appleyard,
2008) Bu uygulama erken dönem bağlanma ilişkisinin psikolojik gelişim-
deki etki ve sonuçlarına bireyin bebeklik döneminin çok ötesindeki aşama-
larda da ilgi gösterildiğinin kanıtı olarak görülmektedir (Wachtel, 2013).
Bu yönde araştırma yapmak için ilk çalışmalar Main ve arkadaşları tarafın-
dan yapılmıştır (Bowlby, 2012-b; Bartholomew & Horowitz, 1991) Ayrıca
Hemşirelik Çalışmaları 211

günümüzdeki sayısı oldukça artmış olan sosyal psikolojik çalışmalar ara-


sında yerişkinlikteki bağlanma ile aşk ilişkilerine oldukça farklı bir yaklaşı-
mın temsilcisi olan çalışmalar önemlidir (Hazan&Shaver, 1987; Mikulincer
&Shaver, 2007).
Main ve arkadaşları (1985), bağlanma zihinsel modelleri ile anne-ba-
balık davranışı arasında doğrudan bir ilişki kurarak, Ainsworth ve arka-
daşlarının (1978) çalışmasında olduğu gibi, güvenli olarak sınıflandırılan
annelerin, çocuklarına karşı daha duyarlı, ilgili ve kabullenici olduklarını;
kararsız (saplantılı) annelerin çocuklarına daha çok karıştıklarını, daha çok
yakında tutmak istediklerini ve yönlendirmeye çalıştıklarını gözlemlemiş-
lerdir. Son olarak, kayıtsız ana-babaların çocuklarıyla ilişkilerinde kopuk-
luk yaşadıkları, daha mesafeli oldukları ve az iletişimde bulundukları sap-
tanmıştır (Bartholomew & Horowitz, 1991).
Hazan ve Shaver (1987), romantik bağlanmayı kavramlaştırarak bir
bağlanma süreci olarak çocukluktaki üç bağlanma biçiminin ergenlik dö-
neminde ve yetişkinlikteki duygusal ve evlilik ilişkilerinde de ortaya çıka-
bileceğini ileri sürmüşlerdir. Bunları değerlendirmek için Ainsworth’un üç
çocuk bağlanma stilinin tanımlamasına dayanan basit bir ölçek geliştirmiş-
lerdir. Bu ölçek Main’in araştırmasının tersine yarı yapılandırılmış soru-
lardan çok kendi tepkilerine dayanmaktadır. Romantik aşkı bir bağlanma
ilişkisi olarak ele alan Hazan ve Shaver, Ainsworth ve arkadaşlarının bebek
bağlanma davranışını sınıflandırmada kullandıkları ölçütleri kullanarak
bunları yetişkin bağlanma örüntülerine uyarlamışlardır. Araştırmalarda
yetişkinlere yapılan üç tanımlamadan (güvenli, kaçınan ve kaygılı/karar-
sız) hangisinin kendilerini en iyi tanımladığı sorulmuştur (Bartholomew
& Horowitz, 1991). Güvenli grupla karşılaştırıldığında güvensiz grupların
sevgi konusundaki inanç ve deneyimlerinin daha olumsuz oldukları gö-
rülmektedir. Güvensiz gruplar daha kısa romantik ilişkilere sahiptirler ve
çocukluklarındaki aile ilişkilerini tanımlarken ailelerini az destek sağlayan
insanlar olarak anlatmışlardır (Bartholomew & Horowitz, 1991).

Bartholomew’in Dörtlü Bağlanma Modeli


Bowlby (1973)’nin zihinsel modellerin benliğe ve başkalarına ilişkin
inançları içerdiği görüşünden yola çıkarak, Bowlby (1982) tarafından ortaya
konulan benlik ve bağlanma figürü modelini yetişkin bağlanma stillerini
açıklamak için dörtlü bağlanma modeli geliştirmiştir. Bireylerin benlik
ve başkaları zihinsel modellerinin olumlu ve olumsuz olma durumunun
çaprazlamasından dört bağlanma modeli elde edilmektedir (Bartholomew
& Horowitz, 1991).
212 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

BENLİK MODELİ
(Bağımlılık)
Olumlu Olumsuz
(düşük) (yüksek)
DİĞERLERİ GÜVENLİ
Olumlu SAPLANTILI
MODELİ Yakınlık kurmada rahat
(düşük) İlişkilere takıntılı
ve özerk
(Kaçınma)
KAYITSIZ KORKULU
Olumsuz
Yakınlığa karşı kayıtsız Yakınlıktan korkan ve
(yüksek)
ve karşıt bağımlı sosyal açıdan kaçınan

Şekil 2. Dörtlü Bağlanma Modeli (Bartholomew ve Horowitz, 1991)

Güvenli (secure) bağlanma stilindeki bireyler hem kendilerine, hem de


başkalarına yönelik olumlu zihinsel modellere sahiptirler. Saplantılı (pre-
occupied) bağlanma stilindeki bireyler olumsuz benlik olumlu başkaları
modeline sahiptirler. Kayıtsız (dismissing) bağlanma stilindeki bireyler
olumlu benlik olumsuz başkaları modeline sahiptirler. Son olarak korkulu
(fearful) bağlanma stilindeki bireyler ise olumsuz benlik ve olumsuz başka-
ları modeline sahiptirler (Morsünbül & Çok, 2011).

4.1.3. Mary Ainsworth’un Bağlanma Kuramına Katkıları


Mary Ainsworth, bağlanma kuramının zaman içerisinde berraklaşarak
güçlenmesinde katkısı en dikkate değer iki insandan biridir (diğeri ise Ro-
bert Hinde’dir). Ainsworth, 1950’lerin sonundan başlayarak hem Afrika’da
(1963, 1967) hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde (1969, 1978) bağlan-
ma davranışı ile ilgili bilimsel çalışmalara öncülük etmiş ve aynı zamanda
kuramın gelişmesine büyük yardımı olmuştur. Ainsworth’ün çalışmaları ve
onun öğrencilerinin ve de ondan etkilenen diğerlerinin çalışmaları sayesin-
de bağlanma kuramı, mevcutların içinde muhtemelen en iyi desteklenen
sosyo-duygusal gelişim kuramı olarak algılanmaktadır (Bowlby, 2012-a).
Ainsworth’un Uganda Projesi: Ainsworth 1953’ te eşinin görevi
dolayısıyla Uganda’ya giderek 26 Uganda’lı bebekte bağlanmanın gelişimini
incelemiştir (Bretherton, 2003). Dokuz ay süresince her iki haftada iki
saatlik süreyle bebekleri ve ailelerini gözlemlemiştir. Uganda çalışmalarının
verileri, anne-bebek etkileşiminin kalitesindeki bireysel farklılıklarını
çalışmak için zengin bir kaynak olmuştur (Ainworth, 1963, 1967, akt.
Bretherton, 1992). Tüm bu verilerden, annenin bebeğinin sinyallerine
tepkisinin değerlendirmesine dayanan görüşme formlarından üç farklı
bağlanma örüntüsü ortaya çıkmıştır. Güvenli bağlanan bebekler, annelerinin
varlığında keşiften memnun görünmüşler ve annelerinin yokluğunda çok
Hemşirelik Çalışmaları 213

az ağlamışlardır. Güvensiz bağlanan bebekler, annelerinin yardımıyla


bile çok az keşif davranışında bulunmuşlar ve annelerinin yokluğunda
çok ağlamışlardır. Bu durum anne duyarlılığıyla ilişkilendirilmiştir.
Henüz bağlanmamış bebekler ise, annelerine fark edilir nitelikte değişen
davranışlar sergilememişlerdir. Duyarlı annelerin bebekleri güvenli
bağlanmaya meyilli olmuşlardır, güvensiz bebeklerin anneleriyse az duyarlı
davranmışlardır (Bretherton, 2003).
Ainsworth’un Baltimore Projesi: Ainsworth, Afrika’dan döndükten
sonra (1963) Baltimore adı verilen bir çalışma gerçekleştirmiştir. Anne-be-
bek bağlanma örüntülerini anlamak için 26 Baltimore ailesi ve bebekleri
doğmadan önce alınmışlar (Bretherton, 1992), doğduktan sonra da dört
saat süren aylık ev ziyaretleriyle bu bebekler evlerinde gözlemlenmişlerdir.
Daha sonra bu bebekler on iki aylık olduklarında yeni ve alışkın olmadıkla-
rı bir durumda nasıl davranacaklarını görmek için John Hopkins Üniversi-
tesi’nde, “Yabancı Durum” adı verilen bir laboratuar ortamında gözlenmiş-
lerdir (Bretherton, 2003).
Ainsworth ve Yabancı Ortam Deneyi: Bağlanmayı değerlendirmek
için en sık kullanılan araştırma yöntemlerinden Ainsworth ve arkadaşları
tarafından geliştirilen işte bu “yabancı ortam testi”dir. Birkaç aşamanın il-
kinde çocuk oyuncaklarla dolu, alışık olmadığı bir odaya götürülür. Anne
odada iken çocuk odayı keşfetmeye ve oynamaya teşvik edilir. Birkaç da-
kika sonra odaya yabancı biri girer, anne ile konuşur ve çocuğa doğru yak-
laşır. Ardından, anne odadan çıkar. Bu kısa ayrılıktan sonra anne döner,
çocuğuyla yeniden bir araya gelir, yabancı odayı terkeder. Araştırmacılar
çocuğun davranışlarını ayrılma ve bir araya gelme zamanlarında gözlemler.
Buldukları sonuca göre çocuğun tepkileri üç gruba ayrılır (Gerrig & Zim-
bardo, 2012).
1. Güvenle bağlanan bebekler; ebeveyn odayı terkedince rahatsız
olurlar. Yakınlık, rahatlık isterler. Bir araya geldiğinde temas arar ve
adım adım oyuna geri dönerler.
2. Güvensiz bağlanan/kaçınmacı bebekler; ilgisiz görünürler, hatta
belki ebeveyn odaya döndüğünde ondan kaçıp onu göz ardı edebi-
lirler.
3. Güvensiz bağlanan/kararsız bebekler; ebeveyn odayı terk ettiğinde
oldukça üzgün ve kaygılıdırlar. Yeniden bir araya geldiklerinde
rahatlayamazlar. Ebeveyne öfkelidirler ve ona karşı koyarlar.
Fakat aynı zamanda temas istediklerini de belli ederler (Gerrig &
Zimbardo, 2012).
214 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Bağlanma ve Nörobiyolojik Yaklaşım


“Bowlby geleceği görmüştü” (Schore, 2012). Bowlby’nin içsel bağlan-
mayla ilgili genel ve kuş-bakışı perspektifinin geniş ölçüde kapsamlı olma-
sı, bu perspektifin gelecek zamanlarda da yakından incelenmesi gerekliliği-
ni ortaya çıkarmıştır. Shore, yakından bakılması gereken kısımların sadece
bağlanma süreçlerine aracı olan beyin yapıları değil, bu yapıların kendi-
lerini gelişmekte olan beynin içinde nasıl düzenledikleri olduğuna dikkat
çekmektedir (Schore, 2012).
Bağlanma teorisi aynı zamanda bir duygu düzenleme teorisidir. Bu ba-
kış açısıyla “bağlanmanın zihinsel modellerinin, stresli durumlara yönelik
bireylerin vermiş oldukları farklı duygusal tepkileri yönlendiren kurallar
bütünü olarak anlaşılabileceği” ifade edilmektedir (Hamarta & Deniz ME,
2009).
Bowlby’nin önerisinin ışığında, limbik sistem, bağlanma davranışının
belirmesiyle ilgili gelişimsel değişikliklerin alanı olarak konumlandırılmıştır.
Yedi-onbeş ay arası belirli bir periyotta, myelinizasyon ve özellikle hızlı bir
şekilde gelişen limbik ve kortikal bağlantı bölgelerinin olgunlaşması için
önemli olduğu görülmektedir (Schore, 2012).

Resim 1. Sağ yarım kürenin limbik yapıları, yandan görünüş (A.N. Schore, 2003.
s.194).
Bowlby’ye (1969) göre görme duyusu bebeğin anneye bağlanmasında en
önemli rolü oynar ve ‘imprinting’ (mühürleme, imgelerin zihne kazınması)
bağlanma ilişkisinin oluşmasının altında yatan öğrenme mekanizmasıdır.
Buna ek olarak, bağlanma dışsal davranıştan ibaret değildir; bağlanma
“bebeğin anneyle etkileşimi sırasında ve bu etkileşimin bir sonucu olarak
sinir sisteminin içine kurulan” içsel bir süreçtir (Ainsworth, 1967, akt.
Schore, 2012).
Hemşirelik Çalışmaları 215

Annenin yüzü tetikleyici işlev görerek bebeğin büyümekte olan


beyninde yüksek seviyelerde endojen opiatların salgılanmasına neden olur.
Bu endorfinler bebeğin beyninin sub-kortikal ödüllendirme merkezlerini
doğrudan etkileyerek biyokimyasal olarak bebeğin sosyal etkileşim, sosyal
duygulanım ve bağlanma olaylarından zevk almasını sağlarlar (Schore AN,
2012). Dolayısıyla annenin etkisiyle artan dopamin ve endorfin miktarları
bebeğin zevk deneyimine aracılık eder. Ayrıca annenin yüzündeki ilgi
ifadesinin artması da, hipotalamus merkezlerinde üretilen ve hipofiz
bezinin endorfin üretimini düzenleyip otonom sinir sisteminin sempatik
bölümünü etkinleştiren bir nöropeptit olan kortikotropin salgılatıcı
faktörün (CRF) artmasını sağlar (Schore AN, 2012).
Çocuk “karşılıklı bir ödüllendirme sistemine” girmeye motive olur
çünkü “öforik durumlar bu gelişim düzeyindeki canlılar için belki de en
çekici deneyimlerdir” (Schwartz, 1990, akt. Schore AN, 2003). Bu sistemin
ikili niteliği, bebeğin “duygusal” ve “biyolojik” aynası olan annenin
yüzünün, bebeğin “canlılığını” “her iki bireyi de olumlayan ve pozitif şekilde
genişleten bir devre” dahilinde yansıtmasında görülmektedir (Wright,
1991, akt.Schore AN, 2003). Fogel (1982) bebeğin yaşamının ilk yılında,
gittikçe artan uyarılma düzeylerine gösterilen duygulanım toleransının
geliştirilmesini başarılması gereken en büyük görevlerden biri olduğunu
bildirir. Annenin bunu kolaylaştırabilmesinin yolu, bebeğin uyarılma
düzeyi yüksek durumlarını ayarlamasıdır (Schore AN, 2012).

Resim 2. Video kayıtlarından alınan ardışık kareler bebeğin gülümserken


(sol) ağzının sol tarafının açıldığını (sağ yarım kürenin etkimleştiğini gösterir)
ve bebek diliyle konuşurken (sağ) ağzının sağ tarafının açıldığını (sol yarım
kürenin etkimleştiğini gösterir) göstermektedir. 5 ile 12 ay arasındaki bebekler
için standart bir Laterizasyon İndeksi hesaplandı. Bu veriler 5 aylık bebeklerin
duygusal ifadelerinin yetişkinlerde olduğu gibi ağırlıklı olarak sağ yarımküre
tarafından kontrol edildiğine işaret etmketedir (A.N. Schore, 2003. s.287).
216 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Bowlby duygusal açıdan duyarlı olan ve karşılık veren bir annenin


çocuk için “güvenli bir üs” yarattığını, artık hareketlenmiş olan çocuğun
da zaman zaman bu üsten ayrılarak dünyayı keşfetmeye çıktığını ve
sonra geri döndüğünü anlatmıştır. Çocuk bu maceralara atılabilmek için
annenin duygulanım ifadelerini bir işaret olarak kullanır, belli bir ortamın
güvenli veya tehlikeli olup olmadığını anlamak için annenin ortamı
değerlendirmesini bekler ve onun duygulanım ifadelerini bu konuda
verilmiş sinyaller olarak kullanır. (Schore AN, 2012).
Duygulanım düzenlemenin güvenlik temelli stratejilerini içeren
işlemsel bilgi, Waters ve arkadaşları (1998) tarafından tanımlanan somut
bir kurallar bütününü içerir. Bu kurallar “güvenli yaşam senaryoları”
(secure base scripts) olarak adlandırılmaktadır. Bu yaşam senaryoları; (1)
yaşam güçlüğü ya da kaygının kabul edilmesi ve ifade edilmesi (2) destek
arayışı (3) etkili bir problem çözme girişimi olmak üzere üç ana başa çıkma
stratejisi çevresinde birleşirler.

Talairach
Kooordinatları
(mm)

Resim 3. İlk kez anne olan 4 ile 8 hafta önce doğum yapmış kadınların 3 günlük
bir bebeğin ağlamasını duydukları anda çekilen fonksiyonel manyetik rezonans
görüntüleme (fMRI). Yeni anne olmuş kadınlar bebek ağlaması duydukları
zaman eşit oranda etkinleşen beyin bölgeleri sağ lateral orbitofrontal korteks ve
sağ temporal lob. Sarı renk (kırmızı renkteki bölgelere göre) daha fazla faaliyet
olduğunu göstermeketedir.
Oldukça çok sayıda nörobiyolojik araştırma karmaşık kendilik-düzen-
leyici yapısal sistemlerin frontal, özellikle de orbital prefrontal kortekste
bulunduklarını göstermektedir (Damasio, 1994; Pribram, 1987; akt. Shore,
2003). Bu sistemler doğumda bebekle birlikte hazır halde gelmez ve be-
beğin gelişmesi sırasında aniden ortaya çıkmaz, doğum sonrası dönemde
bebeğin yaşadığı “sosyal temaslarla” ve nesnel faaliyetlerle oluşurlar.
Orbitofrontal kortikal bölge özellikle sağ kortekste yayılmış durumdadır
ve sağ yarımküre sol yarımküreye göre limbik ve sub-kortikal bölgelerle
Hemşirelik Çalışmaları 217

daha fazla karşılıklı bağlantı kurar. Sağ korteks duygusal ifadelerin


algılanıp işlemden geçirilmesi, ifade edilmesi ve düzenlenmesine hakimdir,
duygusal yüz ifadelerinin belleğe kayıt edilmesi işlevini gerçekleştirir ve
kendilik ve nesne imgelerine dayalı bir tasarım sistemi içerir. Olgunlaşmış
orbitofrontal korteksin etkinleşmesi örneğin hipofiz bezinin daha fazla
endorfin ve ACTH salgılaması, sempatik sinir sisteminin adrenomodüler
plazma noradrenalin ve adrenalin salgılaması gibi sub-kortikal hormonal
değişimlere neden olur. En önemlisi, serebral korteksteki orbitofrontal
bölge sosyal ve duygusal davranışlar ve beden ve motivasyon hallerinin öz
düzenlemesi faaliyetlerinde benzersiz işlevlere sahiptir (Schore AN, 2012).

Resim 4. Schore’un sağ beyin ikili kortolimbik-otonomik devreleri

Birincil bağlanma nesnesinin duygusal ifadeler taşıyan yüzünün bir


tasarım modelinin basımlanmasıyla, o nesneye verilen duygulanım cevapları
söz konusu nesnenin mevcut olmadığı zamanlarda bile sürdürülebilir. Bu
işlev, duygu yansıtan yüz ifadesi prototiplerinin soyut şablonlarını çıkarıp
bunları kayıt edebilen bir kortolimbik sistemin deneyime bağlı yapısal
gelişimi sayesinde ortaya çıkar (Schore AN, 2012).
218 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Bebeğin ikinci yılında anne bakıcı rolünden çıkarak bir sosyalleşme


aracısı haline gelir. Çünkü artık çocuğu sınırsız ve tedbirsiz bir şekilde
yapılan keşifler, öfke nöbetleri, tuvalet alışkanlıkları gibi konularda, yani
çocuğun yapmaktan hoşlandığı şeyleri sınırlama konusunda ikna etmek
zorundadır. Bir başka deyişle, anne artık çocuğu sosyalleştirmek için be-
beğin yukarıda saydığımız faaliyetlerden aldığı zevkle bağlantılı yüksek
pozitif duygulanım seviyelerini düşürmek, azaltmak amacıyla duygulanım
düzenlemesi yapmak zorundadır (Schore AN, 2012).
Bebeğin beklenti içinde olduğu pozitif duygulanımın engellenmesi spe-
sifik olarak karşısındakinin yüz ifadesinde coşku ve ilgi yerine iğrenme
görmesidir; bu durum bebek için sosyal referanslama sisteminde, yani
duygularını ve davranışlarını annenin yüz ifadelerine göre düzenlediği
sistemde meydana gelen ani ve beklenmedik bir aksamadır. Utanç duygu-
suyla yaşanan uyumsuzluk, diğer negatif duygulanımlarda da olduğu gibi,
düzenleme işlevinde meydana gelen bir aksamayı, bir başarızlığı temsil
eder ve çocuk tarafından Winnicott’un (1958) “çocuğun var olmaya devam
etme ihtiyacı” olarak tarif ettiği süreçte meydana gelen bir kesinti olarak
deneyimlenir (akt. Schore AN, 2003).
Uyumun sağlandığı durumların aksine, utanç bebeğin acı verici bir
ızdırap durumuna geçmesine neden olur ve tırmanmakta olan coşku ve
zevk halinin aniden düşmesi, heyecanın hızla kesilmesi ve medulla oblon-
gatadaki vagal tepkiler aracılığıyla kalbin yavaşlaması şeklinde görülür. Bu
değişim uyarıcı dopaminerjik ventral tegmental limbik ön beyin-orta beyin
devresinin etkinlik seviyesinin azaldığını ve ketleyici noradrenerjik lateral
tegmental limbik ön beyin-orta beyin devresinin etkinlik seviyesinin art-
tığını gösterir (Schore AN, 2012).
Sosyalleşme deneyimleri sırasında yaşanan interaktif uyumsuzluğun
bir sonucu olarak bebek, süregelen ve gittikçe tırmanan pozitif bir duygu-
lanım halinden aniden ve beklenmedik şekilde negatif bir duygulanım
haline itilir; bebek bu stresli durum değişimini kendi başına düzenleye-
mez. Bu nedenle, çocuğun çöküntü ve strese neden olan negatif duygu-
lanım durumundan çıkıp yeniden pozitif duygulanım haline dönebilmesi
için çocuğun utanç halinin düzenlemesine anne babanın aktif olarak katıl-
ması hayati önem taşır. Erken dönem gelişiminde anne ve baba bebeğin
duygulanım durumlarının modüle edilmesinde büyük rol oynar, özellikle
de pozitif bir durumun kesilmesi ve iki durum arasındaki geçişlerde gerekli
modülasyonun büyük bölümünü üstlenirler; anne ve babanın bu katılımı
bebeğin öz düzenlemesinin gelişmesini sağlar (Schore AN, 2012). Kişilera-
rası nörobiyoloji alanında beynin sosyal yapılanması ve bağlanma ilişkileri-
nin rolü özellikle önemlidir; ayrıca bilimsel verilerin ebeveynliğe, psikote-
rapiye ve eğitime uygulanması da temel odak noktalarından biridir (Siegel
& Hartzel, 2003).
Hemşirelik Çalışmaları 219

Bakım verici duyarlı, cevap veren ve duygusal açıdan yaklaşılabilen


bir kişiyse, özellikle de karşılıklı senkronize bakışmayla görsel-duygusal
düzenleyici etkileşimleri yeniden başlatır ve devam ettirirse, ikili yeniden
psikobiyolojik olarak uyumlu hale gelir, utanç duygusu metabolize edilir
ve düzenlenir ve bağlanma bağı yeniden kurulur. Burada anahtar faktör
bakım verenin kendi duygulanımlarını monitör edebilme ve düzenleye-
bilme kapasitesidir. Winnicott (1971) “yeterince iyi” annenin “kendini
ketleme” veya “kendini kontrol etme” işlevini çocuğun dürtüsel duygusal
ifadeleri boyunca “çocuğun yanında olabilme” kapasitesi olarak tanımla-
maktadır (akt. Schore AN, 2012). Bu onarım çocuğun gelecekteki duygusal
gelişimi için çok önemlidir. Anne-babaya bağlanma biçimleri, kişilerarası
ilişkiler ve bu ilişkilerin uyum içinde sürdürülebilmesinde döngüsel bir et-
kiye sahiptir (Özeren ve Akın, 2016).
Kişilerarası deneyimlerle biyolojik gelişim arasındaki bağlantıdan dola-
yı, sosyal beynin nöral altyapısının oluştuğu erken dönemdeki bakıcı-çocuk
ilişkilerinin etkisi özel bir önem taşımaktadır. İnsan ilişkilerinin nörobili-
mi üzerine yaptığı çalışmalarla bu alanda önemli bir yere sahip olan psi-
koterapist Cozolino, beynin hayatın herhangi bir döneminde değişebilme
kapasitesine sahip olduğu ve sosyal etkileşimlerin beynin düzenlenmesi,
büyümesi ve sağlığı için en önemli kaynaklardan biri olduğunu vurgula-
maktadır (Cozolino, 2014). Kişilararası nörobiyoloji alanında araştırma
yapan bilim adamları, arkadaşlık, evlilik, psikoterapi gibi bütün önemli
ilişkilerin nöro-plastik süreçleri yeniden etkinleştirebildiğine ve beynin
yapısını değiştirebildiğine inandıklarını ifade etmektedir. Bu durum, hem
kişisel hem toplumsal anlamda ruhsal yükselişimiz için umud vadetmekte-
dir. Ayrıca ruh sağlığı alanında çalışan bireyleri bu alanda verilen emek ve
harcanan zamanın boşa olmadığı konusunda motive etmektedir. İlgili ko-
nudaki en güncel bilimsel birikimleri takip etmek ve içinde bulunduğumuz
şartlara uyarlayarak kullanıp geliştirmek adına da coşku vericidir. Dünyaya
geliş biçimimizi kontrol edemediğimiz, geçmişe gidip ilk bağlanma dene-
yimlerimizi değiştiremediğimiz doğrudur. Fakat önemli olan gerçek değil
gerçeğin bizdeki izdüşümleridir ve tüm bu bilgilerle görünmektedir ki bun-
ları değiştirmek elimizdedir.
220 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

KAYNAKLAR

Bartholomew K, Horowitz LM. Attachment styles among young adults: A test of


a four-category model. Journal of Personality and Social Psychology. 1991,
61:226-244.
Bowlby J. (1) A Secure Base. Parent-Child Attachment and Healthy Human
Development. Basic Books. Çeviren: Güneri S. Güvenli Bir Dayanak.
Ebeveyn-Çocuk Bağlanması ve Sağlıklı İnsan Gelişimi. 1. Basım, Psikoterapi
Enstitüsü Eğitim Yayınları, İstanbul, 2012, 25-48, 180-206.
Bowlby J. (2) Attachment and Loss. Çeviren: Soylu TV. Bağlanma. 2. Basım, Pinhan
Yayıncılık, İstanbul, 2012, 39-60, 151-191.
Bowlby J. (3) The Making and Breaking of Affectional Bonds. Çeviren: Kamer M.
Sevgi Bağlarının Kurulması ve Bozulması. 1. Basım, Psikoterapi Enstitüsü
Eğitim Yayınları, İstanbul, 2012, 87-103.
Bretherton, I. The origins of attachment theory: John Bowlby and Mary Ainsworth.
Developmental Psychology.1992, 28 (5), 759.
Cozolino L. The Neuroscience of Human Relationships. Çeviren: Benveniste M.
İnsan İlişkilerinin Nörobilimi Bağlanma ve Sosyal Beynin Gelişimi. 1.
Basım, Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları, İstanbul, 2014
Gerrig R J, Zimbardo PG. Psychology and Life. Çeviren: Sart G. Psikoloji ve
Yaşam.19. Basım, Nobel Yayınevi, Ankara, 2012, 317-323.
Hamarta E, Deniz ME, Durmuşoğlu Saltalı N. Bağlanma stillerinin duygusal zekâyı
yordama düzeyi. Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri. 2009, 9(1):195-
229.
Hazan C, Shaver PR. Attachment as an organizational framework for research on
close relationships. Psychological Inquiry. 1994, 5(1): 1-22.
Kaplan B, Aksel AŞ. Ergenlerde bağlanma ve saldırganlık davranışları arasındaki
ilişkinin incelenmesi. Nesne Psikoloji Dergisi. 2013, 1(1): 20-40.
Kesebir S, Özdoğan Kavzoğlu S, Üstündağ M.F. Bağlanma ve psikopatoloji.
Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar. 2011, 3(2):321-342.
Keskin G, Çam O. Ergenlerin ruhsal durumları ve anne baba tutumları ile
bağlanma stilleri arasındaki ilişkinin incelenmesi. Anadolu Psikiyatri Derg.
2008, 9: 139-147.
Levenson H. Brief Dynamic Therapy. Çeviren: Turanlı P. Kısa Dinamik Terapi. 1.
Basım, Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları, İstanbul, 2013, 15-52.
Meeus W, Oosterwege A. Parental and Peer Attachment and Identity Development
In Adolescence. J Adolesc. 2002, 25:93-106.
Mikulincer M, Shaver PR, Pereg D. Attachment theory and affect regulation: The
dynamics, development, and cognitive consequences of attachment related
strategies. Motiv Emot. 2003, 27: 77- 102.
Hemşirelik Çalışmaları 221

Morsünbül Ü, Çok F. Bağlanma ve ilişkili değişkenler. Psikiyatride Güncel


Yaklaşımlar. 2011, 3(3):553-570.
Özeren G.S., Akın S. Anne-Baba Bağlanma Biçimleri ve Kişilerarası İlişkilerin
Değerlendirilmesi. FNG & Bilim Tıp Dergisi. 2016; 2(3): 222-232.
Öztürk MO, Uluşahin A. Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. 11. Basım, Nobel Tıp
Kitabevleri, 2008, Ankara, 94-95.
Schore AN. Affect Dysregulation and Disorders of the Self. Çeviren: Benveniste M.
Duygulanım Düzensizliği ve Kendilik Bozuklukları. 1. Basım, Psikoterapi
Enstitüsü Eğitim Yayınları, İstanbul, 2012, 31-43, 263-198, 226-254, 370-
375.
Tüzün O, Sayar K. Bağlanma kuramı ve psikopatoloji. Düşünen Adam Psikiyatri ve
Nörolojik Bilimler Dergisi. 2006, 19(1): 24-39.
Wachtel PL. Relational Theory and the Practice of Psychotherapy. Çeviren: Taylan
Bozkurt B. İlişkisel Kuram ve Psikoterapi Uygulaması. 1. Basım, Litera
Yayıncılık, İstanbul, 2011, 21-29.
Wachtel PL. Therapeutik Communication. The Guilford Publications. 2011.
(Türkçe basımı: Terapinin Dili. Çeviren: Mirel Benveniste. Ed: Özakkaş T.
Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları. İstanbul, 2013.
Waters HS, Rodrigues LM, Ridgeway D. Cognitive underpinnings of narrative
attachment assessment. J Exp Child Psychol. 1998, 71: 211-234.
Tıp Çalışmaları
Tıp Çalışmaları 225

SESSİZ HİPOFİZ ADENOMLARI


SILENT PITUITARY ADENOMAS

Zafer PEKKOLAY1

ÖZET

Hipofiz adenomu saptanan ve klinik olarak bulgusu olmayan hastalarda sessiz


hipofiz adenomu düşünülmelidir. Sessiz hipofiz adenomlu hastalar hiperfonksiyon,
hipopituitarizm açısından değerlendirilmelidir. Makroadenomlar ve/veya optik
aparatusa yakın olanlarda görme alanı testi yapılmalıdır.
Klinik semptomu belirsiz olup hormon ürettiği tespit edilen adenomlara klinik
sessiz adenomlar; kliniği olmayan histokimyasal olarak belirlenen adenomlara ta-
mamen sessiz adenomlar terimi kullanılabilir. Gonadotrop adenomlar ve null-cell
adenomlar en sık görülen sessiz hipofiz adenomlarıdır.
Nörolojik semptom/kayıp yapan sessiz adenomların opere edilmesi
önerilmektedir.
Cerrahi sonrası hastalar hipofizer yetmezlik açısından değerlendirilmelidir.
Postop rezidü veya rekürrens durumunda radyasyon tedavisi verilebilir.
Sessiz kortikotrop adenomlarda rekürrens ve agresif davranış özelliği daha
fazladır.
Sessiz adenomlar sap basısına bağlı prolaktin yüksekliği yapabilir.
Cerrahi ve radyoterapiye dirençli vakalarda temazolamid kullanılabilir.
Medikal tedavi olarak dopamin agonisti(prolaktinoma dışı adenomlarda) ve
somatostatin analoğu kullanımı ile ilgili kanıtlar zayıftır.
Hipofizde adenom tespit edildiğinde fonksiyon açısından değerlendirilmeli,
görme sinirine yakın olanlarda görme alanı bakılmalıdır. Gerekli hastalarda
cerrahi tedavi yapılmalıdır. Cerrahi gerekmeyen hastalar takibe alınmalıdır.
Anahtar Kelimeler: sessiz, hipofiz, adenom

1  Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları-Endokrinoloji Bilim Dalı Sur,


Diyarbakır, Türkiye
Dicle University Medical Faculty Adult Endocrinology Department Sur, Diyarbakır,
Turkey
226 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

ABSTRACT

Silent pituitary adenomas should be considered in patients with clinically


detectable pituitary adenomas. Patients with silent pituitary adenoma should be
evaluated for hyperfunctioning and hypopituitarism. Visual field testing should be
performed macroadenomas and / or adenom near optic apparatus.
Clinical silent adenomas for adenomas detected as hormone production
without clinical symptoms; totally silent adenomas can be used for non-clinical
histochemically identified adenomas. Gonadotropic adenomas and null-cell
adenomas are the most common silent pituitary adenomas.
We recommend that silent adenomas with neurological symptoms / loss be
performed.
Patients after surgery should be evaluated for hypophyseal insufficiency.
Radiation therapy may be given in the postoperative period or in the case of
recurrence.
Silent corticotropic adenomas have more recurrence and aggressive behavioral
features.
Silent adenomas can elevate prolactin due to pituitary stalk pressure.
Temazolamide can be used in surgical and radiotherapy resistant cases.
Evidence for the use of dopamine agonists (in prolactinoma non-adenomas)
and somatostatin analogs as medical therapy is poor.
When the adenoma of the pituitary is detected, it should be evaluated from
the functional point of view and the visual field near the optic nerve should be
examined. Surgical treatment should be performed in necessary patients. Patients
who do not require surgery should be followed up.
Keywords: silent, pituitary, adenoma

GIRIŞ

Hormon üreterek klinik semptom ve bulgulara neden olmayan hipofiz


adenomlarına sessiz (silent) adenomlar denir. Klinik olarak sessiz ve
tamamen sessiz adenomlar şeklinde sınıflandırılabilirler[1]. Klinik olarak
sessiz adenomlar; immün histokimyasal boyalar ile sınıflandırılabilen,
hormon sekrete edebilen ancak klinik semptom veya bulguya neden
olmayan adenomlardır. Tamamen sessiz adenomlar ise kaynaklandığı
hücre immünohistokimyasal yöntemlerle belirlenebilen ancak ölçülebilecek
kadar hormon sekrete etmeyen hipofiz adenomlarıdır.
Tıp Çalışmaları 227

Diri ve arkadaşlarının serisinde 243 hipofizer adenomu olan hastala-


rın %30’unda (75 hastada) non fonksiyone adenom saptanmıştır[2]. Sessiz
adenomların hipofizer adenomlar arasındaki sıklığı fazla olsa da yıllık in-
sidansı 100.000 kişide 1.5’dir[3]. İngilterede yapılan kesitsel bir çalışmada
hipofizer adenom prevalansı 100.000 de 77.6 olarak rapor edilmiştir[4].
Otopsi serilerinde hipofiz adenom sıklığı %10.6 olarak rapor edilmiştir(5).
Sessiz hipofiz adenomları ön hipofizde bulunan tüm hücre tiplerinden
(gonadotrop, tirotrop, kortikotrop, somatotrop, laktotrop) kaynaklanabi-
lir. İmmünohistokimyasal olarak boyanmayan adenomlara null adenomlar
adı verilirken, birden çok boya ile boyanan adenomlara ise plurihormonal
adenomlar denir(6). İmmünohistokimyasal boyanma özelliklerine göre hi-
pofiz adenomlarının tipleri tabloda gösterilmiştir(Tablo-1). Hem mikroa-
denomlar (<1 cm) hem de makroadenomlar (≥ 1 cm) non fonksiyonel ola-
bilirler. Non-fonksiyone adenomların büyük çoğunluğu mikroadenomdur.
Sessiz adenomların %43’ünü gonadotrop hücreli adenomlar, %34’ünü
null hücreli adenomlar, %5.5’ini kortikotrop hücreli adenomlar oluşturur.
TSH hücreli adenomlar % 0.9 , plurihormonal adenomlar %1.8’ini, laktot-
rop hücreli adenomlar %1.6’sını, somatotrop hücreli adenomlar %0.94’ünü
oluşturur(7,8).

Tablo-1: Boyanma özelliklerine göre sessiz hipofiz adenomları


Tipleri Boyanma özellikleri
Gonadotrop LH, FSH, alfa subünit
Tirotrop Tiroid situmülan hormon
Kortikotrop Adrenokortikotropik hormon
Somatotrop Büyüme hormonu
Laktotrop Prolaktin
Null Boyanma yok
Plurihormonal Çoklu boyanma gösterirler.
FSH: folikül stimulan hormon, LH: luteinizan hormon

TANI

Klinik Prezentasyon
Sessiz adenomlar klinik bulgu ve semptoma neden olacak seviyede
hormon üretmediklerinden çoğunlukla insidental olarak saptanırlar veya
kitle etkilerinden dolayı nörolojik semptomlara neden olabilirler. En sık
nörolojik bozukluk görme alanı defektleri (%60.8) , ekstraokuler kas
paralizisi (%14.2) ve baş ağrısıdır(%62.1).
228 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Hormonal eksikliklere de neden olabilmektedirler. En sık hormonal


eksiklik; büyüme hormonu eksikliğidir (%61), bunu sırasıyla LH/FSH
eksikliği (%43), hipotiroidi (%35.8), ACTH eksikliği (% 32.7) izler.
Diyabetes insipidus nadirdir.
Sessiz adenomlarda apopleksi gelişebilmektedir.
Hipofizer hormon eksikliklerinin nedeni; normal fonksiyon gören hi-
pofiz dokusuna, hipofiz sapına veya hipotalamusa non fonksiyone adeno-
mun bası yapmasıdır. Tanı sırasında adenomların %7.8’i mikroadenom,
geri kalanı makroadenom şeklindedir. Makroadenomların %17’si >3 cm
saptanmıştır(9).
Lenders ve arkadaşlarının serisinde sessiz mikroadenomlar belirgin bir
büyüme göstermezken, makroadenomlar büyüme gösterirler. Yeni bir en-
dokrin disfonksiyon gelişme riski mikroadenomlarda azdır. Aynı çalışma-
da 3 yıllık takipte mikroadenomlarda yeni hormonal bozukluk gelişmez-
ken makroadenomu olan 23 hastanın iki tanesinde endokrin disfonksiyon
gelişmiştir[10]. Makroadenomlarda büyüme mikroadenomlardan daha
fazladır(5).

Laboratuvar değerlendirme
Hipofizde bir adenom saptandığında hiperfonksiyon ve hipopituitarizm
açısından değerlendirilmelidir. Hiperfonksiyon için prolaktin, IGF-1,
cushing hastalığı açısından da 1 mg deksametazon testi yapılmalıdır.
Hipopituitarizm daha çok makroadenomlarda saptanmasına rağmen
mikroadenomlarda da görülebilir(11). Hipogonadizm açısından FSH, LH,
testosteron (erkek için), östradiol (kadın için), hipotiroidi açısından TSH,
serbest T4, büyüme hormonu yetersizliği açısından IGF-1, sekonder adrenal
yetmezlik açısından ise sabah 8 de ACTH ve açlık kortizolü bakılmalıdır.
Şüpheli durumlarda uyarı testleri yapılabilir.
Sessiz adenomlar optik sinir ve/veya optik kiazmaya yakınsa görme
alanı testi yapılmalıdır.

Gonadotrop adenomlar
Hipofiz adenomu olan erkeklerde
• FSH yüksek, testosteron düşük, LH yükselmemiş olması tanısaldır.
FSH yüksekliği gonadotrop adenomların dörtte biri kadarında
vardır.
• LH ve testosteron yüksekliği(FSH yüksek yada değil)de gonadotrop
adenomlar için tanısaldır.
Tıp Çalışmaları 229

Hipofiz adenomu olan kadınlarda


• Premenapozda gonadotrop adenomdan FSH hipersekresyonu ovar-
yan hipersitumulasyona neden olabilir. Klinik bulgular oligomenore
veya amenore ve geniş over kistleridir. Biokimyasal testlerde, yüksek
FSH, normal veya düşük LH, belirgin yükselmiş östradiol saptanır.
• Postmenapozal hastalarda yükselmiş FSH, düşük veya düşük-normal
LH gonadotropik adenomlar için destekleyicidir.
Tirotrop adenomlarda TSH yüksek olabilir.
Somatotrop adenomlar; klinik olarak sessiz somatotrop adenomlarda
yaşa ve cinse göre yüksek insülin benzeri büyüme faktörü(IGF-1) yüksek-
liği saptanabilir. Yüz hasta sayılı bir seride hipofiz adenomunun cerrahi
olarak eksize edildiği 24 hastada immünohistokimyasal olarak somatotrop
adenom rapor edilmiştir. Bunların da sekizinde IGF-1 düzeyi yüksek sap-
tanmış; ancak akromegali kliniği gözlenmemiş(31).
Kortikotrop adenomlar;
Kortizol seviyeleri benzer olan null hücreli adenomlara göre kortikotrop
adenomlarda ACTH seviyesi anlamlı olarak yüksek saptanmıştır(12).

Tedavi
Tedavide 4 farklı seçenek vardır: gözlem, cerrahi tedavi, radyasyon
tedavisi, medikal tedavi.

Gözlem
Nörolojik semptomu olmayan sessiz hipofiz adenomları tedavisiz; sıkı
klinik ve radyolojik olarak takip edilebilir. İlk tanıdan sonra mikro adenom-
lar bir yıl sonra, makroadenomlar 6 ay sonra MR ile değerlendirilir. Daha
sonra makroadenom yılda bir, mikroadenom 2-3 yılda bir MR ile değer-
lendirilmelidir. Sessiz makroadenomların 3.5-5 yıllık takiplerinde %20-50
progresyon saptandığından bu hasta grupları için MR görüntüleme daha da
önemlidir. Makroadenomlar tanıdan 6 ay sonra hipopituitarizm açısından
tekrar değerlendirilmelidir. Mikroadenomlarda klinik ve radyolojik değişik-
lik olmadan hipopitutarizm tekrar değerlendirilmesi gereksizdir(13).

Cerrahi
Sessiz hipofiz adenomları nörolojik komplikasyonlara yol açtığında ki
bu komplikasyon makroadenomlarda daha fazladır, en iyi tedavi transs-
fenoidal cerrahidir. Cerrahi endikasyonlar: görme alanı tutulumu, oftal-
mopleji, optik sinir- kiazmaya yakın veya bası varsa, apopleksi ve görme
kaybı birlikteliğinde, prolaktinoma dışı hipersekretuar adenom, geçmeyen
230 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

başağrısı(14,15)nı içerir. Cerrahi sonrası semptomların hızlıca düzelmesi


sağlanır(16). İkiyüzyetmiş dokuz hasta sayılı bir seride cerrahi ile görme-
de düzelme yaklaşık hastaların yarısında sağlanmıştır. Ellisekiz çalışmanın
metaanalizinde cerrahi sonrası hipofiz fonksiyonları normale gelen hasta
sayısı 1/3 ten azdır(17). Hipopituitarizmi olan sessiz adenomlu hastalarda
hormon replasmanı yapılmalıdır. Hipopituitarizm tek başına bir cerrahi
endikasyon değildir. Postop komplikasyonlar diğer adenomlarla benzerdir.

Cerrahi sonrası rezidü hastalık veya rekürrensin tedavisi


Sessiz adenomların cerrahi olarak tedavisinde yalnızca üçte bir hastada
tam başarı sağlanır. Postoperatif MR rezidüel veya rekürren adenom tanı-
sı için kullanılır. Postop 3.ayda MR ile değerlendirme yapılmalıdır. Optik
kiazma yakınında rezidü varsa 6.ayda tekrar MR ile değerlendirilme ya-
pılmalıdır(18,30). Postop rezidü kalanlarda rekürrens riski fazladır(19,20).
Kortikotrop adenomların rekürren riski daha fazladır. Literatürde belir-
gin rekürrens farkının olmadığı çalışmalar olsa da rekürrensin gösterildiği
çalışmalar daha fazladır. Kortikotrop adenomların daha agresif davranış
gösterdiğini söyleyebiliriz(21,22)

Radyasyon Tedavisi
Etkilerinin geç çıkmasından dolayı radyasyon tedavisi primer tedavi
olarak pek tercih edilmez. Sessiz adenomlarda postop radyasyon tedavisi
adenom rekürrens ve büyümesini azaltır(23,24). Radyasyon tedavisi lineer
akselaratör, gamma knife, proton partikül akselatörleriyle tek yüksek doz
(örn. sterotaktik radyocerrahi) veya küçük fraksiyonlu multipl dozda
kullanılır. Multipl doz daha çok tercih edilir. Sterotaktik(odaklanmış)
uygulama optik aparatusa yakın olmayan küçük tümörlerde tercih edilir.
Primer tedavi olarak radyasyon tedavisinin kullanıldığı ve hacim küçül-
menin/progresyonsuz sürenin uzatıldığı çalışmalar varsa da olası radyas-
yon yan etkilerinden dolayı sadece postop rezidü veya rekürrensin olduğu
vakalarda tercih edilmektedir(25,26)

Medikal tedavi
Dopamin agonistleri, somatostatin analogları ile tedavi çabaları sınırlı
düzeyde başarı sağlamıştır.
Sessiz hipofiz adenomlarında ve sessiz kortikotrop adenomlarda
dopamin agonisti kullanılmış, bazı çalışmalarda ılımlı adenom küçülmesi
görülürken; bazı çalışmalarda daha belirgin adenom küçülmesi ve nörolojik
defisitin düzelmesi görülmüştür(27,28).
Bazı sessiz adenomlar somatostatin reseptörü eksprese edebilir. Postop
rezidüsü olan ve octerotid scan yapılan bir çalışmada reseptör pozitifliği
Tıp Çalışmaları 231

olan hastalarda somatostatin analoğu kullanımı ile adenom büyümesinin


daha az olduğu ancak görme ve hipofiz fonksiyonları açısından bir fark
olmadığı tespit edilmiştir(29).
Cerrahi ve radyasyon tedavisine dirençli sessiz adenomlarda
temazolamid kullanılabilir(30).
232 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Hastalara öneriler
Hipofiz bezi beynin alt kısmında bulunan hayati hormonların
merkezidir.
Sessiz adenom başka bir nedenden çekilen beyin görüntülemelerde tes-
pit edilen salgısal özelliği silik veya olmayan iyi huylu tümörlerdir.
Boyutu 1 santrimetrenin altında olanlara mikroadenom; ≥1 santimetre
olanlara makroadenom denir.
Önce hormon fazlalığı veya eksikliği yapıp yapmadığına ve görme yol-
larına baskı yapıp yapmadığına bakılır. Hormon eksikliği varsa bazı ilaçları
sürekli almanız hayati öneme haizdir.
Sessiz adenomlar yakın komşusu olan görme yollarına baskı yaparak
görme problemleri hatta körlük yapabilir. Böyle bir durumda ameliyat ge-
rekmektedir.
Bazen ameliyat sonrası kalıntıları tedavi etmek için veya ameliyattan
sonra tümörün tekrarlanması nedeniyle radyasyon tedavisi gerekmektedir.
Bu iyi huylu tümörün büyüklüğünü takip için doktorunuzun belirlediği
aralıklarla MR çektirmeniz gerekecektir.
Eğer sessiz adenomunuz varsa ani gelişen şiddetli başağrısı, görmede
bozulma, ayakta duramama, aşırı halsizlik gelişirse en yakın sağlık kurulu-
şuna başvurunuz ve hastalığınızı doktorla paylaşınız.

KAYNAKLAR

1. Mayson, S.E. and P.J. Snyder, Silent pituitary adenomas. Endocrinol Metab Clin
Nort Am, 2015. 44(1): p. 79-87.
2. Diri, H., et al., Prognostic factors obtained from long-term follow-up of pituitary
adenomas and other sellar tumors. Turk Neurosurg, 2014. 24(5): p. 679-87.]
3. Raappana, A., et al., Incidence of pituitary adenomas in Northern Finland in
1992-2007. J Clin Endocrinol Metab, 2010. 95(9): p. 4268-75.
4. Fernandez, A., N. Karavitaki, and J.A. Wass, Prevalence of pituitary adenomas:
a community-based, cross-sectional study in Banbury (Oxfordshire, UK).
Clin Endocrinol (Oxf), 2010. 72(3): p. 377-82.
5. Molitch ME 2008 Nonfunctioning pituitary tumors and pituitary incidentalomas.
Endocrinol Metab Clin North Am 37:151–171
6. H. Nishioka, N. Inoshita, O. Mete, S.L. Asa, K. Hayashi, A. Takeshita, N. Fukuhara,
M. Yamaguchi-Okada, Y. Takeuchi, S. Yamada, The complementary role of
transcription factors in the accurate diagnosis of clinically nonfunctioning
pituitary adenomas. Endocr. Pathol. 26(4), 349–355 (2015).
Tıp Çalışmaları 233

7. Saeger, W., et al., Pathohistological classification of pituitary tumors: 10 years of


experience with the German Pituitary Tumor Registry. Eur J Endocrinol,
2007. 156(2): p. 203-16
8. Black PM, Hsu DW, Klibanski A, Kliman B, Jameson JL, Ridgway EC,
Hedley-Whyte ET, Zervas NT 1987 Hormone production in clinically
nonfunctioning pituitaryadenomas.JNeurosurg66:244– 250
9. Chen, L., et al., A prospective study of nonfunctioning pituitary adenomas:
presentation, management, and clinical outcome. J Neurooncol, 2011.
102(1): p. 129-38.
10. Lenders, N., et al., Longitudinal evaluation of the natural history of conservatively
managed nonfunctioning pituitary adenomas. Clin Endocrinol (Oxf), 2015.
11. Yuen KC, Cook DM, Sahasranam P, Patel P, Ghods DE, Shahinian HK,
Friedman TC 2008 Prevalence of GH and other anterior pituitaryhormone
deficiencies in adults with nonsecreting pituitary microadenomas and
normal serum IGF-1 levels. Clin Endocrinol (Oxf) 69:292–298
12. Jahangiri A, Wagner JR, Pekmezci M, et al. A comprehensive long-term
retrospective analysis of silent corticotrophic adenomas versus hormone-
negative adenomas. Neurosurgery 2013;73:8–17.
13. Donovan LE, Corenblum B 1995 The natural history of the pituitary
incidentaloma. Arch Intern Med 155:181–183
14. Casanueva FF, Molitch ME, Schlechte JA, Abs R, Bonert V, Bronstein MD, Brue
T, Cappabianca P, Colao A, Fahlbusch R, Fideleff H, Hadani M, Kelly P,
Kleinberg D, Laws E, Marek J, Scanlon M, Sobrinho LG, Wass JA, Giustina A
2006 Guidelines of the Pituitary Society for the diagnosis and management
of prolactinomas. Clin Endocrinol (Oxf) 65:265–273
15. Nieman LK, Biller BM, Findling JW, Newell-Price J, Savage MO, Stewart PM,
Montori VM 2008 The diagnosis of Cushing’s syndrome: an Endocrine
Society Clinical Practice Guideline. J Clin Endocrinol Metab 93:1526–1540
16. Losa M, Mortini P, Barzaghi R, et al. Early results of surgery in patients with
nonfunctioning pituitary adenoma and analysis of the risk of tumor
recurrence. J Neurosurg 2008;108(3):525–32.
17. Murad MH, Fernandez-Balsells MM, Barwise A, et al. Outcomes of surgical
treatment for nonfunctioning pituitary adenomas: a systematic review and
meta-analysis. Clin Endocrinol 2010;73(6):777–91.
18. Kremer P, Forsting M, Ranaei G, Wüster C, Hamer J, Sartor K, et al.Magnetic
resonance imaging after transsphenoidal surgery of clinicallynon-functional
pituitary macroadenomas and its impact on detectingresidual adenoma.
Acta Neurochir (Vienna) 2002;144:433–43.
19. Chen Y, Wang CD, Su ZP, et al. Natural history of postoperative
nonfunctioning pituitary adenomas: a systematic review and meta-analysis.
Neuroendocrinology 2012;96(4):333–42.
234 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

20. O’Sullivan EP, Woods C, Glynn N, et al. The natural history of surgically
treated but radiotherapy-naive nonfunctioning pituitary adenomas. Clin
Endocrinol 2009;71(5):709–14
21. Ioachimescu AG, Eiland L, Chhabra VS, et al. Silent corticotroph adenomas:
Emory University cohort and comparison with ACTH-negative
nonfunctioning pituitary adenomas. Neurosurgery 2012;71(2):296–303
22. Cho HY, Cho SW, Kim SW, et al. Silent corticotroph adenomas have unique
recurrence characteristics compared with other nonfunctioning pituitary
adenomas. Clin Endocrinol 2010;72(5):648–53.
23. Brochier S, Galland F, Kujas M, et al. Factors predicting relapse of nonfunctioning
pituitary macroadenomas after neurosurgery: a study of 142 patients. Eur J
Endocrinol 2010;163(2):193–200.
24. Gittoes NJ, Bates AS, Tse W, et al. Radiotherapy for non-function pituitary
tumours. Clin Endocrinol 1998;48(3):331–7.
25. Gopalan R, Schlesinger D, Vance ML, et al. Long-term outcomes after Gamma
Knife radiosurgery for patients with a nonfunctioning pituitary adenoma.
Neurosurgery 2011;69(2):284–93.
26. Park KJ, Kano H, Parry PV, et al. Long-term outcomes after gamma knife
stereotactic radiosurgery for nonfunctional pituitary adenomas.
Neurosurgery 2011; 69(6):1188–99.
27. Lohmann T, Trantakis C, Biesold M, et al. Minor tumour shrinkage in
nonfunctioning pituitary adenomas by long-term treatment with the
dopamine agonist cabergoline. Pituitary 2001;4(3):173–8.
28. Garcia EC, Naves LA, Silva AO, et al. Short-term treatment with cabergoline
can lead to tumor shrinkage in patients with nonfunctioning pituitary
adenomas. Pituitary 2013;16(2):189–94.
29. Fusco A, Giampietro A, Bianchi A, et al. Treatment with octreotide LAR in
clinically non-functioning pituitary adenoma: results from a case-control
study. Pituitary 2012;15(4):571–8.).
30. Cortet-Rudelli C, Bonneville JF, Borson-Chazot F, Clavier L, Coche Dequéant
B, Desailloud R, Maiter D, Rohmer V, Sadoul JL, Sonnet E, Toussaint P,
Chanson P. Post-surgical management of non-functioning pituitary
adenoma. Ann Endocrinol (Paris). 2015 Jul;76(3):228-38 .
31. Wade AN, Baccon J, Grady MS, et al. Clinically silent somatotroph adenomas
are common. Eur J Endocrinol 2011;165(1):39–44.
Tıp Çalışmaları 235

ÇOCUKLUK ÇAĞI OBEZİTESİ


OBESITY IN CHILDHOOD

Fatih BATTAL1

ÖZET

Çevresel faktörler çocuklarda obezitedeki belirgin artıştan esas sorumlu olan


faktör olup davranışsal faktörler de sıklığın artmasında diğer nedenlerdendir.
Vücut kitle indeksi hesaplanması çocuklarda obezite taramasında yaygın kul­
lanılan bir metottur. Çocuklarda anormal vücut kitle indeksi eşik değerleri yaş
ve cinsiyete özgü persentil eğrilerinden belirlenir. Çocukluk obezitesindeki
belirgin artış çocuklarda bozulmuş glukoz toleransı ve tip 2 diyabetes mellitus
gibi komplikasyonlarda artışa neden olmuştur. Obezite tedavisi zordur ve obez
çocuklar ileride potansiyel obez erişkin adaylarıdır. Tedavinin temel noktası diyet
ve yaşam şeklinin de­ğiştirilmesi ile birlikte fiziki aktivitenin artırılmasıdır.
Anahtar Kelimeler: Obezite, çocukluk çağı.

ABSTRACT

Although environmental factors are the main responsible factors in the


marked increase of obesity, behavioural factors are also important in this increase.
Calculating body mass index is the most widely accepted method of screening for
obesity in children. Ab­normal body mass index cut-offs in children are determi­
ned by age- and gender-specific percentiles. The dramatic increase in childhood
obesity has led to a marked increase in the complications such as impaired glucose
tolerance and type 2 diabetes mellitus in children. Obesity is difficult to treat at all
ages, and obese children tend to become obese adults. The mainstay of treatment is
diet and lifestyle modification in addition to increase physical activity.
Keywords: Obesity, childhood.

1  MD Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çanakkale Onsekiz Mart


Universitesi,Çanakkale,Türkiye.battalfatih@hotmail.com
236 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

TANIM

Obezite; vücutta fazla yağ depolanması ile meydana gelen, fiziksel ve


ruhsal sorunlara yol açabilen enerji metabolizması bozukluğudur. Obezite
tanısında dünyada en çok kabul gören metod vücut kitle indeksi (VKİ) he-
saplamasıdır1 . Anormal VKİ yaş ve cinsi­yete göre spesifik persentil eğri-
lerinde değerlendirilir. İki yaş üzeri çocuklarda VKİ, 85. persentilin üzerinde
ise kilolu, 95. persentilin üzerinde ise obez veya aşırı kilolu, 99. persentilin
üzerinde ise morbid obez olarak değerlendirilirken2 İki yaş altı çocuklarda
ayına göre olması gereken kilonun >% 85’i fazla kilolu ola­rak adlandırılır3.
Yağ doku dağılımına göre; android tip obezite (abdominal/santral) ve gyno-
id tip obezite (gluteal/periferal) olarak ele alınır. Android tip obezite, insülin
rezistansı, Tip 2 Diyabetes Mellitus, kardiyovasküler hastalıklar ve serebro-
vasküler olay gelişimi bakımından daha risklidir. Erkeklerde daha çok gö-
rüldüğünden erkek tipi yağlanma olarak da ifade edimektedir. Etiyolojisinde
genetik, bazal metabolik hız, kalori alımı, yağ hücreleri, yeme alışkanlıkları,
çevresel faktörler ve azalmış fiziksel aktivitenin rolü vardır.4.

ETİYOLOJİ

Basit obezite (Eksojen obezite)


Eksojen obezite, altta yatan başka bir hastalığın olmadığı, artmış kalo-
ri alımı ile ilgili obezite olarak tanımlanır. Basit, idiyopatik ya da primer
obezite de denir. Obez kişilerin büyük kısmı bu gruptadır. Eksojen obe-
ziteli çocuklar genellikle asemptomatiktirler. Az bir kısmında çabuk yo-
rulma, nefes darlığı ve kol-bacak ağrıları görülebilir. Beslenmeleri şeker,
şekerli gıda, yağlı ve hazır gıda ağırlıklıdır. Diyetlerindeki eti hamburger,
sosis veya diğer hazır gıdalarla alırlar. Eksojen obeziteli çocuklar ergenlik
döneminde yaşıtlarına göre uzundurlar; ancak ergenliğin erken başlaması
ve büyümenin erken sonlanması nedeni ile erişkin boyları toplum ortala-
masında veya altında olabilir5.

Genetik Nedenler
Araştırmalar kalıtsal faktörlerin yağ dokunun dağılımının %40-85'inden
sorumlu olacağını göstermektedir6. Anne ve babaları obez olan çocuklar
obezite gelişimi için yüksek risk altındadır. Anne ve babası obez olan ço-
cuklarda obezite gelişimi %80, anne ve babadan biri obez ise %40, her ikisi
obez olmaması durumunda %14 oranında bulunmuştur7. Monozigot ikiz-
lerden biri obez ise diğerinin obez olma olasılığı dizigot ikizlere göre daha
fazladır. Evlat edinilen çocukların yağ dağılımı ve VKİ’leri kendi anne-ba-
balarına benzediği de gösterilmiştir8.
Tıp Çalışmaları 237

Yaş
Obezite her yaşta görülebilir. Son zamanlarda obezitenin erişkinler gibi
çocuklarda da arttığı bilinmektedir9. Çeşitli popülasyonlarda yapılan ça-
lışmalar, bebeklik döneminde veya erken çocukluk döneminde kilo alımı
oranları ile erken çocukluk döneminde ortaya çıkan obezite veya metabolik
sendrom arasında tutarlı ilişkiler olduğunu göstermiştir10. Obezite gelişi-
minde üç önemli dönem; doğum öncesi, 5-7 yaş ve ergenlik dönemleridir11.
Whitaker ve ark. 1998 yılında yaptığı bir çalışmada, VKİ’nin, yaşamın ilk
yılında arttığını, daha sonraki yıllarda azaldığını göstermişlerdir. VKİ beş
yaşından itibaren tekrar artmakta ve buna “adipoz rebound” dönemi den-
mektedir12. Bu dönem, ergenlik ve yetişkin dönem obezitesinde etkilidir.
Beş yaş altında hızlı kilo almaya başlayan çocukların ergen ve yetişkin dö-
neme geldiklerinde VKİ ve subskapular deri kıvrım kalınlığı değerleri, 5
yaşından sonra kilo almaya başlayanlardan daha yüksek olduğu bulunmuş-
tur. Bu durum erken kilo almaya başlayan çocuklarda daha uzun süre yağ
depolamasına bağlanmıştır. Kalıcı yağlanmanın oluştuğu son kritik dönem
ergenlik dönemidir.

Beslenme ve fiziksel aktivite


Bebeğin beslenme şekli, beslenme alışkanlığını belirlemektedir. Süt
çocukluğu döneminde anne sütüyle beslenme obeziteye karşı koruyucu
etki göstermektedir. Hazır mamalarla ve karışık beslenmenin obezite
riskini arttırdığı bulunmuştur13. Anne sütü alanlarda obezitenin %2,8;
formül mama alanlarda ise %4,5 olduğu bildirilmiştir14. Aşırı kilolu
çocukların diyetlerinde fazla enerjiyi yağdan aldıkları belirtilmektedir15.
Yüksek kalorili ve yağ içeriği fazla besinlerin çocukların diyetlerinde
daha fazla yer alması obezite gelişimini arttırmaktadır. Hızlı yemek
yeme ve besinlerin az çiğnenmesi de obezite oluşumunda kolaylaştırıcı
faktörlerdir16. Erişkinlerde olduğu gibi çocuk ve adölesanların da beslenme
alışkanlıklarında değişiklikler olmuştur17. Obez çocukların beslenme
alışkanlığı incelendiğinde kahvaltının atlandığı ve öğlen yemeklerinde
çok miktarda besin tükettikleri görülmüştür16. Şekerlendirilmiş içecekler
(meyve suyu dahil olmak üzere) tüketiminin, bazı bireylerde obezitenin
gelişimine önemli katkı sağladığını gösterilmişken18 randomize başka bir
çalışmada ise aşırı kilolu ve obez ergenlerin tüketilmesinin azaltılmasının
VKİ’de mütevazi bir düşüş ile ilişkili olduğunu ortaya koymuştur19. Bu
çalışmalarda gözlemlenen etki boyutu oldukça küçük kabul edilebileceği
için bu sorunu çözmeye şekerle tatlandırılmış içeceklerin alımını azaltmak
(örneğin vergi veya okul politikası değişiklikleri) fayda sağlayabilir20-21.
238 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Televizyon ve Bilgisayar oyunları


Televizyon izleme, belki de çocukluk döneminde obezitenin gelişimi üze-
rinde en iyi bilinen çevresel etkidir. Televizyon seyretmek için harcanan za-
manın veya çocuğun yatak odasında bir televizyonun varlığının doğrudan
çocuklarda ve ergenlerde obezite prevalansı ile ilişkili olduğu gösterilmiş-
tir22-24 Elektronik oyunların kullanımı da çocukluk döneminde obezite ile
ilişkilendirilmiştir25. Oyuncu tarafından etkileşimli fiziksel aktivite istemek
üzere tasarlanmış bazı video oyunlarının etkinliği sistematik olarak incelen-
memiştir. Sadece birkaç çalışma, oyun süresi boyunca genellikle enerji tüke-
timinde küçük veya orta bir artış meydana getirdiğini göstermektedir26.

Uyku
Uyku süresinin kısaltılması ile obezite arasında bir bağlantı olduğunu dü-
şünülmektedir. Bu ilişkinin varlığı kesitsel çalışmalarda bir takım potansiyel
çevresel etkenlerin düzeltilmesinden sonra gösterilmiş27 fakat uyku süresi ve
obezite arasında bir ilişki mekanizması tam olarak belirlenmemiştir.

Psikolojik etkiler
Stres altında yeme alışkanlığında değişiklikler olduğu tahmin edilmek-
tedir. Bu fikri savunan psikosomatik görüşe göre obezite, emosyonel uya-
ranlara cevaben ortaya çıkan aşırı yemeye bağlı gelişmektedir28. Yeme dür-
tüsü, emosyonel durumu modifiye eder; örneğin anksiyeteyi azaltır. Aşırı
yemek yeme anksiyeteyi azaltmaya yönelik yapılan, öğrenilmiş bir davra-
nıştır. Ayrıca psikosomatik görüşten farklı olarak, stresin hipotalamik-hi-
pofizer-adrenal aksta ve kortizol üretiminde etkisi olduğu ve obezite gelişi-
minde organik yollarla etkili olabileceğine dair veriler mevcuttur29.

Metabolik programlama
Büyüme ve gelişmenin kritik dönemlerinde çevresel ve beslenme etki-
lerinin bir bireyin obezite ve metabolik hastalığa yatkınlığı üzerinde kalıcı
etkilere sahip olabileceğine dair artan kanıtlar bulunmaktadır. Bu etkilerin
mekanizmaları belirlenmemiştir ancak devam etmekte olan araştırmaların
konusudur. Örneğin bazı araştırmalar annenin gebelik öncesi ağırlığı ve
kilo vermesinin, genetik ve diğer prenatal çevresel faktörleri hesaplandık-
tan sonra bile, çocukluğunda doğum ağırlığı ve / veya kilonunun prediktö-
rü olduğunu ileri sürmektedir30.

Diğer nedenler
Bazı araştırmacılar, bağırsaktaki bakteriler ile kilo alma potansiyeli
arasında bir ilişki olduğunu öne sürmüşlerdir31. Hayvanlar üzerindeki ça-
lışmalar, erken yaşta antibiyotik kullanmanın obeziteye yatkınlaştırdığına
Tıp Çalışmaları 239

işaret etmektedir32. 142.000’den fazla çocuğun bulunduğu bir çalışma da


antibiyotik kullanımı ile takip eden BMI eğrisi arasında bir ilişki olduğunu
desteklenmiştir33. Ayrıca epidemiyolojik çalışmalar, obezitenin pestisit dik-
lorodifenil trikloroetan gibi çevresel endokrin bozucu kimyasallara maruz
bırakılarak tetiklenebileceğini veya şiddetlenebileceğini ortaya koymaktadır34.

Sekonder obezite
Bu tip obezite basit obeziteye göre çok daha nadirdir. Çocuklarda en-
dokrin hastalıklar, genetik sorunlar, kullanılan ilaçlar ya da bazı tümörler
nedeniyle oluşur. Bunlar nadir görülen obezite nedenleri olup, üçüncü ba-
samak sağlık kuruluşlarında çocukluk çağındaki obezitenin yüzde birin-
den daha azını oluşturur.

Genetik Sendromlar
Çocukluk çağında obezite ile bağlantılı çeşitli spesifik sendromlar ve
tek gen kusurları tanımlanmıştır35. Prader-Willi Sendromu, Laurence-Mo-
on-Biedl Sendrom, Down Sendromu, Cohen Sendromu,Carpenter Send-
romu, Alström Sendromu, Borseson Forssmann Lehmann Sendromu,
Beckwith Wideman Sendromu örnek olarak verilebilir. Bu çocuklar tipik
olarak erken başlangıçlı obezite ve fizik muayenede dismorfik özellikleri
olan boy kısalığı, gelişme geriliği, retinal değişiklikler veya sağırlık gibi ka-
rakteristik bulgulara sahiptir. Prader-Willi, bu sendromlardan en yaygın
olanı olup, bebeklik döneminde hipotoni ve beslenme güçlükleri hiperfaji
ve erken çocukluk döneminde gelişen obezite ile karakterizedir.

Endokrin Nedenler
Obezite ile birlikte olan çocukların ve ergenlerin yüzde 1’inden azında
kilo artışı olarak endokrin nedenler belirlenmiştir. Bu bozukluklar genel-
likle aşırı kilolu veya hafif obezite ile ilişkilidir. Bu problemleri olan çoğu
çocukta kısa boy ve / veya hipogonadizm vardır36.

Hipotalamik Bozukluklar
Hipotalamik lezyonlar tedavisi zor hızlı ilerleyen ağır obeziteye neden
olabilir. Çocuklarda hipotalamik obezite çoğunlukla kraniyofarenjiyoma
cerrahi tedavi sonrası ortaya çıkar ve çoğunlukla panhipopituitarizmle ilişki-
lidir. Ensefalit, tüberküloz,travma,lösemi,histiyositoz örnek olarak verilebilir.

İlaçlar
Bazı psikoaktif ilaçlar (özellikle olanzapin ve risperidon), antiepileptik
ilaçlar ve glukokortikoidler gibi bir takım ilaçlar kilo almaya neden olabilir.
Olanzapin’in yol açtığı kilo artışı ve hiperlipidemi, ergenlerde erişkinlere
kıyasla özellikle şiddetli olabilir
240 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

EPİDEMİYOLOJİ

Çocukluk çağındaki obezitenin erişkin yaşlarda devam etmesi ve teda-


viye dirençli olması, obezitenin erken tanımlanması ve tedavisini zorunlu
kılmakta, bu nedenle birçok ülkede prevalans çalışmaları yapılmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen beslenme ve sağlık tarama-
ları (NHANES) obezite prevalansı hakkında güvenilir bilgiler vermektedir.
NHANES III (Third National Health and Nutrition Examination Survey)
1988-1994 yılları arasında gerçekleştirilen taramadır ve sonuçları itibarı
ile VKİ’i 95. persentil üzerinde olan 6-11 yaş çocukların oranı %13.7, (er-
keklerde %14.7, kızlarda %12.5) ve 12-17 yaş çocukların ise %11.5 (erkek-
lerde %12.3, kızlarda %10.7) olarak belirlenmiştir37. Türkiye’de çocuklarda
obezite sıklığı % 1.6 (Elazığ) ile % 8.4 (Antalya) ve %7.8 (Bursa) arasın­da
değişmektedir. Ülkemizin batı bölgesinde büyük ölçekli (Kocaeli, Bursa,
Düzce) araştırmalarda obe­zite sıklığı % 7 civarındadır. Buna karşın doğu
böl­gesindeki benzer araştırmalarda % 2-3 arasındadır. Bu durum batı
şehirlerde obeziteye neden olan hayat tarzı yaygınlığı ile ilişkili olabilir.
Genel olarak yur­dumuzdaki obezite sıklığının Avrupa bölgesindeki ülke-
lere benzediği söylenebilir. Ülkemizdeki obezite sıklığı ve şiddetinin batı
ülkeleri kadar yüksek olmamasını bir şans olarak görmeli ve obezi­teye yol
açan yaşam tarzı ve beslenme alışkanlıkları­nın değiştirilmesi için çok yönlü
programlar gelişti­rilmelidir.

TANI
Direkt laboratuvar ölçümleri ve indirekt antropometrik ölçümler kul-
lanılarak vücuttaki yağ miktarı ölçülmekte ve bunlara göre obezite tanım-
lanmaktadır.
Vücuttaki Yağın Direkt Ölçümü
Vücuttaki yağın direkt ölçümünü sağlayan metotlar şunlardır;
Toplam vücut potasyumunun ölçülmesi : Sağlıklı bireylerde toplam vücut
potasyumunun ölçülmesi ile yağsız kitle hesaplanabilir.
Toplam vücut suyunun izotop dilüsyonu ile saptanması: Vücut yağı su
içermez. Yağsız doku kitlesi ise ortalama %72 oranında su içerir. Toplam
vücut suyunun ölçülmesi ile yağsız doku kitlesi bulunabilir.
Toplam vücut nitrojeni:
Vücut dansitesinin ölçülmesi:
Ultrasonografi ile yağ kalınlığının ölçülmesi
Toplam vücut elektriksel geçirgenliği
Biyoelektriksel impedans analizi
Vücuttaki yağın indirekt ölçümü
Tıp Çalışmaları 241

Antropometrik ölçümler beslenme durumunu yansıtır. Yaşa göre ağır-


lık, yaşa göre boy uzunluğu, yaşa göre baş çevresi gibi tek bir ölçüm veya
boy uzunluğu ve vücut ağırlığı, deri kıvrım kalınlıkları ve/veya bel, kalça
çevre ölçümleri birlikte kullanılarak değerlendirilmektedir. Antropometrik
ölçümler hızlı, uygulanması kolay, pratik ve ucuz yöntemler olmaları ne-
deniyle klinikte beslenme durum göstergesi olarak rahatlıkla kullanılmak-
tadırlar. Kullanılan araçların periyodik kontrollerinin yapılması, ölçüm
yapan yardımcı sağlık personelin yeterli eğitimi, referans değerlerinin ve
kesişim noktalarının belirlenmiş olmasına dikkat edilmelidir. En sık kulla-
nılan yöntemler, boy uzunluğu ve vücut ağırlığı, çevre ölçümleri, deri kıv-
rım kalınlıkları (DKK) ve VKİ’ dir.

Boy uzunluğu ve vücut ağırlığı


Antropometrik ölçümlerden özellikle obezite kliniklerinde ve saha
araştırmalarında en yaygın kullanılanıdır. Boy uzunluğu, genelde vücut is-
kelet yapısı ve beslenme durumunun temel göstergesidir. Vücut ağırlığı ise
basit ancak önemli bir morfolojik gösterge olup, büyüme hızı, obezite ve
yetersiz beslenmenin saptanmasında kullanılır.

Deri kıvrım kalınlıkları


Farklı bölgelerden alınan ölçümler ile deri altı yağ dokusu belirlenebilir.
En sık kullanılan deri kıvrım kalınlığı yerleri; triseps, biseps, subskapular,
suprailiak, baldır (medial) deri kıvrım kalınlıklarıdır. Boy ve ağırlık ölçüm-
lerine göre yağ kalınlığının gerçek değerinin DKK ölçümleri ile tespit edil-
mesi daha sağlıklıdır; ancak çocuklar bu işlemden rahatsızlık duyabilirler.

Vücut kitle indeksi (Quetelet indeks)


Vücut Kitle İndeksi, 1988’de Garrow tarafından tanımlanmıştır. Kilo ve
boy ölçümleri kullanılarak elde edilir. Kilogram cinsinden vücut ağırlığın
metre cinsinden boyun karesine bölünmesiyle bulunur. Vücut kitle indeksi
toplam vücut yağı ile iyi korelasyon gösterir38. Çocuklarda vücut kitle in-
deksleri yaşa bağımlı referans değerleri olup birçok ülke kendi populasyo-
nu için persantil eğrileri oluşturmuştur. Vücut kitle indeksi, oldukça hassas,
ucuz ve pratik bir obezite teşhis ve takip yöntemidir.

Bel/kalça oranı:
Vücut yağını değerlendirmede in­direkt bir metod olup özellikle kardio-
vasküler ve metabolik risk faktörleri ile ilişkili olduğu gösteril­miştir39.
242 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

KOMPLİKASYONLAR

Endokrin Sistem
Çocuklarda ve ergenlerde obezitenin endokrin komorbiditeleri, bozul-
muş glukoz toleransı, diabetes mellitus, kızlarda hiperandrojenizm, büyü-
me ve ergenlik anormalliklerini içerir. Bazen prediyabet, tip 2 diyabetes
mellitus (T2DM) gelişimi için artmış riski gösterir, çocukluk ve ergenlik
çağındaki obezitenin yaygın bir komplikasyonudur40. T2DM, çocuklarda
ve ergenlerde obezitenin bir diğer komorbiditesidir41. Obezite (özellik-
le santral obezite) kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, dislipidemi
(yüksek trigliserit, düşük HDL düzeyi) ve insülin direncinin iç içe geçtiği
tablo olan metabolik sendromun uzun vadeli etkileri bilinmemekte olup
tarama ve tedavi, bireysel kardiyometabolik risk faktörleri belirmeye odak-
lanmalıdır42.

Kardiyovasküler hastalıklar ve hipertansiyon


Çocuklarda ve ergenlerde obezite, yetişkinlikte artmış kardiyovasküler
risk ile bağlantılı olan bazı kardiyovasküler değişikliklerle ilişkilidir. Boga-
lusa Kalp Çalışması verilerinde 5-10 yaş arası fazla kilolu çocukların yak-
laşık %60’ının bir tane kardiyovasküler risk faktörüne (yüksek kan basıncı,
hiperlipidemi veya yüksek insülin seviyeleri gibi), %20’sinden daha fazlası-
nın ise 2 veya daha fazla kardiyovasküler risk faktörüne sahip olduğu göste-
rilmiştir43. Çocukluk döneminde başlayan ve devam eden obezite, kardiyo-
vasküler hastalık riskini erişkin döneme de taşıyabilir.Obez adölesanlarda
ve genç erişkinlerde hipertansiyon sıklığı normal kilolu olanlara göre iki
kat daha fazladır.

Gastrointestinal sistem
Obezite nonalkolik karaciğer yağlanması (NAFLD) ile ilşkilidir. 742
çocuğun ve ergenin otopsi çalışmasında, yağlı karaciğer prevalansı genel
olarak yüzde 9,6 iken obez çocuklarda yüzde 38 olarak bulunmuştur44.
Obezlerdeki artmış kolesterol dönüşümü ve safra kesesindeki konsantras-
yonu steatohepatite ve safra kesesi sorunlarına neden olmaktadır. Obezite
çocuklarda safra taşlarının en yaygın nedenidir45. Obezite ile bazı karsi-
nomların sıkı ilişki içinde olduğu bilinmektedir. Obezlerde görülen bu ma-
lignansilerin temelde beslenme alışkanlıklarından kaynaklandığı düşünül-
mektedir.

Solunum sistemi
Çocuklarda ve ergenlerde obezitenin pulmoner komorbiditeleri
obstrüktif uyku apnesi (OSA) ve uyanıklık sırasında alveolar hipoventi-
lasyon ile tanımlanan obezite hipoventilasyon sendromunu (OHS) içerir.
Tıp Çalışmaları 243

Obez 64 çocuk ve ergenle yapılan bir çalışmada, yüzde 8’inin orta ve şid-
detli OSA olduğu gösterilmiştir46.
Obezitede görülen pulmoner fonksiyon değişiklikleri, akciğer volü-
münde azalma ve restriktif tipte solunum yetmezliği ile karakterizedir.
Obezite ile birlikte olan en önemli solunum sistemi problemi uyku apnesi
olup, patogenezinde üst solunum yollarında oluşan daralma ve solunum
yollarındaki kollaps rol oynamaktadır. Boyunda, üst solunum yollarında,
göğüs duvarında ve karında yağ birikimi solunumun mekanik fonksiyon-
larını bozar. Fonksiyon bozukluğu daha çok kitle etkisi olarak, yatar pozis-
yonda belirgindir36.

Kas iskelet sistemi


Obezlerde fazla kilonun getirdiği mekanik stres sonucu, özellikle ayak
bileklerinde osteoartrit gelişmektedir. Yine fazla kilonun getirdiği ayak bi-
leği burkulmaları da obez çocuklarda daha sıktır. Her iki durumda obezi-
tedeki artmış yük nedeniyledir. Blount hastalığı ve sıyrılmış femoral epifiz
özellikle obez adölesanlarda gelişebilen kalıcı bir deformitedir.

Psikolojik bozukluklar
Obez bireylerde obeziteye özgü ruhsal sorunlar görülebilmektedir. Ank-
siyete, depresyon, distoni gibi ruhsal durumlar, obeziteye neden olmaktan
daha çok obezitenin getirdiği durumlardır. Obeziteye neden olan ve obezi-
tenin sonucu olan duygusal bozukluklar birbirinden ayrılmalıdırlar. Obez
bireylerin çoğu, çevrelerince küçük görüldüklerini ve beğenilmediklerini
düşünürler ve bu en sık morbid obezlerde karşılaşılan bir sorundur47-48.

KORUNMA

Bütün sağlık sorunlarında olduğu gibi obeziteyi oluşmadan önlemek,


gelişmiş olan obezitenin ve getirdiği sağlık sorunlarını tedavi etmekten
daha kolaydır. Obeziteyi önlemek için gerekli önlemler süt çocuk­luğu dö-
neminden başlanarak alınmalıdır. Üç yaş altı bebekler ilk 6 ay yalnızca anne
sütü almalı, 6 ay­dan sonra ek gıdalar ile birlikte anne sütüne devam edilme-
lidir. Biberon ile beslenenlerde ve ek gıdalara geçildikten sonra meyve suyu,
tatlı içeceklerden ve karbonhidrat yüklü mamalardan uzak durulmalıdır.
Biberon susturma aracı olarak kullanılmamalıdır. Ayrıca Günde en az 1 sa-
atlik fiziksel aktivite önerilmelidir. Bu aktiviteler çocuklar için eğlenceli ve
yaşına uygun olmalıdır. Diyet verilmeden yalnızca egzersiz başarılı olamaz,
diyet ve egzersiz birbirinin tamamlayıcısıdır
Obezitenin önlenmesi ülkelerin sağlık politikalarında ekonomik açı-
dan da önem arz eder. Obezite toplam sağlık hizmetleri tüketiminin yak-
laşık %4-8’ini oluşturmaktadır. Obeziteden korunmaya yönelik düzenlenen
244 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

diyette besinlerin kalorisi iyi dengelenmiş olmalıdır. Diyette sebze, meyve


ve yağsız etlere ağırlık verilmelidir. Fiziksel aktivite arttırılmalı, erişkin dö-
nem yaşam tarzının şekillendiği çocukluk döneminde spora yönlendiril-
meli ve sedanter yaşamdan uzaklaşılması sağlanmalıdır. Fiziksel aktivite-
nin şiddetinden çok süresi önemlidir. Gelişim döneminde yiyecekler sıkıntı
ve endişeyi yatıştırıcı olarak kullanılmamalıdır.

TEDAVİ

Obezite birinci basamak sağlık hizmetlerinde dahi tanısı kolaylıkla


konulmasına rağmen tedavisi en zor hastalıklardandır. Tedavisi
multidisipliner bir yaklaşım gerektirir. Hekim, hemşire, diyetisyen,
klinik psikolog, fizyoterapist ve çocuğun ailesi tedavi sürecinde iletişim
halinde olmalıdır. Obezitenin tedavi yöntemleri konusunda farklı görüşler
olmasına rağmen obezite tedavisinde ana ilke; alınan ve tüketilen enerjinin
dengelenmesi ve bu enerji dengesinin obez çocuk için uygun vücut
ağırlığına göre ayarlanmasıdır. Obezite tedavisinde değişik yöntemler
kullanılmaktadır. Bunlar diyet tedavisi, egzersiz tedavisi, davranış
değişikliği tedavisi, ilaç tedavisi ve cerrahi tedavidir. Diyet, egzersiz ve
davranış değişikliği tedavisinin aynı anda kullanılması, obezite tedavisinde
başarıyı arttırmaktadır. Diyet uygulamasında çocuğun yaşı, cinsi, boy ve
kilosu, antropometrik bilgileri ve aile yapısı gibi unsurlar önemlidir49.
Diyetle alınan kalori kısıtlanmadan, tek başına uygulanan egzersiz
programı kilo kaybında yetersiz kalmaktadır. Çocuklara kapsamlı egzersiz
programlarından daha çok aktif yaşam tarzının benimsetilmesi önemlidir.
Yaşam stilinin değiştirilmesinden kasıt asıl olarak televizyon ve bilgisayar
başında geçirilen sürenin azaltılması ve uyku düzenin sağlanmasıdır.
Medikal tedavi çocukluk çağı obezitelerinde yan etki nedeniyle çok nadirdir.
Ancak obeziteye insülin direncinin eşlik ettiği çocuklarda metformin ile
başarılı sonuçlar alınmıştır50. Erişkin obezlerin özellikle morbid obezlerin
tedavisinde kullanılan gastroplasti ve jejunoidal şant en güncel cerrahi
tedavi yöntemi olup çocuklarda birkaç olguda denenmiş; ancak olumlu
sonuçlanmamıştır. Obezite tedavisinde tüm tedavi stratejilerinin amacı;
uygun vücut ağırlığına ulaşılması ve yakalanan hedef değerin uzun süre
korunup yeni kilo alımlarının önlenmesidir51.
Tıp Çalışmaları 245

KAYNAKLAR

1. Mei Z, Grummer-Strawn LM, Pietrobelli A, et al. Validity of body mass index


compared with other body-composition screening indexes for the assess-
ment of body fatness in children and adolescents. Am J Clin Nutr 2002 ve
75:978-985.
2. Barlow SE. Expert Committee recommendations regarding the prevention, as-
sessment, and treatment of child and adolescent overweight and obesity:
summary report. Pediatrics 2007 :S164-S192.
3. National Institute for Health and Clinical Excellence: Obesity: guidance on the
prevention, identification, assessment and management of overweight and
obesity in adults and children. NICE Clinical Guideline 2006, 43.
4. Styne DM. Childhood and adolescent obesity. Prevalence and significance. Pedi-
atr Clin North Am 48: 823-54, 2001
5. Kiess W, Galler A, Reich A, Muller G, Kapellen T, Deutscher J, Raile K, Kratzsch
J. Clinical aspects of obesity in childhood and adolescence. Obes Rev 2:
29-36, 2001.
6. Silventoinen K, Jelenkovic A, Sund R, et al. Genetic and environmental effects
on body mass index from infancy to the onset of adulthood: an individu-
al-based pooled analysis of 45 twin cohorts participating in the COllabora-
tive project of Development of Anthropometrical measures in Twins (CO-
DATwins) study. Am J Clin Nutr. 2016 Aug;104(2):371-9
7.Garn SM, Sullivan TV, Hawthorne VM. Fatness and obesity of the parents of
obese individuals. Am J Clin Nutr 50: 1308-1313, 1989.
8.Stunkard AJ, Sorensen TI, Hanis C, Teasdale TW, Chakraborty R, Schull WJ,
Schulsinger F. An adoption study of human obesity. N Engl J Med 314: 193-
198, 1986.
9. GBD 2015 Obesity Collaborators, Afshin A, Forouzanfar MH, et al. Health Ef-
fects of Overweight and Obesity in 195 Countries over 25 Years. N Engl J
Med 2017 ve 377:13.
10. Smego A, Woo JG, Klein J, et al. High Body Mass Index in Infancy May Predict
Severe Obesity in Early Childhood. J Pediatr 2017 183:87.
11. Cinaz P, Bideci A. Obezite. Günöz H, Öcal G, Yordam N,
Kurtoğlu S. (editörler). Pediatrik Endokrinoloji. Pediatrik
Endokrinoloji ve Oksoloji Derneği Yayınları 2003; 487-505.
12.Whitaker RC, Pepe MS, Wright JA, Seidel KD, Dietz WH. Early adiposity re-
bound and the risk of adult obesity. Pediatrics 101(3):E5, 1998.
13.Gillman MW, Rifas-Shiman SL, Camargo CA, Jr., Berkey CS, Frazier AL, Rock-
ett HR, Field AE, Colditz GA. Risk of overweight among adolescents who
were breastfed as infants. JAMA 285: 2461-2467, 2001.
246 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

14.Grummer-Strawn LM, Mei Z. Does breastfeeding protect against pediatric


overweight? Analysis of longitudinal data from the Centers for Disease
Control and Prevention Pediatric Nutrition Surveillance System. Pediatrics
113: 81-86, 2004.
15.Birch LL, Davison KK. Family environmental factors influencing the develop-
ing behavioral controls of food intake and childhood overweight. Pediatr
Clin North Am 48: 893-907, 2001.
16. Freedman DS, Khan LK, Serdula MK, Dietz WH, Srinivasan SR, Berenson GS.
Inter-relationships among childhood BMI, childhood height, and adult
obesity: the Bogalusa Heart Study. Int J Obes Relat Metab Disord 28: 10-16,
2004.
17. Speiser PW, Rudolf MC, Anhalt H, Camacho-Hubner C, Chiarelli F, Eliakim
A, Freemark M, Gruters A, Hershkovitz E, Iughetti L, Krude H, Latzer Y,
Lustig RH, Pescovitz OH, Pinhas-Hamiel O, Rogol AD, Shalitin S, Sultan C,
Stein D, Vardi P, Werther GA, Zadik. Childhood obesity. J Clin Endocrinol
Metab. 2005 Mar;90(3):1871-87
18. DeBoer MD, Scharf RJ, Demmer RT. Sugar-sweetened beverages and weight
gain in 2- to 5-year-old children. Pediatrics 2013 ve 132:413.
19. Ebbeling CB, Feldman HA, Chomitz VR, et al. A randomized trial of su-
gar-sweetened beverages and adolescent body weight. N Engl J Med 2012
ve 367:1407.
20. Farley TA. The role of government in preventing excess calorie consumption:
the example of New York City. JAMA ve 308:1093. 2012,
21. Briggs AD, Mytton OT, Kehlbacher A, et al. Overall and income specific effect
on prevalence of overweight and obesity of 20% sugar sweetened drink tax
in UK: econometric and comparative risk assessment modelling study. BMJ
2013 ve 347:f6189.
22. Kaur H, Choi WS, Mayo MS, Harris KJ. Duration of television watching is asso-
ciated with increased body mass index. J Pediatr 2003 ve 143:506.
23. Gilbert-Diamond D, Li Z, Adachi-Mejia AM, et al. Association of a television
in the bedroom with increased adiposity gain in a nationally representative
sample of children and adolescents. JAMA Pediatr 2014 ve 168:427.
24. Heilmann A, Rouxel P, Fitzsimons E, et al. Longitudinal associations between
television in the bedroom and body fatness in a UK cohort study. Int J Obes
(Lond) 2017 ve 41:1503.
25. Stettler N, Signer TM, Suter PM. Electronic games and environmental factors
associated with childhood obesity in Switzerland. Obes Res 2004 ve 12:896.
26. Biddiss E, Irwin J. Active video games to promote physical activity in children
and youth: a systematic review. Arch Pediatr Adolesc Med 2010 ve 164:664.
27. Anderson SE, Whitaker RC. Household routines and obesity in US prescho-
ol-aged children. Pediatrics 2010 ve 125:420.
Tıp Çalışmaları 247

28. Day JE, Kyriazakis I, Rogers PJ. Food choice and intake: towards a unifying fra-
mework of learning and feeding motivation. Nutr Res Rev 11: 25-43, 1998.
29. Kuskowska-Wolk A, Rössner S. Decreased social activity in obese adults. Dia-
betes Res Clin Pract 10(1): 265-269, 1990.
30. Ludwig DS, Currie J. The association between pregnancy weight gain and birt-
hweight: a within-family comparison. Lancet 2010 ve 376:984.
31. Angelakis E, Armougom F, Million M, Raoult D. The relationship between gut
microbiota and weight gain in humans. Future Microbiol 2012 7:91.
32. Cox LM, Yamanishi S, Sohn J, et al. Altering the intestinal microbiota during
a critical developmental window has lasting metabolic consequences. Cell
2014 158:705.
33. Schwartz BS, Pollak J, Bailey-Davis L, et al. Antibiotic use and childhood body
mass index trajectory. Int J Obes (Lond) 2016 40:615.
34. Warner M, Wesselink A, Harley KG, et al. Prenatal exposure to dichlorodip-
henyltrichloroethane and obesity at 9 years of age in the CHAMACOS
study cohort. Am J Epidemiol 2014 ve 179:1312.
35. Reinehr T, Hinney A, de Sousa G, et al. Definable somatic disorders in overwe-
ight children and adolescents. J Pediatr 2007 150:618.
36.Bougnères P, Pantalone L, Linglart A, et al. Endocrine manifestations of the ra-
pid-onset obesity with hypoventilation, hypothalamic, autonomic dysregu-
lation, and neural tumor syndrome in childhood. J Clin Endocrinol Metab
2008 ve 93:3971.
37.Update: prevalence of overweight among children, adolescents, and adults-Uni-
ted States, 1988-1994. Morb Mortal Wkly Rep 46:198-202, 1997.
38.Garrow JS, Webster J. Quetelet’s index (W/H2) as a measure of fatness. Int J
Obes 9: 147-153, 1985.
39. Maffeis C, Pietrobelli A, Grezzani A, et al. Waist cir¬cumference and cardiovas-
cular risk factors in prepubertal children. Obes Res 2001 9:179-187.
40. Sabin MA, Ford AL, Holly JM, et al. Characterisation of morbidity in a UK,
hospital based, obesity clinic. Arch Dis Child 2006 91:126.
41.Molnár D. The prevalence of the metabolic syndrome and type 2 diabetes melli-
tus in children and adolescents. Int J Obes Relat Metab Disord 2004:S70 28
42. Magge SN, Goodman E, Armstrong SC, et al. The Metabolic Syndrome in
Children and Adolescents: Shifting the Focus to Cardiometabolic Risk Fac-
tor Clustering. Pediatrics 2017.
43.Berenson GS, Srinivasan SR, Bao W, Newman WP, III, Tracy RE, Wattigney
WA. Association between multiple cardiovascular risk factors and atherosc-
lerosis in children and young adults. The Bogalusa Heart Study. N Engl J
Med 338: 1650-1656, 1998.
248 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

44. Schwimmer JB, Deutsch R, Kahen T, et al. Prevalence of fatty liver in children
and adolescents. Pediatrics 2006 118:1388.
45. Friesen CA, Roberts CC. Cholelithiasis. Clinical characteristics in children.
Case analysis and literature review. Clin Pediatr (Phila) 1989 28:294.
46. Verhulst SL, Schrauwen N, Haentjens D, et al. Sleep-disordered breathing in
overweight and obese children and adolescents: prevalence, characteristics
and the role of fat distribution. Arch Dis Child 2007 92:205.
47. Strauss RS. Childhood obesity and self-esteem. Pediatrics 2000 105:e15.
48. Zametkin AJ, Zoon CK, Klein HW, Munson S. Psychiatric aspects of child and
adolescent obesity: a review of the past 10 years. J Am Acad Child Adolesc
Psychiatry 2004 43:134.
49.Miller J, Rosenbloom A, Silverstein J. Childhood obesity. J Clin Endocrinol Me-
tab 89: 4211-4218, 2004.
50.Freemark M, Bursey D. The effects of metformin on body mass index and glu-
cose tolerance in obese adolescents with fasting hyperinsulinemia and a fa-
mily history of type 2 diabetes. Pediatrics 107: E55, 2001.
51.Korugan Ü, Damcı T, Özer E, Özbey N. Klinik Obezite. Argos İletişim Hizmet-
leri, Karakter Color Matbası,İstanbul, 2000:34-44
Tıp Çalışmaları 249

KARACİĞERİN PRİMER TÜMÖRÜ; HEPATOSELLÜLER


KARSİNOM
PRIMARY TUMOR OF LIVER; HEPATOCELLULAR
CARCINOMA

Ceren CANBEY GÖRET1, Ömer Faruk ÖZKAN2

ÖZET

Hepatosellüler karsinom (HCC) tüm dünyada karaciğerin en sık görülen malig-


nitesi olup, kansere bağlı ölümlerin başlıca sebeplerinden biridir. HCC, pankreatik
duktal adenokarsinomdan sonra en ölümcül 2. malignite olarak bildirilmektedir.
Birçok malignitenin aksine, HCC’da başlıca risk faktörleri hemen hemen bilin-
mekte, coğrafi değişkenlik göstermekle birlikte majör risk faktörleri arasında hepatit
C virüsü (HCV) ve hepatit B virüsü (HBV) başlıca risk faktörleri arasındadır.
Bu risk faktörleri belirlenip, olgular takip altına alındığında HCC’mu erken teşhis
edebilme şansımız artmakta ve günümüzde HCC tedavisinde major ilerlemeler oldu-
ğu bildirilmektedir.
HCC’nun çok çeşitli histolojik paternleri mevcut olmakla birlikte, en sık görülen
tipleri arasında trabeküler, solid, psödoglandüler ve skirröz paternler sayılmaktadır.
Histopatolojik incelemede özellikle bazı olgularda tanı koyarken histokimyasal ve
immünohistokimyasal analiz gibi bazı yardımcı tetkiklere ihtiyaç duyulabilmektedir.
Erken teşhis edilen HCC olgularına; hastalığın sınırlı olduğu durumlarda, özel-
likle karaciğerde siroz zemini yoksa; tedavide cerrahi rezeksiyon başta olmak üzere,
etanol enjeksiyonu ya da radyofrekans ablasyon yöntemlerinin tercih edilmesi ge-
rektiği bildirilmektedir. Benzer şekilde spesifik kriterleri taşıyan hastalara karaciğer
transplantasyonuda önerilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Hepatosellüler karsinom, karaciğer karsinomu, karaciğer, siroz

ABSTRACT

Hepatocellular carcinoma is the most prevalent malignity of liver in the whole


world and is one of the primary reasons for death due to cancer.HCC is known
as the 2nd deadliest malignity after pancreatic ductal carcinoma. Unlike many
malignities, main risk factors of HCC are known and while they vary geographically,
hepatitis C virus (HCV) and hepatitis B virus (HBV) are among the primary risk

1  Uzm. Dr., Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Sancaktepe Şehit Prof. Dr. İlhan Varank
Eğitim ve Araştırma Hastanesi Patoloji Kliniği İstanbul, Türkiye drcerencanbey@
hotmail.com
2  Doç. Dr., Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Genel Cerrahi Kliniği İstanbul, Türkiye ozkanfomer@gmail.com
250 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

factors. When these risk factors are determined and cases are monitored, our
early diagnosis chances of HCC increase and these days, major developments in
HCC treatment are being reported. HCC has various histological patterns and
trabecular, solid, pseudoglandular and scirrhous patterns are counted amongst
the most prevalent types. Histochemical and immunohistochemical analysis
can be required while diagnosing especially some cases during histopathologic
examination. In early diagnosed HCC cases; when the disease is limited, especially
if there are no cirrhosis grounds; it is reported that firstly surgical resection and
then ethanol injection or radiofrequency ablation methods should be preferred in
treatment. Similarly, liver transplantation is also recommended for patients who
meet specific criteria.
Keywords: Hepatocellular carcinoma, liver carcinoma, liver, chirrosis

GİRİŞ

Hepatosellüler karsinom (HCC) dünyada kansere bağlı ölümlerin baş-


lıca sebeplerinden biridir (1). Her yıl neredeyse 1 milyona yakın yeni tanı
konulmakta ve bu hastaların yaklaşık 6/10’u malesef kaybedilmektedir.
HCC karaciğer karsinomları içinde en sık görülen histolojik tip olup, va-
kaların çoğu Asya ve Afrika’da görülmekle birlikte, gelişmiş ülkelerde de
sıklığının arttığı bildirilmektedir (2).
Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) agresif konvansiyonel tedaviye
rağmen, HCC’li hastaların 5 yıllık surveyi %8.9 olarak bildirilmektedir. Ay-
rıca HCC, pankreatik duktal adenokarsinomdan sonra en ölümcül 2. ma-
lignite olarak bildirilmiştir (3-5).
Birçok malignitenin aksine, HCC’da başlıca risk faktörleri hemen he-
men bilinmekte, coğrafi değişkenlik göstermekle birlikte majör risk faktör-
leri arasında hepatit C virüsü (HCV) ve hepatit B virüsü (HBV) başlıca risk
faktörleri arasında bildirilmektedir (1).
Bu risk faktörleri belirlenip, olgular takip altına alındığında HCC’mu
erken teşhis edebilme şansımız artmakta ve günümüzde HCC tedavisinde
major ilerlemeler olduğu bildirilmektedir (1).
Erken teşhis edilen HCC olgularına; ablasyon, cerrahi rezeksiyon ya da
karaciğer transplantasyonu gibi birçok tedavi yöntemi uygulanabilmekte-
dir. Hastalığın sınırlı olduğu durumlarda, özellikle karaciğerde siroz zemi-
ni yoksa; tedavide cerrahi rezeksiyon başta olmak üzere, etanol enjeksiyonu
ya da radyofrekans ablasyon yöntemlerinin tercih edilmesi gerektiği bil-
dirilmektedir. Benzer şekilde spesifik kriterleri taşıyan hastalara karaciğer
transplantasyonuda önerilmektedir (3).
Tıp Çalışmaları 251

EPİDEMİYOLOJİ
HCC özellikle gelişmekte olan bölgelerde daha fazla görülmekle birlikte,
dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı insidansa sahip olduğu söylenmektedir
(5). 2008 yılında yapılan bir çalışmada dünya çapında yaklaşık 750.000
yeni vakaya tanı konmuş ve aynı yıl içerisinde HCC’a bağlı yaklaşık 696.000
ölüm vakası bildirilmiştir (6). Mortalite oranının yüksek olması sebebiyle
HCC, kansere bağlı ölümler arasında önemli sıralarda yer almaktadır.
Etiyolojisi göz önüne alındığında, özellikle HBV ve HCV enfeksiyon-
larının endemik olduğu bölgelerde HCC yüksek oranlarda görülmektedir
(7,8). HCC genellikle erkeklerde, kadınlara göre 2-4 kat daha fazla görül-
mektedir (9). Bir çalışmada, Çin, Kore gibi Asya ülkelerinde HCC’un ge-
rilediği ve bu düşüşün HBV karşı aşılama ile aflatoksine karşı koruyucu
önlemlerin alınmasına bağlı olduğu bildirilmektedir (10).
Bu durumun aksine; özellikle sebebinin gençlerin intravenöz ilaç kul-
lanımı ve 1960-80’lerde yapılan kan transfüzyonlarında bulaşan HCV
enfeksiyonuna bağlandığı, ABD ve Japonya’da HCC insidansında artış bil-
dirilmiştir (11,12). Ayrıca obezite, diabet ve nonalkolik steatohepatit’inde
(NASH) HCC gelişiminde katkısı olduğu inanılmaktadır (13). Bununla
birlikte etiyolojiye bakılmaksızın, HCC vakalarının hemen tamama yakı-
nında preneoplastik sirotik karaciğer mevcuttur (Resim 1).
Mevcut öngörülere dayanarak, ABD’deki insidansa göre önümüzdeki
20-30 yılda HCC insidansının giderek artacağı öngörülmektedir (1).

ETİYOLOJİ VE PATOGENEZİS
HCC’da birçok predispozan faktör mevcuttur. Bunlardan en sık görü-
lenler tablo 1’de gösterilmekle birlikte, aşağıda açıkça belirtilmiştir (3,14,15)
(Tablo 1).
-Hepatotropik virüsler; HBV ve HCV, hem erişkin, hem de pediatrik po-
pülasyonda gerek siroza, gerekse siroza yol açmadan HCC gelişiminde rol
oynarlar. Japonya’da yapılan bir çalışmada 15 yıllık gözlemle HBV vakalarının
%27’sinde, HCV vakalarının %75’inde HCC geliştiği bildirilmiştir (16). 2002
yılında Taiwan da geniş hasta sayısı ile yapılan bir çalışmada; hepatit B e antije-
ninin HCC gelişimiyle artmış oranda ilişkisi tespit edilmiş; patolojik inceleme-
de immünohistokimya ile yüzey ve kor antijenlerinin hem tümör hemde non-
neoplastik hepatositlerde pozitif olduğunu, hepatit virüslerinin DNA’ya integre
olarak tümör hücrelerinin genomlarında tespit edildiği bildirmişlerdir (17).
-Siroz; Yıllık insidansına bakıldığında, sirozlu hastaların yaklaşık
%3’ünün HCC olması beklenmektedir (18).
-Karaciğer hücre displazisi; 2 tip karaciğer hücre displazisi tanımlanmıştır.
“Büyük hücre displazisi” olarak bilinen geleneksel form olup; morfolo-
252 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

jik olarak nükleositoplazmik oranın normal olduğu; hepatositlerde büyü-


me, nükleer pleomorfizm ve multinükleasyon mevcuttur.
“Küçük hücre displazisi” nde ise; morfolojik olarak nükleer boyutlarda
büyümeye sekonder, nükleositoplazmik oranda artışla karşımıza çıkarlar.
Nükleus hiperkromatiktir.
Hem büyük hemde küçük hücre displazisi HCC için risk faktörü ol-
masına rağmen, bazı yazarlara göre küçük hücre displazi varlığı HCC için
daha önemli bir risk faktörü olarak görülmektedir (19).
Ancak bazı çalışmalarda; siroz açısından büyük hücre displazisinin, kü-
çük hücre displazisine göre istatstiksel olarak daha anlamlı olduğunu bil-
dirmişlerdir (20).
-Adenomatöz Hiperplazi; Bu terim genellikle tam HCC kriterleri
taşımayan, sirozlu karaciğerde meydana gelen atipik nodüler lezyonlar
için kullanılmakadır. Patologlar terminolojik karışıklığı önlemek adına bu
lezyonları sıradan ve atipik adeomatöz hiperplazi olarak sınıflamışlardır.
a- Makrorejeneratif nodül (Sıradan adenomatöz hiperplazi):
Histopatolojik incelemede; retikülin liflerinin sağlam olduğu, hücreleri
2 sıradan daha kalın olmadığı, 0.8 cm ya da daha küçük nodüller için bu
terim kullanılmaktadır.
b- Borderline nodül (Atipik adenomatöz hiperplazi):
Histopatolojik incelemede bu nodüllerde retikülin liflerinde kayıp, 3
hücre veya daha kalın dizilim gösteren hepatositler ve irregüler sınırlar
izlenen olgularda bu terimin kullanılması daha uygun olacaktır. Bu
nodüllerin preneoplastik lezyonlar olduğu bilinmektedir (21).
-Thorotrast; Thorium dioksit olarak bilinen radyografik kontrast
maddenin bazı HCC gelişimde rol oynadığı bildirilmiştir (22).
-Androjenik - Anabolik streoidler; Uzun süreli kullanıma bağlı birkaç
karaciğer tümör vakası bildirilmiştir. Aslında daha çok oral kontraseptiflere
bağlı muhtemel adenomlardan bahsedilmektedir (23).
-Progestajenik ajanlar; Oral konraseptif kullanan kadınlarda bildirilen
karaciğer adenomu ile alakalı HCC vakaları bildirilmiştir (24).
-Alfa1 antitripsin eklikliği; Bu metabolik sorunla doğan olguların HCC
açısından bir yatkınlıklarının olduğu bildirilmektedir (25).
-Tirozinemi; Bu metabolik sorunla doğan olgularda yüksek oranda HCC
riski mevcut olduğu, bir çalışmada ise 43 olgunun %37’sinin 2 yıl içinde HCC
geliştiği bildirilmiştir (26).
-Ataksi - telenjiektazi; Konjenital immün yetmezliği olan formunda
birkaç HCC vakası bildirilmiştir (27).
Tıp Çalışmaları 253

-Aflatoksin; Aspergillus flavus mantarının metabolik atıklarının sebep


olduğu aflatoksin HCC ile ilişkilidir (28).

Tablo 1: Hepatosellüler karsinom patogenezinde etkili faktörler (29)


Kronik Hepatik Hasar (%60-90)
Siroz
Sadece kronik hepatit (çok daha az sıklıkla (HBV>HCV)
Spesifik etiolojiler
Yüksek Oranda HCC birlikteliği (%15)
HBV
HCV
Herediter hemakromatozis
Herediter tirozinemi
Porfiria kutenea tarda
Hiperinsülinemi
İnferior vena kava membranöz obstrüksiyonu
HSK ile orta oranda ilişkili olan faktörler (%5-15)
Alkol
Alfa1 antitripsin eksikliği
Glikojen depo hastalıkları (tip1 ve 3)
Otoimmün hepatit
Diğer bildirilmiş ilişkiler
Primer bilier siroz
Primer sklerozan kolanjit
Herediter fruktoz intoleransı
İntrahepatik safra duktus azlığı
Progresif intrahepatik kolestaz (Byler hastalığı)
Konjenital hepatik fibrozis
Bilier atrezi
Wilson hastalığı
Oral kontraseptifler
Anabolik-androjenik steroidler
Obezite
Diabet
Kardiak siroz
Çeşitli kimyasallara / toksinlere maruziyet
254 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

TANI

HCC radyolojik olarak bilgisayarlı tomografi (BT) ya da magnetik re-


zonans görüntüleme (MRI) ile non-invaziv bir şekilde tanınabilir. Dinamik
görüntüleme de erken arteriyel fazda kontrast tutar, sonraki portal fazda
yıkanır yada bırakır. Bu görüntüleme özelliği HCC için %90 sensitif, %95
spesifiktir (30).
Ultrason (US) bulguları; BT ve MRI’ya benzer şekildedir. 1349 olgu ile
yapılan bir çalışmada kontrastlı US ile HCC’nin tanısal doğruluğunun %
85 oranında oranında olduğunu bildirmişlerdir (31). Yine 317 vakalık bir
çalışmada kontrastlı US’nin %90 sensitif, % 99 spesifik ve tanı doğuruluğu-
nunda %89 olduğu bildirilmiştir (32).
Ancak son zamanlarda kolanjiokarsinomlu olguların HCC’den ayırt
edilemeyişi nedeniyle kontrastlı US bir tanı aracı olarak kabul edilmemekte
ve ileri inceleme yöntemleri önerilmektedir. US’da karaciğerde tespit edil-
dikten sonra BT ya da MRI bulguları değerlendirilmelidir (1).
Yine HCC’li olguların laboratuvar bulgularında; Alfa fetoprotein (AFP)
yüksekliği 40 yıldan daha uzun süredir bilinmektedir. Gebelikte, normal
fetal yolk sak ve fetal karaciğer dokularında, yine HCC dışında, safra yol-
ları, pankreas, mide malignitelerinde ve nonseminamatöz tümörlerde de
AFP yüksekliği tespit edilebilir. Doğumdan 300 gün sonrasında bebeklerde
AFP değerinin düşmesi beklenmektedir. Bu süre sonrasında saptanan AFP
yükseklikleri aklımıza maligniteyi getirmelidir (33).
HCC’da AFP değerleri normalden - 100 000 ng/ml ‘ye kadar değişen
oranlarda tespit edilebilir (34). Tanı alan olguların yaklaşık %30 kadarın-
da tanı anında AFP düzeylerinin normal olabileceği bildirilmiştir (35).
400–500 ng/ml düzeylerindeki AFP değerinin HCC için diagnostik olduğu
bilinmektedir. Bu AFP değerlerinin HCC için spesifitesi %100 olarak tespit
edilmiş, ancak sensitivitesinin %45 olduğu bildirilmiştir (33).
AFP değerlerinin HCC için doğruluğunu arttırma çabaları, AFP’nin
farklı izoformlarının araştırılması için yeni bir kapı açmıştır. İnsan AFP si
591 aminoasitten oluşan, 70-kd glikoproteindir. Glikan terminal zincirdeki
varvasyonlarına göre 11 farklı izoformu mevcuttur (36). Elektroforetik tek-
niklerle bu izoformlerın tespit edilebileceği bildirilmiştir. Bir çalışmada 2
cm’den küçük HCC’ların yaklaşık %35’inde AFP-L3 izoformunun serumda
pozitifliğini tespit etmişler (37). Ancak bu yöntemler rutin kullanımda zor
ve pahalı olduklarından pek fazla kabul görmemiştir.
Her ne kadar görüntüleme sistemleri gelişse ve laboratuvar bulguları
desteklese de; HCC’nin nihai tanısı histopatolojik olarak konulmaktadır.
Biopsi karaciğerde yüz yılı aşkın süredir yapılmakta ve klinik olarak şüpheli
Tıp Çalışmaları 255

lezyonlarda güvenli ve etkili bir yöntemdir. US yada BT eşliğinde sitolo-


jik olarak ince iğne aspirasyon biopsisi (İİAB) ya da histolojik olarak tru-
cut biopsi tercih edilebilir. Hem İİAB hemde tru-cut biopsinin eş zamanlı
olarak birlikte yapılması, tek tek yapılmasına kıyasla tanısal doğruluğunun
daha fazla olduğu, sensitivitesinin %96, spesivitesinin %95 olduğu bildiril-
miştir (38,39).
Patoloğun biopsi yapılırken on-site hasta başında bulunması, sitolojik
materyallerin hazırlaması, enjektör içerisinde materyal kalmışsa o mater-
yalden hücre bloğu hazırlaması, hatta hasta başında diff-quick ya da tolu-
idine blue gibi hızlı boyama teknikleri ile yeterlilik verip, mevcut sitolojik
materyalin neoplastik dokudan alınıp alınmadığını ayırt edilmesi gerek-
mektedir. Bazen radyolojik olarak lezyona ulaşılamayan durumlarda cerra-
hi olarak açık biopsi yapılabilir (33).
HCC’nun makroskopik görünümü siroz varlığına / yokluğuna, tümör
boyutuna göre farklılıklar gösterebilir. Sirotik olmayan karaciğerde genel-
likle tek ve büyük bir kitle şeklinde karşımıza çıkarken, genellikle siroz
olanlarda sirotik nodüllerden ayırt edilemeyen çok sayıda ufak kitlelerle
presente olurlar (Resim 2).
Mikroskopik incelemesinde ise; neoplastik hepatositler diferansiasyon
derecesine bağlı olarak normal karaciğer dokusunu taklit ederler. Normal
dokuya en çok benzeyen iyi diferansiye tümörler, genellikle histopatolojik
olarak karaciğer adenomundan zorlukla ayırt edilir. Daha az diferansiye ne
anaplastik olan tümörler ise normal dokuya benzerliği azaldığından, bazı
yardımcı ek immünohistokimyasal ya da histokimyasal analizlerle tanına-
bilir. Genellikle çoğu HCC orta derece diferansiyedir (14).
Mikroskopik olarak neoplastik hücreler içerisinde ya da lümenlerde saf-
ra varlığı patagnomonik olmakla birlikte, yalnızca vakaların 1/3’ünde mev-
cuttur. Safra kanalikül varlığıda tanısaldır. Tipik olarak HCC’lar belirgin
stroma içermez ve yumuşak olmaya eğilimli tümörlerdir. Yalnız HCC’nin
skiröz ve fibrolameller varyantında desmoplastik stroma klasik varyant-
lara göre daha fazlaca görülür ve bu 2 varyant daha sert kıvamlıdır. Yine
HCC’da içi kan dolu olan kistik boşluklar izlenebilir (Resim 3). Bu peliozis
hepatisi taklit edebilir.
Karşımıza çıkan histolojik paternler arasında en sık görülenleri aşağıda
kısaca tariflenmiştir (Resim 4,5) (14).
-Trabeküler (sinuzoidal) patern; normal hepatik yapıyı taklit eder, tümör
hücreleri kordon ya da plaklar şeklinde büyürler. Trabeküllerin kalınlığı
birkaç hücre ise mikrotrabeküler, 20 hücreden fazla ise makrotrabeküler
olarak adlandırılır.
256 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

-Solid patern; bu yapı trabeküler paternin %10-15 kadarında görülür. Bu


paternde bitişikteki trabeküler yapının kompresyonuna bağlı, trabeküllerin
birleşmiş gibi görünmesi söz konusudur.
-Psödoglandüler (asiner) patern; bu paternde genellikle trabeküler
patern ile karışıktır. Dominant olarak nadiren görülür ve adenokarsinomla
karışma eğilimi vardır.
-Skiröz patern; bu patern tüm HCC’ların %2’sinden azında mevcuttur.
Şeffaf hücreli HCC, küçük hücreli HCC, lenfoepitelioma benzeri HCC,
iğsi hücreli HCC, mikst HCC-kolanjiokarsinom gibi birçok daha az sıklıkla
görülen paternler de daha tariflenmiştir (14).
Çoğu HCC immünohistokimyasal olarak; AFP, epitelial membran antijen
(EMA), alfa1 antitripsin, fibrinojen, IgG, ferritin, Heppar 1, MOC 31, glypi-
can-3, poliklonal CEA ile pozitiftir (Resim 6). Histokimyasal olarakta karaci-
ğerin yapısı bozulduğundan, retikülin liflerinde kayıp izlenir (Resim 7).

EVRELEME
HCC için evreleme genel olarak tümör çapına, tümör nodüllerinin sa-
yısına, vasküler invazyon varlığı / yokluğuna göre birçok kritere bağlı olup,
bu kriterler tablo listelenmiştir (Tablo 2) (40).
Tablo 2: Hepatosellüler karsinom için pTNM evrelemesi ve evre alt grupları (29)

T: Primer Tümör N: Bölgesel Lenf Nodları M: Uzak Metastaz


Tx: Primer tümör
incelenememektedir

T1: Soliter tümör, vasküler


invazyon olmaksızın

T2: Soliter tümör, vasküler


Nx: Bölgesel lenf nodları
invazyonlu, veya çok sayıda
incelenememektedir
> 5 cm olmayan tümör
M0: Uzak metastaz yok
T3a: Çok sayıda >5 cm
N0: Bölgesel lenf nodu
tümör
metastazı yok
M1: uzak metastaz var
T3b: Portal veya hepatik
venin majör dallarını
N1: Bölgesel lenf nodu
infiltre etmiş herhangi
metastazı var
boyutta çok sayıda veya tek
tümör

T4: Safra kesesi dışı komşu


organlara direk invazyon
veya visseral periton
perforasyonu
Tıp Çalışmaları 257

Evre I T1 N0 M0
Evre II T2 N0 M0
Evre IIIA T3a N0 M0
Evre IIIB T3b N0 M0
Evre IIIC T4 N0 M0
Evre IVA Herhangi bir T N1 M0
Evre IVB Herhangi bir T Herhangi bir N M1

TEDAVİ
HCC olgularında çok çeşitli tedavi yaklaşımları mevcuttur. HCC’un
evresine, karaciğerin fonksiyonel durumuna, eşlik eden ek medikal
problemler göz önüne alınarak HCC tedavisine; cerrah, onkolog, patolog,
radyolog ve hepatologdan oluşan multidisipliner bir ekip ile karar
verilmelidir (1).
HCC’li olgularda en etkin tedavi cerrahi rezeksiyon ve karaciğer
transplantasyonudur (Resim 8,9,10) (41). Radyofrekans ablasyon (RF),
mikrodalga ablasyon ya da perkutenöz etanol enjeksiyonu gibi ablatif
tedaviler daha çok 2 cm’den küçük kitleler için sınırlı kullanılması gereken
tedaviler arasında yer almaktadır. Ancak ileri yaş ve kötü klinik durumu
olan, cerrahi rezeksiyon ya da transplantasyon uygulanamayan olgularda
da ablatif tedaviler tercih edilmektedir (42).
HCC’da tümör sayısı, tümör boyutu, siroz varlığı, cerrahi deneyim
gibi birçok faktör hem rezeksiyon da hem de transplantasyonda göz
önüne alınmalıdır. Sirotik karaciğerlerde parsiyel rezeksiyon yapılması
durumunda, fonksiyon ve rejenerasyon kapasitesindeki bozulmalar
sebebi ile durum kötüye gidebilir. Bu nedenle sirozlu olgularda karaciğer
fonksiyonları kapsamlı bir şekilde değerlendirilmeli ve operasyona öyle
karar verilmelidir (41).
Cerrahi yapılamayan olgularda; transarteriel embolizasyon (TAE),
transarteriel kemoembolizasyon (TACE), RF ablasyon, perkutenöz asit
enjeksiyonu gibi neoadjuvan terapiler uygulanabilir. Yine bunlara ek
olarak mikrodalga terapi, transarteriel radyoembolizasyon ve kriyoterapi
gibi uygulamarda bildirilmiştir. Ayrıca moleküler terapi olarak uygulanan
tirozin kinaz inhibitörü olan sorefenib’te ileri evre HCC olgularında tercih
edilebilmektedir (43).
258 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

REFERANSLAR

1- Dhanasekaran R, Limaye A, Cabrera R. Hepatocellular carcinoma: current


trends in worldwide epidemiology, risk factors, diagnosis, and therapeutics.
Hepat Med. 2012 May 8;4:19-37. doi: 10.2147/HMER.S16316.
2- Surveillance Research Program, National Cancer Institute. Fast stats: an
interactive tool for access to SEER cancer statistics. November 10, 2011.
Available from: http://seer.cancer.gov/faststats. Accessed August 15, 2011.
3- Farazi PA, DePinho RA. Hepatocellular carcinoma pathogenesis: from genes to
environment. Nat Rev Cancer. 2006 Sep;6(9):674-87.
4- Hertl, M. & Cosimi, A. B. Liver transplantation for malignancy. Oncologist 10,
269–281 (2005).
5- American Cancer Society. Cancer Facts and FIGS 2005. American Cancer
Society [online], http:// www.cancer.org/docroot/home/index.asp (2005).
6- Ferlay J, Shin HR, Bray F, Forman D, Mathers C, Parkin DM. Estimates of
worldwide burden of cancer in 2008: GLOBOCAN 2008. Int J Cancer.
2010;127(12):2893–2917.
7- World Health Organization. Hepatitis B fact sheet. August 21, 2008. Available
from: http://www.who.int/mediacentre/factsheets/fs204/en/. Accessed
February 20, 2012.
8- World Health Organization. Facts and figures: hepatitis C. May 25, 2010.
Available from: http://www.euro.who.int/en/what-we-do/health-topics/
communicable-diseases/hepatitis/facts-and-figures/hepatitis-c. Accessed
February 20, 2012.
9- Jemal A, Bray F, CenterMM, FerlayJ, WardE, Forman D. Global cancer statistics.
CA Cancer J Clin. 2011;61(2):69–90.
10- Kao JH, Chen DS. Changing disease burden of hepatocellular carcinoma in the
Far East and Southeast Asia. Liver Int. 2005;25(4): 696–703.
11- Yoshizawa H. Hepatocellular carcinoma associated with hepatitis C virus
infection in Japan: projection to other countries in the foreseeable future.
Oncology. 2002;62 Suppl 1:8–17.
12- Altekruse SF, Mc Glynn KA, Reichman ME. Hepatocellular carcinoma
incidence, mortality, and survival trends in the United States from 1975 to
2005. J Clin Oncol. 2009;27(9):1485–1491.
13- El-Serag HB, Mason AC. Risk factors for the rising rates of primary liver cancer
in the United States. Arch Intern Med. 2000;160(21): 3227–3230.
14- Rosai and Ackerman's Surgical Pathology. 10th Edition: Volume 1: p 944-953.
15- Jiang K, Centeno BA. Primary Liver Cancers, Part 2: Progression Pathways and
Carcinogenesis. Cancer Control. 2018 Jan-Mar;25(1):1073274817744658.
doi: 10.1177/1073274817744658.
Tıp Çalışmaları 259

16- Ikeda K, Saitoh S, Koida I, Arase Y, Tsubota A, Chayama K, Kumada H,


Kawanishi M. A multivariate analysis of risk factors for hepatocellular
carcinogenesis: a prospective observation of 795 patients with viral and
alcoholic cirrhosis. Hepatology. 1993 Jul;18(1):47-53.
17- Yang HI, Lu SN, Liaw YF, You SL, Sun CA, Wang LY, Hsiao CK, Chen PJ, Chen
DS, Chen CJ; Taiwan Community-Based Cancer Screening Project Group.
Hepatitis B e antigen and the risk of hepatocellular carcinoma. N Engl J
Med. 2002 Jul 18;347(3):168-74.
18- Colombo M, de Franchis R, Del Ninno E, Sangiovanni A, De Fazio C, Tommasini
M, Donato MF, Piva A, Di Carlo V, Dioguardi N. Hepatocellular carcinoma
in Italian patients with cirrhosis. N Engl J Med. 1991 Sep 5;325(10):675-80.
19- Crawford JM. Pathologic assessment of liver cell dysplasia and benign liver
tumors: differentiation from malignant tumors. Semin Diagn Pathol. 1990
May;7(2):115-28.
20- Libbrecht L, De Vos R, Cassiman D, Desmet V, Aerts R, Roskams T. Hepatic
progenitor cells in hepatocellular adenomas. Am J Surg Pathol. 2001
Nov;25(11):1388-96.
21- Kobayashi M, Ikeda K, Hosaka T, Sezaki H, Someya T, Akuta N, Suzuki F,
Suzuki Y, Saitoh S, Arase Y, Kumada H. Dysplastic nodules frequently
develop into hepatocellular carcinoma in patients with chronic viral
hepatitis and cirrhosis. Cancer. 2006 Feb 1;106(3):636-47.
22- Smoron GL, Battifora HA. Thorotrast-induced hepatoma. Cancer. 1972
Nov;30(5):1252-9.
23- Johnson FL, Lerner KG, Siegel M, Feagler JR, Majerus PW, Hartmann JR, Thomas
ED. Association of androgenic-anabolic steroid therapy with development
of hepatocellular carcinoma. Lancet. 1972 Dec 16;2(7790):1273-6.
24- Shar SR, Kew MC. Oral contraceptives and hepatocellular carcinoma. Cancer.
1982 Jan 15;49(2):407-10.
25- Zhou H, Fischer HP. Liver carcinoma in PiZ alpha-1-antitrypsin deficiency.
Am J Surg Pathol. 1998 Jun;22(6):742-8.
26- Weinberg AG, Mize CE, Worthen HG. The occurrence of hepatoma in the
chronic form of hereditary tyrosinemia. J Pediatr. 1976 Mar;88(3):434-8.
27- Weinstein S, Scottolini AG, Loo SY, Caldwell PC, Bhagavan NV. Ataxia
telangiectasia with hepatocellular carcinoma in a 15-year-old girl and
studies of her kindred. Arch Pathol Lab Med. 1985 Nov;109(11):1000-4.
28- Alpert ME, Davidson CS. Mycotoxins. A possible cause of primary carcinoma
of the liver. Am J Med. 1969; 46:325-327.
29- Sternberg’s Diagnostic Surgical Pathology. 6th Edition: Volume II: p 1736-1739.
30- Marrero JA, Hussain HK, Nghiem HV, Umar R, Fontana RJ, Lok AS. Improving
the prediction of hepatocellular carcinoma in cirrhotic patients with an
arterially-enhancing liver mass. Liver Transpl. 2005;11(3):281–289.
260 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

31- Strobel D, Seitz K, Blank W, et al. Tumor-specific vascularization pattern of


liver metastasis, hepatocellular carcinoma, hemangioma and focal nodular
hyperplasia in the differential diagnosis of 1,349 liver lesions in contrast-
enhanced ultrasound (CEUS). Ultraschall Med. 2009;30(4):376–382.
32- von Herbay A, Westendorff J, Gregor M. Contrast-enhanced ultrasound with
SonoVue: differentiation between benign and malignant focal liver lesions
in 317 patients. J Clin Ultrasound. 2010;38(1):1–9.
33- Bialecki ES, Di Bisceglie AM. Diagnosis of hepatocellular carcinoma. HPB
(Oxford). 2005;7(1):26-34. doi: 10.1080/13651820410024049.
34- Koteish A, Thuluvath PJ. Screening for hepatocellular carcinoma. J Vasc Interv
Radiol 2002;13(9 Pt 2):S185–S190.
35- Colombo M. Screening for cancer in viral hepatitis. Clin Liver Dis 2001;5:109–
22.
36- Shimizu K, Katoh H, Yamashita F, Tanaka F, Tanaka M, Tanikawa K, et al.
Comparison of carbohydrate structures of serum alpha-fetoprotein by
sequential glycosidase digestion and lectin affinity electrophoresis. Clin
Chim Acta 1996;254:23–40.
37- Taketa K, Endo Y, Sekiya C, Tanikawa K, Koji T, Taga H, et al. A collaborative
study for the evaluation of lectin-reactive alpha-fetoproteins in early
detection of hepatocellular carcinoma. Cancer Res 1993;53:5419–23.
38- Borzio M, Borzio F, Macchi R, Croce AM, Bruno S, Ferrari A, et al. The
evaluation of fine-needle procedures for the diagnosis of focal liver lesions
in cirrhosis. J Hepatol 1994;20:117–21.
39- Ozkan OF, Goret CC, Goret NE, Yuksekdag S, Topçu A, Unal E, Koksal N. The
Portal Venous System and Portal Vein Thrombosis: Review Article. J Surg
Forecast. 2018; 1(1): 1007.
40- Edge SB, Byrd SR, Compton CC, et al., editors. AJCC Cancer Staging Manual.
7th edition Springer-Verlag; New York (NY): 2010. pp. 143–164.
41- Chedid MF, Kruel CRP, Pinto MA, Grezzana-Filho TJM, Leipnitz I, Kruel
CDP, Scaffaro LA, Chedid AD. Hepatocellular Carcınoma: Dıagnosıs And
Operatıve Management. Arq Bras Cir Dig. 2017 Oct-Dec;30(4):272-278.
doi: 10.1590/0102-6720201700040011.
42- Bruix J, Reig M, Sherman M. Evidence Based Diagnosis, Staging, and
Treatment of Patients With Hepatocellular Carcinoma. Gastroenterology.
2016;150:835-53.
43- Witt-Kehati D, Fridkin A, Alaluf MB, Zemel R, Shlomai A. Inhibition of
pMAPK14 Overcomes Resistance to Sorafenib in Hepatoma Cells with
Hepatitis B Virus. Transl Oncol. 2018 Mar 7;11(2):511-517. doi: 10.1016/j.
tranon.2018.02.015.
Tıp Çalışmaları 261

RESIMLER

Resim 1: Karaciğer transplantasyonunda peroperatif sirotik karaciğerin


makroskopik görünümü

Resim 2: Sirotik olmayan sol hepatektomi spesmeninde hepatosellüler


karsinomun makroskopik görünüşü
262 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Resim 3: Hepatosellüler karsinoma ait mikroskopik kesitlerde dilate sinuzoidler


(Hematoksilen&Eozin x 400)

Resim 4: Hepatosellüler karsinoma ait mikroskopik incelemede hepatositlerde


nükleer atipi, nükleol belirginliği (Hematoksilen&Eozin x 400)
Tıp Çalışmaları 263

Resim 5: Makrotrabeküler paternde hepatosellüler karsinom


(Hematoksilen&Eozin x 400)

Resim 6: Hepatosellüler karsinom’da pCEA ile kanaliküler paternde pozitiflik


(İmmunohistokimya x 400 )
264 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Resim 7: Hepatosellüler karsinomda parankimde retikülin liflerinde kayıp


(Histokimya x 400 )

Resim 8: Transplantasyon yapılan olguda hepatektomi materyali


Tıp Çalışmaları 265

Resim 9: Sağ hepatektomi’ye ait rezeksiyon spesmeni (trisegmentektomi)

Resim 10: Sağ lateral segmentektomi’ye ait rezeksiyon spesmeni


Tıp Çalışmaları 267

YÜKSEK ÖĞRETİMDE KALİTE YÖNETİMİ AÇISINDAN


MOBBING (YILDIRMA) HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME1
A EVALUATION ABOUT MOBBING IN TERMS OF
QUALITY MANAGEMENT IN HIGHER EDUCATION

Fatma BOLAÇ2, Oya ÖGENLER3

ÖZET

Giriş: Yüksek öğretimde mobbing (yıldırma), çalışanların, öğrencilerin ve


eğiticilerin çalışma ve öğretim barışını bozabilen, kişileri stresle karşı karşıya
bırakabilen bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
Amaç: Çalışmamızın amacı Ulusal Tez Merkezinde erişime açık tezler üzerinde
üniversite yaşamında yer alan öğrenci, idari ve akademik personelin bulundukları
ortama bağlı oluşan mobbing maruziyet durumunu analiz etmektir.
Yöntem: Çalışmamızda yüksek öğretime devam eden lisans ve lisans üstü
öğrencilerin, akademik ve idari personelden oluşan paydaşların maruz kaldığı
mobbingle ilgili tezler üzerinde çalışıldı. Aralık 2015 tarihine kadar YÖK Ulusal
Tez Merkezi veri tabanında kayıtlı olan eğitimle ilgili 12769 tezden, başlığında
mobbing olan 331 tezin tamamına ulaşılanlar üzerinde irdeleme yapıldı.
Belirlenen tezleri içinde mobbing, eğitimde kalite, kalite yönetimi ve performans
anahtar kelime kullanılarak yüksek öğretimde kalite yönetimi açısından mobbing
(yıldırma) hakkında kısa bir değerlendirme yapıldı.
Bulgular: Çalışmamızda irdelenen başlığında mobbing olan toplam 331
tezden, 96’sının (%29) eğitim ve öğretimle ilgili olduğu saptandı. 6 tezin tamamına
ulaşılamadığı için çalışma dışı bırakıldı. Eğitimde kalite açısından 9 (%4) tez tüm
anahtar kelimeleri içermekteydi. 84 (%25) tez yüksek lisans, 10 (%3) tez doktora, 2
tez ise tıpta uzmanlık tezi olarak hazırlanmıştı.
Tartışma: Çalışmamızda irdelenen tezlerde yüksek öğretimde mobbinge
yönelik sorunun varlığı ve mobbingi ortaya çıkaran faktörlerin tespit edildiği
gözlendi. Ancak kalite yönetimi açısından çalışmalarda mobbingin engellenmesi
veya oluşmamasını sağlayacak irdelemelerin yapılmadığı, iş etüd ve kaliteyi
geliştirecek tasarımlar hakkında eksiklikler olduğu görülmektedir. Dolayısıyla
irdelediğimiz tezlerde mobbingi ortadan kaldıracak çözümler arasında eğitimde
kaliteyi artıracak öneriler bulunmadığı dikkati çekmektedir.
Sonuç: Çalışmamızda tezlerin irdelenmesi sonucunda elde edilen veriler
ışığında yüksek öğretimde mobbing yoğun bir şekilde yaşanmakta olduğu
1  Bu çalışma 19-20 Mart 2016 tarihleri arasında yapılan International Management
Research Congress (INMAR Congress)’inde Ankara’da sözlü bildiri olarak sunulmuştur.
2  Yakın Doğu Universitesi, İşletme Anabilimdalı Doktora Öğrencisi Lefkoşa/
KKTC. Mersin Üniversitesi Yüksekokul Sekreteri, Mersin. fatmabolac@mersin.edu.tr
3  PhD, MD Mersin Üniversitesi, Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik A.D., Mersin
oyaogenler@gmail.com
268 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

söylenebilir. Yüksek öğretimde eğitim kalitesini zayıflatacak mobbingin önüne


geçilebilecek tedbirlerin alınması gerekmektedir. Bu durum ancak öğrenci, çalışan
arasında birlik, beraberlik içinde etkili ve verimli bir iş ortamı yaratılarak sağlanabilir.
Yüksek öğretimde kalite yönetimi sayesinde mobbingin ortadan kaldırılması, ancak
kalite çemberlerinin oluşturulması sayesinde mümkün olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Mobbing, Eğitimde kalite, Yüksek öğretim, Kalite yönetimi

ABSTRACT

Aim: In our study the aim is to analyse the mobbing exposure occurring
depending on the environment where student, administration and academic staff
are positioned in university life.  
Introduction:  Mobbing in higher education appears as a factor which can
damage the working and education peace of employees, students and teachers and
expose them to stress.
Method:  In our study theses related with mobbing applied on university or
master thesis students, academic and administrative staff were examined. Until
December 2015, examination was made on 331 theses, headlines of which are
mobbing among 12769 education related theses recorded in HEC (YÖK) National
Thesis Center. A short evaluation about mobbing was made in terms of quality
management in higher education by using mobbing, quality in education and
performance keywords within the determined theses.
Findings: It was determined that 96 theses out of examined 331 theses (29%)
are related with education. 6 theses were taken out of the study for being abstract
only. 9 theses (4%) included all keywords. 84 (25%) are master theses, 10 (3%) are
doctorate theses and 2 are expertise theses in medicine.
Discussion:  In the theses examined in our study it was observed that the
existence of mobbing related problem in higher education and the factors revealing
mobbing were determined. However in terms of quality management, it was also
observed that the examinations for preventing mobbing were not made and there
are missing points about designs which will develop work etude and quality.
Therefore among the mobbing prevention methods in the examined theses, it is
observed that there are no suggestions related with increasing education quality.
Conclusion: In light of the data obtained as a result of the examination of theses
in our study it can be said that mobbing is intensively faced in higher education. It is
necessary to take precautions to prevent mobbing which weakens higher education
quality. This can only be achieved by creating an efficient working environment
by the cooperation of students and employees. Removing mobbing in higher
education by quality management can be possible by creating quality circles. 
Keywords: Mobbing, Quality of education, Higher education, Quality
management
Tıp Çalışmaları 269

GIRIŞ

Eğitim hizmeti veren kurumlar içinde önemli bir yere sahip olan
yükseköğretim kurumlarında, akademik ve idari personel ile öğrenciler
arasındaki sosyal ilişkilerde en önemli araç iletişim ve etkileşimdir. Çalı-
şanların yaşamlarının önemli bir bölümünü geçirdikleri çalışma ortamla-
rında psikolojik ve fiziksel baskı olmadığında verimlilik ve örgüte bağlılık
artmaktadır. Bu sayede çalışma yaşamlarında kendilerini mutlu hisseden
çalışanlar içlerindeki çalışma potansiyelini ortaya çıkartarak daha verim-
li olurlar. Fakat bazen çalışanların aralarındaki ilişkiler beklenildiği gibi
gitmeyebilir (Toker Gökçe, 2008). Bu durumda çalışma ortamında yaşa-
nan olumsuz davranışlar ve zorluklar mobbing kavramı ile anlatılmaktadır
(Güngör, 2008).
Mobbing (yıldırma), toplu olarak yaşanılan ve/veya örgüt olarak çalışı-
lan yerlerde ortamı ve çalışma barışının bozulması sonucunda maruz ka-
lan kişiyi, baskı altına alan sıkıntıya sokan bir unsur olarak tanımlanabilir
(Köse ve Uysal, 2010).
Mobbing, ingilizce Mob kökünden türetilmiştir. İngilizce Mob kelimesi
yasalara aykırı şiddet uygulayan kalabalıklar, çeteler, serseriler olarak da ta-
nımlanmaktadır (Gündüz ve Yılmaz, 2008). Türk Dil Kurumu’nda ise mob-
bingin kelime karşılığı bezdiridir. Bezdiri; belli bir kişinin hedef seçilerek
onun çalışmasını engelleyecek şekilde huzursuz olmasına neden olma, göz-
den düşürülme, yıldırılma, dışlanma gibi olumsuz davranışlardır. Ancak bu
durumun toplu olarak bulunulan veya çalışılan yerlerde gerçekleşmesi ile
mobbingten yani bezdiriden söz edilebilir (TDK, 2015).
Literatürde çalışırken mobbing kelimesinin yerine, zorbalık, yıldırma,
işyerinde psikolojik terör, duygusal tecavüz, bezdiri, işyeri sendromu, psi-
kolojik taciz gibi kelimeler karşımıza çıkabilir. (Eser, 2010). Bütün bu ta-
nımlamalar mobbingin birebir karşılığı olarak düşünülebilir.
Mobbingin üç önemli özelliği; eylemin mobbbinge uğrayan kişinin üze-
rindeki etkisi, bu maruziyetin olumsuzluğu, ve bu eylemin sürekli taciz de-
nilecek şekilde tekrarı olmasıdır (Paksoy, 2007).
Mobbing kavramı akıllarda olumsuzluğu çağrıştırmaktadır. Yüksek
öğretimde mobbing (yıldırma), idari görevde çalışanların, öğrencilerin ve
eğiticilerin çalışma ortamındaki ve eğitim ve öğretim huzurunu kaçırıp ba-
rışı bozabilir, maruziyete uğrayanların baskı altına alınmasına neden olup
stres içine alabilen önemli bir etken olabilir.
Araştırmamız çerçevesinde kullanılan diğer kavramlar sırasıyla kalite,
kalite yönetimi, toplam kalite yönetimi, kalite çemberleri dir.
Kalite; genel olarak bir ürün veya hizmetin, özelinde ise eğitim hiz-
270 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

metinin verilen şartlara uygunluğu olarak tanımlanabilir. Eğitimde kalite,


hizmetin özelliklerin toplamı belirlenen veya olabilecek ihtiyaçlarını karşı-
lama kabiliyetine dayanmaktadır. Kalite, işin ilk defasında doğru ve zama-
nında yapılmasını gerektirir. Kalitenin temel nitelikleri; bir hayat felsefesi,
yönetim tarzı, rekabet gücünün yükseltilmesi, israfın önlenmesi, sürekli bir
iyileşme süreci, çalışanların ihtiyaçları ve makul beklentilerinin karşılan-
masıdır. Başlıca ilkeleri ise, hem ferdi hem de takım çalışması, kurum gene-
linde yapılan bir faaliyet ve bir saygı ve nezakettir (Akgül, 1998).
Kalite politikasının belirlenmesi ve alakalı kişiler tarafından kabul edil-
mesi, uygulanabilmesi için ihtiyacı olan tüm gerekliliklerin yerine getiril-
mesiyle kalite yönetimi gerçekleşebilir. Yönetim yaklaşımı olarak değerlen-
dirilen bu durum çalışanların tüm faaliyetlerinin organize olmasını sağlar
(Hiam, 1992). Yükseköğretim kurumu içinde sürecin ve tüm çalışanların
bu standartları sağlayacak şekilde şekillendirilmesi, kalite standartların ku-
rulması, kalite yönetimi sayesinde olanaklı hale gelir (Soylu ve Suer, 1998).
Yükseköğretim kurumunda yönetim fonksiyonlarının kalite politikasını
belirlemesi, hedef ve sorululuklar ile yürütmenin kalite planlaması, kontro-
lü ve güvencesi aynı zamanda kalitenin geliştirilmesi anlamına da gelmek-
tedir (Miyauchi, 1999). Kalitenin en çekici özelliği pozitif olmasıdır. Herkes
kalite ister ve hiç kimse kaliteye karşı değildir (Top, 2009).
Toplam kalite yönetimi; yükseköğretimde paydaşların kalite geliştirme,
kaliteyi koruma ve kalite iyileştirme çabalarını öğrenci memnuniyetini de
göz önünde tutarak eğitim hizmetini en üst düzeyde gerçekleştirebilmek
için ortak noktada birleştiği katılımcı bir sistemdir. Eğitimin kalitesini art-
tırmak için yükseköğretim yönetimine ilişkin süreçlerin kaliteli hale getiri-
lebilmesini hedef olarak gören ve bu sonucu gerçekleştirmek için paydaşla-
rın eğitim hizmeti sürecine katılımını sağlayan bir stratejidir (Özşen, 1998).
Toplam kalite yönetimi ile ilgili tüm aşamalarda idari, akademik personel
ve öğrencilerden oluşan paydaşların kendi aralarında kalitenin aranmasını
öngören bütüncül bir anlayışı yansıtmaktadır (Saran ve Göçerler, 1998).
Kalite çemberleri; akademik ve idari personelin becerilerinden yararla-
narak aynı zamanda işlerini benimsemelerini, tatmin olmalarını sağlayıp
yönetime katılmalarını, etkin ve etkili bir takım ruhunun yaratılmasını sağ-
lamaktır. En temel özelliklerinden birisi takım çalışmasını oluşturmaktır.
Kalitenin artırılması için kaliteyle ilgili aşamaları bilen kişiler tarafından
eylemlerin gerçekleştirilmesi gerekir. Küçük çalışma grupları oluşturulur-
ken çalışanların işin süreçleri içine dahil edilmeleri ve kalite geliştirilmesi-
ne katılımlarının sağlanması bir zorunluluktur. Küçük çalışma gruplarının
adları “sıfır hata hareketi, çalışma grupları, sürekli geliştirme grupları, kalite
çevrimleri, kalite kontrol halkaları, kalite çemberleri, kalite kontrol çemberle-
ri” şeklinde olabilir. Bu yazı içinde tüm bu anlamları içeren kalite çemberle-
Tıp Çalışmaları 271

ri kavramı kullanılacaktır. Kalite çemberleri problemlerin çözümünde en


etkili araçlardır. Çünkü çalışanlar ortak çabaları sonucunda problemlerin
ortadan kalkması için çareleri daha çabuk bulabilirler, güzel bir yönetim
anlayışı ile çalışanın başarı isteği ve gücü, verimliliği artırabilir, çalışma
grubunun önerisi ortak düşünceden oluşması sonucunda bireysel öneri-
lerden daha fazla etkin olmaktadır (Terzi, 1995). Yükseköğretimde kalite
çemberleri; eğitim hizmetini iyiye götürme, hizmet süreçlerinin iyileştiril-
mesine katkıda bulunma, insana saygı, iş ortamını yaşanmaya değer alan-
lar haline getirme, çalışanların kendi işleri ile ilgili kararlara katılımlarını
sağlamak, bilgi ve yeteneklerinden faydalanmak gibi temel amaçları kap-
samaktadır (Yıldız, 1994). Kalite çemberleri çalışanların kendilerini ger-
çekleştirme düzeylerini yükseltmekte, bireylerin çalışan ve insan olarak iş
tatmin düzeyini yükseltmekte, çalışanların yaptıkları işi benimsemelerini
ve sevmelerini sağlamakta ve temel çalışanların yönetime katılımlarını sağ-
lamaktadır (Kovancı, 2003).

AMAÇ

Çalışmamızda çalışma ortamına örnek olarak Üniversite ele alınacak ve


üniversiteyi oluşturan paydaşların maruz kaldığı mobbing uygulamalarına
değinilecektir. Çalışmamızın amacı üniversite yaşamında yer alan öğrenci,
idari ve akademik personelin bulundukları ortama bağlı oluşan mobbing
maruziyet durumunu analiz etmektir. Çalışmamızdaki analiz kalite yöneti-
mine göre gerçekleşmiştir.

YÖNTEM

Araştırmamız yüksek öğretime devam eden lisans ve lisans üstü öğren-


cilerin, akademik ve idari personelden oluşan paydaşların maruz kaldığı
mobbingle ilgili tezler üzerinde çalışılarak yapıldı. 1959 yılından Aralık
2015 tarihine kadar YÖK Ulusal Tez Merkezi veri tabanında yer alan 29418
kayıtlı olan eğitimle ilgili 12769 tezden, başlığında mobbing olan 331 te-
zin tamamına ulaşılanlar üzerinde irdeleme yapıldı. Belirlenen tezlerin tam
metni içinde eğitimde kalite, kalitenin eğitime etkisi ve performans/verim-
lilik oluşan anahtar kelimeleri kullanılarak arama yapıldı. Tezin mobbing,
eğitim ve öğretimle ilgili olanlar seçildi, yüksek öğretimde kalite yönetimi
açısından mobbing (yıldırma) hakkında literatür ile karşılaştırmalı irdele-
me yapıldı.
272 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Başlığında mobbing
olan (331)
3%

Diğer konularda
(12438)
97%

Ulusal Tez Merkezi veri tabanında yer alan tezlerin dağılımı

Grafik1: Ulusal Tez Merkezinde yer alan eğitim ve öğretimle ilgili tezlerin
dağılımı

BULGULAR

Türkiye’de yüksek öğretimde mobbing konulu tezler eğitimde kalite


yönetimi açısından incelenmiş ve elde edilen veriler grafik ve tablo üzerinde
ifade edilmiştir.
YÖK tarama merkezinde irdelenen toplam 331 tezden, 96’sının (%29)
yüksek öğretim eğitim ve öğretimle ilgili olduğu saptandı.

Grafik2: Mobbingle ilgili tezlerin eğitim ve öğretime göre dağılımı


Tıp Çalışmaları 273

Başlığında mobbing olan 96 tez eğitimde kalite açısından 9 (%4) tez tüm
anahtar kelimeleri içermekteydi. 6 tez özet olduğu için çalışma dışı bırakıl-
dı. 84 (%25) tez yüksek lisans, 10 (%3) tez doktora, 2 tez ise tıpta uzmanlık
tezi olarak hazırlanmıştı.
Uzmanlık tezi
(2)
2%

Doktora tezi (10)


10%

Yüksek lisans tezi


(84)
82%

Mobbingle ilgili tezlerin dağılımı N=96

Grafik3: Tezlerin yükseköğrenim kurumlarına göre dağılımı

Verimlilik ve/veya
Kalite Kalitenin eğitime etkisi
performans
Var Yok Var Yok Var Yok
89 7 9 87 91 5
Tablo1: Tezlerin anahtar kelimelere göre dağılımı

89 tezde kalite kelimesi, 9 tezde kalitenin eğitime etkisi, 91 tezde ise ve-
rimlilik veya performanstan bahsedilmektedir. Başlığında mobbing olan ir-
delenen tezlerde tam metin içinde tüm anahtar kelimeler (kalite, kalitenin
eğitime etkisi ve performans) sadece 9 tezde bulunmaktadır.

TARTIŞMA

Çalışmamızda irdelenen tezlerde yüksek öğretimde mobbingin bir so-


run olarak varlığı ve mobbinge neden olan faktörlerin tespit edildiği göz-
lendi. Bu araştırma mobbing konulu tezlerin kalite, kalitenin eğitime etkisi
ve performans açısından incelenerek dağılımlarının çıkarılması; eğitim
hizmetinde kalite açısından mobbingin nasıl irdelendiğinin belirlenmesi ve
274 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

yetersizliklerin neler olabileceğinin belirlenmesi bakımından kayda değer


bir çalışmadır. Araştırmanın genel çerçevesinde Türkiye’de eğitimle ilgili
mobbingi konu alan tezlerde, kalite yönetimi açısından, mobbingin engel-
lenmesi veya oluşmamasını sağlayacak irdelemelerin yapılmadığı, iş etüd ve
kaliteyi geliştirecek tasarımlar hakkında eksiklikler olduğu görülmektedir.
Yüksek öğretimin asıl hedefi kaliteli eğitim hizmeti vermektir (Yahyagil,
1997). Mobbing eğitim hizmeti zarara uğratan en önemli ve tespiti zor olan
faktörlerden birisidir (Düren, 1999 ve 2000). İrdelenen tezlerde, literatürde
yer alan çalışmalara benzer şekilde mobbingle ilgili durum tespitleri yapıl-
maktadır (Paksoy, 2007). Araştırma sonucunda eğitimde mobbing varlığı
araştırılırken, yüzde doksanında mobbingin varlığının eğitim kalitesine
etkisi incelenenmemiştir. Ancak performans veya verimliliği düşürdüğü
tespit ettikleri dikkati çekmektedir. İrdelenen tezlerde eğitim hizmeti alan
öğrencinin aldığı hizmetin kalitesinden bahsedilmemiş olduğu görülmek-
tedir. Dolayısıyla irdelediğimiz tezler mobbingin varlığından söz ederken,
onu ortadan kaldıracak çözümler arasında eğitimde kaliteyi artıracak öne-
riler bulunmadığı dikkat çekmektedir.
Araştırmadan beklenen eğitimde kaliteyi iyileştirme ve geliştirme, so-
runların ortaya çıkarılması yanında çözüm önerisi olmadan yerine getirile-
mez (Paksoy, 2007). Bu nedenle var olan mobbingin eğitimdeki kaliteyi ne
kadar etkilediğinin ortaya çıkartılması gerekmektedir. Araştırma, kaliteli
bir eğitim ortamının oluşmasını engelleyen mobbing sürecinde yer alan
kalite yönetimindeki hangi eksiklikten kaynaklandığını ortaya çıkarırsa,
çözüm önerisi kendiliğinden gelişecektir (Terzi, 1995). Ancak tezlerin hiç-
birinin yüksek öğretimde yer alan mobbingi, kaliteli bir eğitim anlayışını
zayıflatan bir faktör olarak irdelemediği dikkati çekmektedir. Bu nedenle
bu araştırma eğitim hizmetinde var olan mobbing olayına kalite yönetimi
açısından yaklaşımı ortaya çıkaran bir durum tespiti çalışması olarak de-
ğerlendirilebilir. Eğitim hizmeti sunumunda toplam kalite yönetimi bağ-
lamında sürekli iyileştirme anlayışıyla kalite yönetimi ve kalite çemberleri
kavramlarının mobbing araştırmalarına eklenmesi hem var olan sorunun
tam tanımının yapılmasını hem de çözüm yollarının ortaya çıkmasını
sağlayacaktır. Kaliteye ulaşmayı sağlayan yönetimdeki katılımcı yaklaşım
kalite çemberleri sayesinde olur. Kalite çemberleri problemi tanımlar ve
çözümünün gerçekleşmesi için gerekli yolların bulunmasını sağlar. Çalı-
şanlara gerekli imkanların sağlanmasının temeli, çalışanın yaptığı işi en iyi
kendisinin bildiği prensibine dayanmaktadır (Arkış, 1995). Araştırmamıza
göre yükseköğretimde akademik ve idari personel ile öğrencilerin katılımcı
bir yönetim anlayışıyla çalışmaları hakkında, mobbing konusunda yapılan
tezlerden fikir sahibi olunamamaktadır. Çünkü yapılan araştırmalarda bu
konuya ağırlık verilmemiştir. Dolaylı yoldan bakıldığında bu tezler her ne
kadar oldukça fazla insana ulaşmış olsa bile çalışanların mobbing konusun-
Tıp Çalışmaları 275

da problemleri bulmaları ve çözüm yolu önermeleri konusundaki bilgile-


ri hakkında yorum yapılamaz. Diğer açıdan akademik ve idari personelin
özelinde mobbig konusuna yaklaşımı “Toplam Kalite Yönetimi Felsefesi” ile
şekillendirilebilir (Düren, 1999 ve 2000). Bu felsefeye göre Yükseköğretim
kurumlarında akademik ve idari personel ile öğrencilerin kaliteyi benim-
semeleri, birer kalite misyoneri haline gelerek yeni bir kurum kültürünü,
yeni yaratıcılık yönetim kültürünü benimsemelerini amaçlar. İnsana ve
onun yaratıcılık çabalarına önem veren bir felsefedir. Yöneticilere ve çalı-
şanlara, kaliteli ve kalite ile düşünmek, kaliteli ve kalite ile davranmak, ku-
rum içinde ve dışında kalite felsefesini benimsemek gibi önemli misyonlar
yüklemektedir (Düren, 1999 ve 2000). Araştırmamıza göre, katılımcıların
hiçbirinin araştırmada sahip oldukları misyonlar belirlenmemiştir. İnsan
ilişkileri açısından meslek etiği ilkelerine uygun davranıp davranmadıkla-
rı, kurum kültürünü oluşturmaları konusunda herhangi bir veri bulunma-
maktadır. Dolayısıyla “Toplam Kalite Yönetimi Felsefesi”nin yükseköğretim
kurumlarında uygulanmasını ve olası sonuçlarından yararlanamayacaklar-
dır. Yahyagil’e göre bu yararlar;
• Akademik ve idari personel ile öğrencilerin katılımı sağlanarak
kalite geliştirme çalışmalarını geliştirmek
• Toplam kalite yönetimi ilkelerinin uygulanması interaktif öğrenme
gibi çağdaş öğretme tekniklerinin kullanılmasını sağlamak
• Yükseköğretim kurumlarında üst yönetimin kalite felsefesini
benimsemesi “eğitim ve yetiştirme programlarıyla” toplam kalite
yönetimine işlerlik kazandırmak
• Yükseköğretim kurumu içinde toplam kalite yönetimi çalışmalarında
iletişim kanallarının herkes için açık hale getirilmesi önemlidir.
Yapılan her birim iş için akademik ve idari personel ile öğrencilerin
bilgilendirilmesi, eğitim hizmeti kalitesinin memnuniyetine yönelik
geri bildirimlerde yararlı sonuçlar sağlamak
• Toplam kalite yönetimi ölçme ve değerlendirmenin tüm akademik
ve idari personel ile öğrenciler tarafından dikkatle ele alınmasını
sağlamak
Şeklinde sıralanmaktadır (Yahyagil, 1997).
Yahyagil’in toplam kalite yönetimi felsefesinin yüksek öğretim kurum-
larında uygulanmasında yararlı olacağını belirttiği parametreler tüm pay-
daşların özerkliğini ön plana alan, kalitenin tüm süreçlerine katılmasını
sağlayan özelliklerden oluştuğu düşünülebilir.
Araştırmamız, üç yüze yakın çalışmanın oldukça uzun zahmetli bir
işlemler sonucunda elde edilmiş olsa bile; akademik ve idari personele veya
276 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

üniversite ortamından yararlanan kişilere; mobbing gibi çalışma hayatını


zorlayıcı durumlar konusunda toplam yönetim felsefesini sorgulamaktan
uzak olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu bulguya göre insan arasındaki olumlu
ilişki için bir gereklilik olan iletişimdeki sorunların ortaya çıkarılması ve
çözülmesi hakkında bilgi sahibi olunamayacaktır.

SONUÇ

Ulusal tezlerin araştırılması sonucunda eğitimle ilgili yapılan tezler


içinde güncelliğini her daim koruyan mobbing konusunda sadece yüzde
üç gibi oldukça az sayıda teze yer verilmesi oldukça önemli bir durum-
dur. Tezlerin mobbing sorununun yüksek lisans düzeyinde önemsendiği
bu konuya uzmanlık seviyesinde yeterince eğilinmediğinin bir göstergesi
olmaktadır. Tez çalışmalarında içeriğinde mobbing konusunda yoğunlaşıl-
ması ve mobbingin varlığının performans ve/veya verimlilik açından irde-
lenmesi ve bu araştırmanın bulgularından hareketle eğitim hizmetindeki
kaliteye etkinin sadece dokuz tezde bahsedilmesi çözüm açısından araş-
tırma yapılmadığını düşündürtmektedir. Yaptığımız irdelemenin verilerine
göre çıkarabilecek öneriler: Yapılacak çalışmalarda mobbingin varlığının
verilen eğitim hizmetini ne derecede etkillediği sorusuna da yanıt aran-
ması açısından, yüksek öğretimde mobbing tezlerine ilişkin yapıldıkları
dönemin sosyoekonomik kültürel yapısıyla karşılaştırmalı multidisipliner
incelemeler yapılabilir. Tezlerin yüzde doksanından çoğunun yüksek lisans
tezi olmasının nedenleri, Yükseköğretimde kalite yönetimi “Toplam Kalite
Yönetimi Felsefesi” ışığında araştırılabilir. Yükseköğretimde kalite yöneti-
mi açısından tezler haricindeki yayımların irdelemeleri yapılabilir. Böylece
Türkiye’de Yüksek öğrenimdeki mobbingin eğitim hizmetini nasıl etkiledi-
ği ortaya çıkarılabilir.
Sonuç olarak yüksek öğretimde mobbingin varlığı tespit edildiği durum-
larda, verilen hizmetin kalitesi düşüyor ve buna bağlı olarak performans
ve/veya verimlilik de düşüyorsa mobbingin engellenmesi ve çözümlene-
bilmesine yönelik çalışmaların kalite yönetimi açısından değerlendirilmesi
önerilmektedir.
Tıp Çalışmaları 277

KAYNAKLAR

AKGÜL, Aziz, (1998). Toplam Kalite Yönetim Sistemi. Ankara: Sanayi ve Ticaret
Bakanlığı Yayını. s.2.
ARKIŞ, Nurdoğan, (1995). “Kalite Çemberlerinin Amaçları”. Verimlilik Dergisi.
Ankara: Toplam Kalite Özel Sayısı. MPM Yayınları.
DÜREN,A. Zeynep, (1999 ve 2000). “Yaratıcılık Yönetimi ve Toplam Kalite
Felsefesi”. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi. İstanbul:
Yayın No: 21-22.
ESER, Oktay (2015) Mobbing Kavramının Türkçe Serüveni. http://turkoloji.cu.edu.
tr/YENI%20TURK%20DILI/oktay_eser_mobbing_kavrami.pdf [Erişim
Tarihi: 20.11.2015]
GÜNDÜZ H. Basri, YILMAZ, Ömer, (2008). “Ortaöğretim Kurumlarında
Mobbing (Yıldırma) Davranışlarına İlişkin Öğretmen ve Yönetici Görüşleri
(Düzce İl Örneği)”. Milli Eğitim Dergisi. Ankara: Sayı 179, ss.269-282.
GÜNGÖR, Meltem. (2008). Çalışma Hayatında Psikolojik Taciz. İstanbul: Derin
Yayınevi. Yayın No: 125.
HİAM, Alexander; (1992). Closing the Quality Gap: Lesson From America’s Leading
Companies. New Jersey: Prentice Hal.
http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_
gts&arama=gts&kelime=bezdiri&guid=TDK.
GTS.5651df839ab880.50964102 [Erişim Tarihi: 19.11.2015]
KOVANCI, Ahmet, (2003). Toplam Kalite Yönetimi: Fakat Nasıl? İstanbul: Sistem
Yayıncılık. 2. Baskı. Yay. No: 288.
KÖSE, Sevinç, UYSAL, Şener. (2010). “Kamu Personelinin Yıldırma (Mobbing)
ve Boyutları Hakkındaki Düşünceleri Üzerine Bir Çalışma: Manisa Tarım
İl Müdürlüğü Örneği”. Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi.
Manisa: Cilt 8, Sayı 1, ss.261-276.
MİYAUCHİ, Ichiro (1999). Quality Management in Japan. Seminar Notes. İstanbul:
BZD Yayıncılık.
PAKSOY, Nurettin (2007). İşyerinde Psikolojik Taciz-Yıldırma (Mobbing).
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Kahramanmaraş: Yüksek Lisans Tezi. s.8.
SARAN, M.Ulvi, GÖÇERLER, Ahmet, (1998). “Kamu Hizmetlerinde ve İçileri
Bakanlığı’nda Toplam Kalite Yönetimi”. Türk İdare Dergisi. Ankara: Sayı:421.
SOYLU, Kaan, SUER, Ahmet, (1998). Toplam Kalite Yönetimi Sözlüğü – Terimler ve
Tanımlar. İstanbul: Beyaz Yayınları.
TERZİ, Harun, (1995). “Kalite Kontrol Çemberlerinin Yapısı, Organizasyonu ve
Verimlilik Boyutu”. Verimlilik Dergisi. Ankara: Sayı:95/3.
278 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

TOKER GÖKÇE, Asiye, (2008). Mobbing: İşyerinde Yıldırma Nedenleri ve Başa


Çıkma Yöntemleri. Ankara: Pegem Yayınevi. 1. Baskı.
TOP, Seyfi, (2009). Toplam Kalite Yönetimi Bağlamında Sürekli İyileştirme Anlayışı.
İstanbul: Beta Yayınları. 1. Baskı.
YAHYAGİL,Mehmet, Y. (1997). Eğitim Alanında Toplam Kalite Yönetimi. http://
www.yahyamet.net/ToplamKaliteveEgitim.pdf [Erişim Tarihi: 01.03.2016]
YILDIZ, Gültekin, (1994). İşletmelerde Toplam Kalite Yönetimi. Sakarya: Sakarya
Üniversitesi Matbaası.
ÖZŞEN, Tayfun, (1998). “Toplam Yönetim Kalitesi”. Türk İdare Dergisi. Ankara:
Sayı: 421.
Tıp Çalışmaları 279

PORTAL VEN TROMBOZUNDA TANI VE TEDAVİ


PORTAL VEIN THROMBOSIS

Nuri Emrah GÖRET1, Ceren CANBEY GÖRET2,


Ömer Faruk ÖZKAN3

ÖZET

Portal ven veya dallarında tümör veya pıhtı nedeniyle akımın kesilmesi sonucu
olarak gelişen tabloya portal ven trombozu olarak adlandırılıp, presinuzoidal
portal hipertansiyon en başta gelen nedenlerinden biridir. Portal ven trombozuna
neden olabilecek antiteler günümüze son derece iyi bir şekilde tanımlanmış olup
en sık neden siroz olmakla beraber diğer faktörleri hepatosellüler ca, faktör V
Leiden mutasyonu (FVL) ve aktive protein c rezistansı (APCR), protrombin gen
mutasyonu (PTGM), hiperhomosisteinemi ve metilen tetrahidrofolat redüktaz
gen mutasyonu (MTHFR), doğal antikoagülanların (antitrombin III, protein C ve
S) eksikliği, ileri evre karaciğer benign hastalıkları ve myeloproliferatif hastalıklar
olarak sıralayabiliriz. Histopatolojik olarak karaciğerde bu etiyolojik sebeplere
bağlı olarak çok farklı morfolojik ve mikroskobik görüntü beklemekteyiz.
Klinik bulguların şiddeti diğer etkilenen vasküler yapılara bağlı olup klinikte,
akut ve kronik formda karşılaşılabilmektedir. Bu olguların tanısında doppler
ultrasonografi, bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans gibi görüntüleme
yöntemlerine ek olarak; mezenterik anjiografi, portal venografi gibi invazif
yöntemler ve endosonografi kullanılmaktadır. Temel tedavi yaklaşımı ise; varis
eradikasyonu ve antikoagülan tedavidir.
Anahtar Kelimeler: portal ven trombozu, karaciğer, karaciğer patolojisi

ABSTRACT

The tableau developing as a result of blockage of the flow due to tumor or clotting
in portal vein or its branches is called vein thrombosis and it is one of the top
reasons for presinusoidal portal hypertension. The entities which may cause portal
vein thrombosis are very well defined today and while the most frequent reason is
cirrhosis, we can list the other factors as; hepatocellular ca, factor V Leiden mutation
1  Uzm. Dr., Çanakkale Devlet Hastanesi Genel Cerrahi Kliniği Çanakkale,
Türkiye n.e.goret@gmail.com
2  Uzm. Dr., Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Sancaktepe Şehit Prof. Dr. İlhan Varank
Eğitim ve Araştırma Hastanesi Patoloji Kliniği İstanbul, Türkiye drcerencanbey@
hotmail.com
3  Doç. Dr., Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Ümraniye Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Genel Cerrahi Kliniği İstanbul, Türkiye ozkanfomer@gmail.com
280 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

(FVL) and active protein resistance (APCR), prothrombin gene mutation (PTGM),
hyperhomocysteinemia and methylene tetrahydrofolate reductase gene mutation
(MTHFR), deficiency of natural anticoagulants (antithrombine III, protein C
and S), advanced level liver benign diseases, and myeloproliferative diseases.
Histopathologically, we expect very different morphologic and microscopic images
of the liver related to these etiologic reasons. Severity of clinical symptoms is based
on the vascular structures and can be encountered in acute and chronic form.
In the diagnosis of these cases, in addition to imaging methods such as doppler
ultrasonography, computed tomography, magnetic resonance; endosonography
and invasive methods such as mesenteric angiography, portal venography are used.
Principal treatment approach is; varicose eradication and anticoagulant treatment.
Keywords: Portal vein thrombosis, liver, hepatic thrombosis

GİRİŞ

Portal ven trombozu; presinuzoidal portal hipertansiyon nedenle-


rinden biri olup portal venin veya dallarının pıhtı ile veya tümöral in-
filtrasyonla tıkanmasıdır. Etiyolojisinde Wirchov’un tromboz için tanım-
ladığı risk faktörleri geçerli olup staz, endotel hasarı ve hiperkoagübilite
neden olan tüm patolojiler portal ven trombozu için risk faktörü olup en
sık karşılaşılan neden ise karaciğer sirozudur.
Portal ven trombozuna neden olacak ana predispozan faktörler; Portal
akımdaki yavaşlama, karaciğer sentez fonksiyonunun bozulması, (protein
C, S ve antitrombin 3 gibi) ve siroz zemininde gelişen HCC suçlanmaktadır.
Sirozun, PVT’lu olguların yaklaşık 1/3’ünden sorumlu olduğu bildi-
rilmiştir. Karaciğer transplantasyonu bekleyen olgularda, PVT prevalansı
%8-25 oranında bildirilirken, eksplante edilen sirotik karaciğerde %50-70
oranında tespit edilmiştir (1,2).
En başta gelen nedenlerden biri ise hepatopankretikobilier sistem ma-
ligniteleri olup burda daha tümörün direk portal vene invazyonu veya dış-
tan basısı sonucu gelişen akımda yavaşlama, staz söz konusudur. Tümör-
den salınan trombojen faktörler bu duruma neden olabilmektedir. Diğer
nedenler arasında ise; hepatoselüler karsinom (HCC), pankreas ve safra
yolları karsinomları gibi malign hastalıklar sayılmaktadır (3,4).
Yaklaşık olguların 4/5’inin hastanede öldüğü, 24 bin vaka ile yapılan
retrospektif bir otopsi çalışmasında; trombozların çoğunun hepatobilier
bölgenin malignitesi ile ilişkili olduğu bildirilmiştir (5).
Etiyolojide günümüze kadar birçok neden tanımlanmış olup aşağıda
listelenmiştir (Tablo 1) (6).
Tıp Çalışmaları 281

Tablo 1: PVT sebepleri


-Siroz (En sık)
-Maligniteler (Safra yolları kanseri, pankreas kanseri, HCC)
-Hematolojik Hastalıklar ( Polisitemi vera, vb.)
-Hiperkoagulabilite (Protein C/S, Antitrombin 3 eksikliği, Faktör 5 leiden mu-
tasyonu, Antifosfolipid send, vb.)
-Enfeksiyonlar ( Akut Apendisit, Sepsis, Akut Batın Nedenleri)
-Akut Pankreatit
-Romatolojik Hastalıklar (Behçet Hastalığı, Lupus)
-Gebelik
-Cerrahi Travma

ANATOMİ-HİSTOLOJİ

Vena porta anatomik olarak incelendiğinde L2 vertebra hizasında


inferior mesenterik venin splenik vene katılması sonrası, pankreas başının
arkasında ve superiorunda, superior mesenterik venle birleşmesiyle
oluşur. Daha sonra heptoduodenal ligament içinde karaciğer hilusunda
bifurkasyona kadar kadar 8-9 cm’ ilerler. Hepatoduedonal ligamentde
portal ven, ana safra kanalının kısmen dorsalinde ve biraz medialinde
yerleşmiştir. Bu lokasyonda ayrıca portal vene sol gastrik vende dahil olur.
İntrahepatik olarak portal ven dallanırken çeşitli varyasyonlara sahiptir.
Bu varyasyonlar;
Tip 1: Normal Portal ven dallanma paterni,
Tip 2: Sağ PV nin anterior ve posterior dalı ile sol PV nin aynı seviyede
ana portal venden çıkması şeklinde olan Portal trifurkasyon varyantı ve
Tip 3: Sağ posterior PV ana portal venin ilk dalı olarak sınıflandırıl-
maktadır. Sağlıklı insanda portal venin normal basıncı 5-10 mmHg arasın-
dadır (7-9). 
Vena porta ve hepatik arter karaciğerin hem beslenmesi hem metabo-
litlerin depolanması ve uzaklaştırılması sürecinde fonksiyonel olarak bir-
liktelik göstermesine rağmen portal ven karaciğer kan akımının yaklaşık
%75’ini, hepatik arter ise ancak %25’ini sağlamaktadır. Bir başka deyişle
Portal ven kan akımı yaklaşık 1000 – 1200 ml/ dakikadır. Gastrointestinal
sistemden toplanan kapillerlerdeki kan portal yolla karaciğere gelir ve dö-
nüş hepatik venler yoluyla olur. Lobcukların merkezindeki santral venler
lobcuk boyunca ilerledikce daha çok sinusoid halini alır ve çapı artar, lob;
diğer lobullerden çıkanlar venlerle birleşerek postlobuler venayı oluştururlar.
282 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

Bunlarda birbirleriyle birleşerek hepatik venleri oluştururlar ve daha sonra


iki veya daha fazla kol halinde vena kava inferior’a açılırlar (10).
Karaciğerdeki morfolojik değişikliklerin daha iyi anlaşılması için mik-
roanatomisini (hepatik lobül ve asinus yapısını) irdelemek gerekir. Klasik
modeli olan ‘lobül’de köşelerinde portal bölgeler, ortasında terminal hepatik
venülün bulunduğu altıgen olarak çizilen yapıdır.
Hepatik asinus yapısında ise; İki komşu hepatik lobül içinde aynı hepatik
arter ve vena porta dalından kanlanan hücre grupları mevcuttur. Bu asinüs
yapısı içerisinde hepatositler dağıtıcı damarlara olan yakınlıklarına göre kes-
kin olmayan sınırlarla 3 zona ayrılır. Bu zonal düzenleme; kan ve hepatositler
arasındaki metabolik işlevleri, ayrıca hepatositlerin çeşitli ajan veya hasta-
lıklardan farklı derecelerde etkilenmelerinin açıklanmasında yarar sağlar.
Kan akımına zon 1’deki hücreler ilk, zon 3’deki hücreler ise üçüncü derecede
cevap verirler.  Zon 1’deki hücreler damarlara en yakındır, bu nedenle de si-
nuzoide gelen kandaki oksijenden, besinlerden, toksinlerden ve safra kanalı
tıkanmalarından ilk etkilenen ya da yararlanan hücrelerdir (11) (Resim 1,2).
Portal alandaki üç önemli anatomik yapı; portal venül, hepatik arteriol
ve safra kanalıdır. Lobül içerisinde hepatositler santrale doğru yönelim gös-
teren tek sıralı dizilim halindedirler. Yan yana gelen hepatositler safra kana-
liküllerini meydana getirirler. Kan akımı, portal venül ve hepatik arteriol ile
bağlantılı olan ve hepatosit dizilimleri arasında bulunan sinüzoidal boşluk-
lardadır. Sinuzoidler özelleşmiş endotel hücreleri ile döşelidir ve karaciğerin
doku makrofajları olan Kupffer hücreleri sinuzoidler içerisinde bulunurlar
(12). Endotel hücreleri ile hepatositler arasında ise Disse aralıkları uzanır ve
kan ile hepatosit arasındaki madde alışverişi bu boşluklarda gerçekleşir.  
PVT’nun etyolojisinde birçok sebepten bahsedilse de; histopatolojik ola-
rak karaciğerde bu etiolojik sebeplere bağlı çok farklı morfolojik görüntü
beklememekteyiz. İntrahepatik portal ven köklerinin akut trombozu iskemik
infarkta neden olmaz, ancak bunun yerine keskin sınırlı alanlarla sonuçlanır
ve buna “Zahn infarktı” adı verilir.
Histopatolojik olarak ise; nekroz izlenmeyip, hepatosellüler atrofi ve si-
nuzoidlerde belirgin dilatasyon ve hemostaz vardır. Portal ven dallarının
obstrüksiyonu sonucu oluşan intrahepatik portal traktların yoğun fibrozisi,
histopatolojik olarak hepatoportal skleroz olarak bilinir ve bu histolojinin iyi-
leşmiş bir karaciğer zedelenmesinin geç evresi mi yoksa altta yatan primer
progresif bir hastalık mı olduğu açık değildir (13).

KLİNİK
Portal Ven Trombozunda klinik bulguların şiddeti diğer etkilenen vas-
küler yapılara (Tablo 2) bağlı olup klinikte, akut ve kronik formda karşıla-
şılabilmektedir (14).
Tıp Çalışmaları 283

Akut PVT’da klinik, trombüsün yaygınlığı ne kadar sürede geliştiğine


bağlıdır. Akut gelişen formda; şiddetli karın ağrısı, kanlı ishal ve epigast-
rik yakınmalar ön planda olup sessiz bir klinikle ilerleyen sirozlu hastalar-
da özofagus varis kanaması ilk bulgu olabilmektedir. Buna ek olarak akut
trombozda ek olarak süperior mezenterik venin tutulmasında ince bar-
saklarda konjesyon iskemi, nekroz ve perforasyon gelişebilir. Akut formda
prognozu kötü yönde etkileyen en önemli faktörlerde karaciğerden ziyade
intestinal gelişen iskemidir. Ayrıca bu formda akut olarak asit gelişimide
olabilmektedir.
Kronik formda hastalarda klinik asemptomatik seyredebileceği gibi,
portal ven trombozu zeminde gelişen portal hipertansiona bağlı bulgular
öne çıkmaktadır. Bunların en başında özofagus varisleri ve varise bağlı ka-
namalar, hipersplenizm, splenomegali, portal biliopati vardır. Portal bilio-
patinin eşlik ettiği kronik formda kolestaz ve asit, sarılık, halsizlik, kaşıntı
ve kolik tarzında ağrı gibi kolestaza bağlı bulgular daha ön plandadır.
Laboratuar bulgularında karaciğer enzimlerinde yükselme, lökosit,
sedimentasyon ve CRP gibi inflamatuar markerların yüksekliği veya hi-
persplenizme bağlı olarak lökopeni-trombositopeni-anemi, hemokonsant-
rasyon, hiperbilirubinemi, uzamış INR, kreatinin yüksekliği ve hipoalbu-
minemi görülebilmektedir (15).

Tablo 2: Vasküler tutulumun yaygınlığına göre sınıflama

• Tip I: Trombüs portal vene sınırlı


• Tip II: Trombüs portal venden SMV’ye uzanmış ancak mezenterik
damarlar açıktır
• Tip III: Splanknik venöz sistem yaygın tutulmuş ve eşlik eden kol-
lateraler
• Tip IV: III’den farklı olarak kalın kolleteraller ince kollateraller ha-
line dönüşür

TANI
Günümüzde doppler ultrasonografi (USG), bilgisayarlı tomografi (BT),
manyetik rezonans (MR) teknolojisindeki ilerlemeler daha önce tanının kon-
ması sürecinde tercih edilen trombüsü gösterebilmek için kullanılan mezen-
terik anjiografi veya portal venografi gibi invazif yöntemlerin yerini almıştır.
Yine bir çok klinikte şu an endosonografide tanı sürecinde yerini almıştır
(16) (Resim 3).
Doppler USG ucuz, non-invaziv ve biliyer patolojileri rahatlıkla ortaya
koyabilen tanısal amaçla ilk kullanılan tetkik olup; portada kavernoz
284 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

transformasyonun eşlik etmediği trombüsün gösterilmesi hasta akut PVT


olarak değerlendirilmektedir. Doppler USG’de trombüs portal vendeki
genişleme ve içinde hiperekoik yapının gösterilmesi temel bulgudur.
Kontrastlı BT’de portal ven trombozuna eşlik edebilecek malignitelerin
görüntülenebilmesidir. Yine kontrastlı görüntülemede apse ve intestinal
nekroz ve perforasyon görüntülemesini sağlayabilmektedir.
Eğer standart radyolojik görüntüleme yöntemleri sonucu tanı halen net
değilse veya şant operasyonu planlanıyorsa anjiografik yöntemler tercih
edilebilmektedir. Yine akut trombüste anjiografik yöntemlerle eş zamanlı
tedavi edici girişimlerde yapılabilmektedir (17-18).

TEDAVİ
Tüm akut PVT’de tanı sonrası ilk yapılması gereken antikoagulan tedavi
acilen başlanmasıdır. Antikoagülan tedavide ilk önce trombüsün genişleme-
sini engellemek ve özellikle ek SMV gibi venlere ilerlemesini önlemek bir yan-
dan da rekanalizasyonun sağlamak gerekir. Amaç bir yandan karaciğer koru-
nurken temel mortaliteye neden olabilecek intestinal iskemiyi önlemektir.
Kronik formda ise öncelikle eşlik eden özefagial ve gastrik varislerin bu-
lunup / bulunmamasına göre tedavi düzenlenmelidir. Gereklilik halinde beta
bloker ve endoskopik band ligasyonu tedavisi kanama riskini azaltmak açı-
sından profilakside önemlidir.
Günümüzde artık heparinin ciddi bir şekilde yerini alan, gelişenilinecek
komplikasyon oranı daha az olan düşük molekül ağırlıklı heparin (DMAH
, 2 x 0.01/kg ) ilk basamak tedavide tercih edilmelidir. Ardından warfarin
tedavisine geçilmektedir. Hedef INR değeri 2-3 arasında olmalıdır. Tedavi-
nin 3-6 ay sürmesi hedeflenir. Hiperkoagulabilite olan olgularda daha uzun
süreli tedavi söz konusu olabilir.
Akut PVT olgularında rekanalizasyon oranı % 50-75’dir. Akut tedavide
trombolitiklerde (Doku plazminojen aktivatör ve streptokinaz) kullanıla-
bilmektedir.
Ayrıca cerrahi olarak trombektomi uygulaması rutinde uygulanmayıp,
yaygın intestinal iskemiye neden olan damar tutulumlarında düşünülebil-
mektedir (19-20).

Teşekkür;
Resim çizimlerindeki emekleri için Arzu Gürdal ve Ayşegül Gürdal
Pamuklu’ya teşekkür ederiz.
Tıp Çalışmaları 285

REFERANSLAR

1- Francoz C, Belghiti J, Vilgrain V, et al: Splanchnic vein thrombosis in candidates


for liver transplanta- tion: usefulness of screening and anticoagulation. Gut
2005;54:691–697.
2- Primignani M: Portal vein thrombosis, revisited. Dig Liver Dis 2010;42:163–170.
3- von Köckritz L, De Gottardi A, Trebicka J, Praktiknjo M. Portal vein thrombosis
in patients with cirrhosis. Gastroenterol Rep (Oxf). 2017 May;5(2):148-156.
4- Trebicka J, Strassburg CP. Etiology and Complications of Portal Vein Thrombosis.
Viszeralmedizin. 2014 Dec;30(6):375-80.
5- Ogren M, Bergqvist D, Bjorck M, Acosta S, Eriksson H, Sternby NH: Portal
vein thrombosis: prevalence, patient characteristics and lifetime risk:
a population study based on 23,796 consecutive au- topsies. World J
Gastroenterol 2006;12:2115–2119.
6- Ponziani FR, Zocco MA, Campanale C, Rinninella E, Tortora A, Di Maurizio L,
Bombardieri G, De Cristofaro R, De Gaetano AM, Landolfi R, Gasbarrini
A. Portal vein thrombosis: insight into physiopathology, diagnosis, and
treatment. World J Gastroenterol. 2010 Jan 14;16(2):143-55.
7- Kan Z, Madoff DC. Liver anatomy: microcirculation of the liver. Semin Intervent
Radiol. 2008 Jun;25(2):77-85.
8- McCuskey R S. A dynamic and static study of hepatic arterioles and hepatic
sinusoids. Am J Anat. 1966;119:455–478.
9- Duran R, Denys AL, Letovanec I, Meuli RA, Schmidt S. Multidetector CT features
of mesenteric vein thrombosis. Radiographics. 2012 Sep-Oct;32(5):1503-22.
10- Oda M, Yokomori H, Han J Y. Regulatory mechanisms of hepatic
microcirculation. Clin Hemorheol Microcirc. 2003;29:167–182.
11- Putnam CW, Porter KA, Weil R 3rd, Reid HA, Starzl TE. Liver transplantation
of Budd-Chiari syndrome. JAMA. 1976 Sep 6;236(10):1142-3.
12- Kan Z, Ivancev K, Lunderquist A, et al. In vivo microscopy of hepatic metastases:
dynamic observation of tumor invasion and interaction with Kupffer cells.
Hepatology. 1995;21:487–494.
13- Abu El-Makarem MA, El-Akad AF, Elian MM, Sherif TM, El-Shaheed RA,
Abd El Fatah AS, Sayed DM, Bakry RM, Mahmoud AM. Non-neoplastic
Portal Vein Thrombosis in HCV Cirrhosis Patients: Is it an Immuno-
Inflammatory Disorder? Ann Hepatol. 2017 Jul-Aug;16(4):574-583.
14- Webster GJ1, Burroughs AK, Riordan SM. Review article: portal vein thrombosis
-- new insights into aetiology and management. Aliment Pharmacol Ther.
2005 Jan 1;21(1):1-9.
286 SAĞLIK BİLİMLERİNDE AKADEMİK ARAŞTIRMALAR

15- Al Hashmi K, Al Aamri L, Al Lamki S, Pathare A. Portal Vein Thrombosis in


Adult Omani Patients: A Retrospective Cohort Study. Oman Med J. 2017
Nov;32(6):522-527.
16- Lai L, Brugge WR. Endoscopic ultrasound is a sensitive and specific test to
diagnose portal venous system thrombosis (PVST). Am J Gastroenterol.
2004 Jan;99(1):40-4.
17- Sacerdoti D, Serianni G, Gaiani S, Bolognesi M, Bombonato G, Gatta A.
Thrombosis of the portal venous system. J Ultrasound. 2007 Mar;10(1):12-
21.
18- Tessler FN, Gehring BJ, Gomes AS, Perrella RR, Ragavendra N, Busuttil RW,
Grant EG. Diagnosis of portal vein thrombosis: value of color Doppler
imaging. AJR Am J Roentgenol. 1991 Aug;157(2):293-6.
19- Huard G, Bilodeau M. Management of anticoagulation for portal vein
thrombosis in individuals with cirrhosis: a systematic review. Int J Hepatol.
2012;2012:672986.
20- Ozkan OF, Goret CC, Goret NE, Yuksekdag S, Topçu A, Unal E, Koksal N. The
Portal Venous System and Portal Vein Thrombosis: Review Article. J Surg
Forecast. 2018; 1(1): 1007.

RESIMLER

Resim 1: Karaciğerin subsegmental anatomisinin anterior ve


posteriordan şematik görünümü
Tıp Çalışmaları 287

Resim 2: Karaciğer lobül / asinus yapılarının ve zonların şematik


gösterimi
BD: Safra Kanalı
HA: Hepatik Arter
PV: Portal Ven
THV: Terminal Hepatik Ven

Resim 3: PVT’lu bir olguya ait BT görüntüleri

Você também pode gostar